23 Temmuz 2011 Cumartesi

Hayır, elbette Robert'ın ölümünü ben de istiyor değilim...

Kreş çıkışı Arda ile çocuk bahçesine doğru gidiyorduk yukarda kızgın bir külçe sallanıyormuş hissi veren güneş sıcağında (22 Temmuz 2011). MGH’in önüne yaklaşırken ambulansa götürülmek üzere itelenen sedyenin üzerinde tanıdık bir simayı gördüm. Zagor’un Çiko’sunun Amerikalısı (buradaki kayıt sistemine göre, Latino / Hispanik değil yani, beyaz!)  sayılabilecek Robert B. her ne kadar göbeğinin arkasına saklanmış gibi görünüyorduysa da, yüzünden hissiyatı okunabiliyor gibiydi: “Allah hepinizin belasını versin, bir türlü ölemiyorum sizin yüzünüzden”, diyordu sanki.

Bizim kulübün arkasındaki devlet indirimli dairelerden birinde oturuyordu; en azından 6 yıldır ben tanıyorum, haberdarım. Kışın pek sokağa çıkmaz, yazın da koca karnını kuşatan kısa pantolonuyla bir nevi palyaço gibi görünürdü. Her ne kadar bazı adımlar attığına tanık olduysam da, buraların meşhur elarabasına tutunmadan yürüyemiyordu; kendini taşıyamadığından değil, nefes sorunu yüzünden; tüplü dolaşırdı hep. Zaman zaman nefes alışını yolun öteki ucundan duymak mümkündü, biraz abartıyla.

Her neyse; adamı tarif için yazıyor değilim.

Bir seferinde gözlüğünün camı düşmüş, kendisi yapamamış, bana getirdi; küçük tornavidamla sıkıştırıverdim; çıkardı 5 dolar uzattı. Almadım. Sonra dost olduk. Ara sıra, çağırdığı ucuz belediye taksisini kapının kenarında beklerken içeri girer, el arabasının uygun yerine koca poposunu sokuşturmaya çalışıyormuş tablosuyla benim camekana doğru bakar, halimi hatırımı sorardı. Bir seferinde daha uzun boylu konuştuk. Amerikan deniz kuvvetlerinde teknisyen olarak çalışmış ve emekli olmuş; 1960’larda (64 dediydi herhalde) İzmir’de demirlemişler, şehirde gezmişler. Çok güzeldi demişti. O yıllarda artık güzel ne idiyse...

Sonradan uzun bir zaman görmedim. Bir sabah, sinir bozan cankurtaran sesinin ardından birilerinin büroya geldiğini, kimlerdi unuttum, “Robert kendini denize atmış, intihar etmiş ama ölmemiş, çıkarmışlar” dediklerini hatırlıyorum. Üzülmüştüm. Charlestown’da bir kızı olduğunu söylemişti ama pek görüşmüyorlarmış, yalnız yaşıyordu ve aslında çok bir heyecanı da yoktu rutini sürdürmeye.

Sonrasında neler olduğunu bilmiyorum.

En son ambulans tablosu bana, sosyal devlet denen şeyin aslında çok önemli ölçüde şirketlere çalıştığı düşüncemi hatırlattı yine:
Mesela Robert’ın ölmesi, mesela hastaneler bakımından, mesela araç gereç satıcıları bakımından -muhtemelen devrede daha başkaları da vardır- binlerce doların uçup gitmesi demek. Oysa Robert yaşadığı sürece devletten 3-5 neyse alıyor ve sigortası da, sağlık sorunlarını, bedeli mukabilinde, iyileştiriyormuş gibi yapıyor.

“Adam bıkmış artık, zerre kadar yaşamak heyecanı yok, bırakın artık yakasını”, dersen, seni hemen suçlu ilan edebilirler; o yüzden o kadar ileri de gitmemek gerek.

Zavallı, yine, yalnız yaşadığı, muhtemelen mezarlığa bakan evinde, konu komşu kimse ile görüşmeden, televizyon karşısında uyuyakalıp nefesi tıkandığı için boğulurken sıçrayıp uyanan, mikrodalgada ısıttığı uyduruk şeylerle karnını doyurmaya çalışan, yüznumaraya oturmak ve kalkmak gözünde büyüyen, niye bugün hala bitmedi, niye her şey bir anda bitip gitmiyor diye bunalıp kalan ve aslında ölümden başka çıkışı olmayan bu işkence sürecine geri döndürülmüş görünüyor. 
Evet, hepsi tam böyle olmasa da, üç aşağı beş yukarı yüzlerce insan var oralarda; yaşa diye birşeyler iteleyip duruyor!

Bakalım bir daha karşılaşacak mıyız Robert’la...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder