1 Ağustos 2011 Pazartesi

Batılı, tarihin sonundan sonra, beynin de sınırına ulaştı!..

Şu türlü şeyler okumak hoşuma gidiyor:

Fakat, “insan var olduğundan beri” derken, bu döneme ait verileri nereden topladıklarını merak etmemek mümkün değil. Ayrıca niye modüller kendi içinde daha yüksek bir verime ulaşmasın? Yarın birgün bir enerji içeceği keşfederler, bir bakarsın beynin ihtiyaç hissettiği enerjinin yarısını sağlamış… Olamaz mı? Mis gibi de olur.

Haberi noksanı fazlasıyla Milliyet’ten aldım:

“İngiltere’nin önde gelen üniversitelerinden Cambridge Üniversitesi’nde nörobiyoloji Prof. Simon Laughlin de yaptığı araştırmalar sonucunda, insan beyni işleyişinin en üst seviyeye ulaştığını iddia etti. Daha önce yapılan araştırmalarda beynin farklı işlevlerini gören 10 “modülü” arasında en hızlı iletişimin gerçekleştiği kişilerin, daha zeki oldukları saptanmıştı.

Bilim insanları da modüller ve beyin hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan sinir hücresi uzantılarının insan varolduğundan beri fiziksel olarak mümkün olan en kısa boyutlara ulaştığını ve en hızlı şekilde çalıştığını söylüyor. Ayrıca vücut ağırlığının sadece yüzde 2’sini oluşturan beyin, buna rağmen vücut enerjisinin yüzde 20’sini sarf ediyor. Beyin fonksiyonlarında çok az bir artışın çok ciddi bir enerji ihtiyacı doğuracağını söyleyen bilim insanları bu enerjinin karşılanmasının mümkün olmadığını savunuyor. Bu nedenlerle insan beyninin bugünkünden daha hızlı ve verimli bir şekilde çalışmasının bundan sonra mümkün olmayacağı iddia ediliyor.”

(*) Bu da alıntı karakteri.

31 Temmuz 2011 Pazar

Düzeltme geçiyorum, düzeltme geçiyorum

Her ne kadar ilk anda ifade teknolojik gelişmeler doğrultusunda akla uygun geliyorsa da, en azından orijinali öyle değil.

Güngör Uras’ın pazar günkü yazısındaki “eski camlar bardak oldu” ifadesinden söz ediyorum. Deyimdeki “cam” değil, “çam” olmalı. Cam’ın Anadolu köylüsünün hayatındaki geçmişi ne kadar ki onunla ilgili deyim üretsin!..

Deyimin orijinalini “eski çamlar bardak oldu” diye biliyorum. Eskiden bebekleri kundaklar beşiğe yatırırlardı; ben buna yetiştim. Annemden ve babamdan duyduğum kadarıyla da, “bardak” bu beşiğin parçalarından biri; hangisi olduğundan emin değilim. Ve ayrıca, ifade kolaylığı nedeniyle uyduruluvermiş “bardak” değil, “bağırdak”. Yani “eski çamlar bağırdak oldu”.

İnandırıcı bulmayan, gider Anadolu köylüsünden doğrusunu soruşturur.

Buna benzer, her zaman ciğerimi yakan bir başka bir nevi “galat-ı meşhur” da, “sütten çıkmış ak kaşık” deyimi.

Bu deyimi üreten damardan gelen eskiler o kadar derin ve geniş perspektifli insanlarmış ki, bugünün “entellektüelleri” ellerine su dökemez. Deyimin orijinalini, “süte sokulmadık ak kaşık” diye biliyorum. Yani eskinin adamına göre, süt, dünyanın en temiz, en helal, en şahane bir şeyi. Ve fakat, sözü edilen figür her ne ise, “onunla bile kirlenmemiş” denmek isteniyor. Fakat, nerde bugünün insanındaki bu derini kavrama kabiliyeti.

Süt beyazdır, o halde, sütten çıkan da beyazdır, ee, sözünü ettiği her neyse, bu kadar beyaz imiş, yani tertemiz imiş oluyor... İkisi arasındaki yalınkatlığı bile göremeyen adamların, hayatta şu ve bu konuda ahkam kesmesi ve başka bazılarının da bu insanların derinlikleri üzerine iman etmeleri, ne kadar hüzün verici geliyor bana, kimse bilemez.

Bunu niye buraya yazdım da Güngör Uras’a yollamadım?
1. Belki bu işi yapacak başkaları vardır.
2. Ben yollasam da kendisinin bu notu açıp okuyacak vakti olacağını sanmam.
3. Nasılsa burada da davulcu osuruğu!
(*) Buranın tarihine dönük bir dipnot: Eski ile güncel artık sık sık karışmaya başladı. Bu karakter kullanılmışsa, güncel, demek. Kullanılmamışsa, eski yazılardan geliyor demek.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Amerikalılar yaptığı için güvenilirlik sıfır, ister inan ister inanma

ABD’li Pew’in araştırmasına göre, Türklerin yüzde 21’i kendisini “Önce Türk” olarak tanıtırken, yarısı “Önce Müslümanım” diyor.

ABD’nin en saygın araştırma kuruluşlarından Pew’in 14 ülkede yaptığı anket, 11 Eylül saldırılarının üzerinden yaklaşık 10 yıl geçmesine rağmen, Müslümanlarla Batılılar arasındaki buzların hala erimediğini ortaya koydu. Türklerin yarısı kendini önce Müslüman olarak tanımlıyor, sadece yüzde 21 önce Türküm diyor. Bu oranlar ABD’de yüzde 46-46 eşit. Fransa’da ise yüzde 90 önce ‘Fransızım’ diyor. Anket için Türkiye’de de 21 Mart-12 Nisan tarihleri arasında bin kişiyle yüz yüze görüşmeler yapıldı.

http://haber.gazetevatan.com/once-muslumaniz-batililar-bencil/390088/1/Gundem

Yahudi her yerde Yahudi, ama Türk'ün hep bileşenleri var. Bakınız, nasıl ikinci sınıf olunur, sayfa bir, madde bir, birinci satır!

Köpek besleyen köpek sahibi olur, o kadar

Daha sonra Googla sordum, bu zat kimdir, önemi nedir, diye. Hollandalı bir aileden geliyormuş. 1739’da New York’da doğmuş. Denizcilik ve perakende işi yapan babasının yanında büyümüş. Babası ölüp de ne var ne yok kendisine kaldığında, yaşı 25 imiş.

Döneminde Yahudiler insanca muamele görmek için, bir tür varlık mücadelesi verirken, o çok farklı bir tablo çizmiş; arkasına herhangi bir organize grubun desteğini almadan ve ortada Yahudilik adına herhangi bir hukuksal dayanak yokken, tek başına Yahudilik bayrağını yükseltmek için az bulunur bir liderlik sergilemiş.

Batıp borçlanmak filan gibi, başı türlü şekillerde belaya girmişse de, hiçbir zaman Yahudiliğini tartışma konusu yapmamış. Hatta, 1776’da yayınlanacak olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ne bile, Hıristiyanlık üzerine yemin etmeyeceği gerekçesiyle imza koymamış ve metin değiştirildikten sonra imza koymuş.

Enteresan bir adammış yani.

Daha başka özellikleri de var. Mesela benim okuduğum kayıtta, Bostonlu Amerikalıların peygamber gibi taptıkları kahramanları Paul Revere’in, mason locasında, onun yardımcısı olduğu da -her nedense- belirtiliyor.

Her neyse, meraklısı daha derinine gider okur, döner. Benim burada söyleyeceğim, her şeyin başı, karakter; karakter sahibi insanlar yetiştirirseniz, onlar da her zaman, yapılması gerekeni doğru tesbit eder ve yaparlar; çobanın da iyisi olurlar.

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz

İmam hatiplilere burs ayrıcalığı: MEB'den burs alan öğrenci sayısı 6,5 kat arttı

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ekonomik desteğe ihtiyaç duyan başarılı ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerine verdiği karşılıksız burs hizmetinde imam hatip liseli öğrencilerine ayrıcalık tanıdı. İmam hatip liselerinde 2010 yılında burs alan öğrenci sayısı yaklaşık 6.5 kat artarken Anadolu öğretmen liselerinde eğitim gören öğrencilerin bursu ise 4 kat düştü. Her 10 imam hatip öğrencisinden 1’i burs almaya başladı.

MEB Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan “Milli Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim 2010-2011” adlı çalışmada yer alan veriler bakanlığın imam hatip liselerine sağladığı burs desteğini ortaya çıkardı. MEB’in verilerine göre, 2009 yılında Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlı Anadolu imam hatip ve imam hatip liselerinde okuyan 3 bin 857 öğrenciye burs desteği verilirken 2010 yılında bu rakam yaklaşık 6.5 kat artarak 24 bin 395’e yükseldi. Aynı yıl Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne bağlı Anadolu öğretmen liselerinde okuyan 20 bin 418 öğrenci burs imkânından yararlanırken 2010 yılına gelindiğinde öğretmen liselerinde burs alan öğrenci sayısı 15 bin 397 azalarak 5 bin 21’e düştü.

İmam hatip lisesinde okuyan öğrencilere sağlanan rekor düzeydeki destek diğer meslek liselerine ise yansımadı. Erkek Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü’ne bağlı ortaöğretim kurumlarında okuyan burslu öğrenci sayısı 2009’da 3 bin 334 iken 2010 yılında bu rakam 3 bin 316’ya geriledi. Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü’nde de 2009 yılında 1982 öğrenci burs desteğinin yararlanırken, 2010’da burs alan öğrenci sayısı yalnızca 6 kişi artarak 1998 öğrenci olarak hesaplandı.

Genel ortaöğretim kurumlarında okuyan öğrencilerin yüzde 3.4’ü burs imkânından yararlanabiliyor. İmam hatip liselerinde ise bu oran yüzde 10.3’ü buluyor.

MAHMUT LICALI / Cumhuriyet

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Çoban, sürü, dağ, bayır, tuz ve su ve daha neler

Maria Stella ile miadı dolmuş evrakı ayıklıyorduk. Bir tomarın arasından bir broşür düştü. Nedir bu, diye eğilip baktım; Boston Jewish Experience, diye bir başlık gördüm ve broşürü bir kenara koydum.

İş bitince açıp okudum. Şu satırlar ilgimi çekti:

1640’lar          Boston’a gelen ilk Yahudi Solomon Franco idi. Ticari faaliyet içinde olmasına rağmen, Puritan yöneticiler tarafından halkla etkileşimi yasaklandı.

1654               İspanya ve Portekiz’den Yahudiler gelmeye başladı.

1730               İlk Amerikan sinagogu, Shearith Israel, New York’da kuruldu.

1763               Touro Sinagogu, Newport,  Rhode Island’da tamamlandı.

1782               Moses Michael Hays Boston’a yerleşti; First National Bank, Büyük Mason Locası, Boston Denizciler Derneği ve diğer bazı organizasyonların kurulmasına yardım etti.

1821               Yahudiler Massachusetts eyaletinde vatandaşlık hakkını elde etti.

1840’lar          İlk Alman Yahudileri Boston’a gelmeye başladı.

1844               Yahudiler Massachusetts’de gömülme hakkını elde ettiler.

diye devam edip gidiyor...

Öteki sayfada da şu satır dikkatimi çekti:

“Ortodoks geleneğe uygun olarak, L biçimli tapınağın ikinci katı erkekler ve kadınlar ayrı oturacak şekilde...”


24 Temmuz 2011 Pazar

Belki de söyleyebiliyorlardır; bir gün bir bilen çıkar ve gösterir!

Zenciye zenci demek artık insan hakları ihlali anlamına geliyormuş. [Zencide ne gibi bir kusur veya aşağılama var, ben göremiyorum] Onun için siyahî demek daha iyiymiş.

Durup dururken nerden çıktı bu?

Bir derginin arka kapağında okuduğum cümleden. Arkada Thomas Edison’un görüntüsü var, önüne bir lamba sarkıtmışlar. Diyor ki, Lit up the nighttime. Daha önde Oprah Winfrey var; sol kolunu öne doğru uzatmış, gülüyor. Onun adının altında da, Lit up the daytime, yazıyor.
Bizim “gündüz feneri” yakıştırmasını hatırladım; ilan tam onu demeye çalışıyor.

Bizim gibi söyleyebilseler aslında ne sevinirlerdi diye geçti içimden.

Bir eriyip yapışma momenti: 8 Haziran 2005

Öğlen saatlerinde sıcaktan asfaltın erimiş olduğunu gördüm. Tesadüf, Başvekil Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de Amerika’da. [8 Haziran 05]

Sosyo - ekonomik tabloyu teşhire beş harfin yettiğini gördüm

Refah ve sıhhat insanın yüzüne yansıyor; herkes, her boydan, her renkten insan adeta şimdi değilse ne zaman diye gülümseyen havanın çağrısına uymuş...

Refahın ne olduğunu anlamak için sadece insanların yüzüne bakmak yeterli; salarsan kendini, onlardan biri gibi de hissediyorsun.

İnsanlık ailesinin başı ve sonu bir arada görülebilir mi?

Amerikanın her yanında geçerli mi acaba?

Her türden milletin arasında başı en dik yürüyenler Hintliler, gibi görünüyor; “mecburiyetten değil, istendiğimiz için buradayız” der gibiler. Dinginlik telkin ediyorlar. Para pul, buradaki refah seviyeleri mi, yoksa yanlarında getirdikleri kültür mü.. pek bakılarak anlaşılabilecek şey değil.

Boston’da çekik gözlülerin oranı sanki siyahlardan fazla gibi. Japon ve Korelilerden duyduğum kadarıyla, çekik gözlülerin baskın çoğunluğu Çinli. Bu tespit tarihsel olarak da doğru görünüyor...

Boston’da sevimsiz işleri Meksikalılar yapıyor. Çinliler kendi gettolarında ve anlaşıldığı kadarıyla, kendi dükkanlarında çalışıp kazanıyor.

Hintliler ya hastanelerde doktor veya bilgisayar işleriyle meşgul. Sefil bir Hintli görmedim.

Bu aslında bir hüzün tablosu da getiriyor gözler önüne: Dünyada her büyük merkezin sevimsiz ve ucuz işlerini yüklediği bir ikinci sınıf eleman –diyelim- kaynağı var.  Burada bu kaynak Meksika -veya genel olarak Güney Amerika. Almanya’nin ikinci sınıf eleman kaynağı Türkiye.  Fransa’nın Cezayir -ve Fas ve Tunus. İngiltere’nin -bilgisayar devrimi öncesi- Hintliler ve Pakistanlılar.

Modern dünyada tesadüfe ne kadar yer var?

Açıkca görülüyor ki şehir yönetimi bu işe bir akıl ayırmış:
Boston Common'da şimdi de yeni bir kategori çiçek açmaya başladı...

Ucuz, bir aşağılama vurgusu olmayabilir mi...

Bir pardesüye 995 $ diyen Burrbery de ucuzluk yapmış, müşteriler kapısında kuyruk...

Onları görünce aklıma meşhur fikra geldi:

Dönemin en meşhur ve en güzel kadın oyuncularından birine bir manyak musallat olmuş...
Her nasılsa bir firsatını yakalamış, yaklaşıp sormuş
-Mesela-
“Size Akdeniz’de bir ada versem benimle sevişir misiniz?”
“Sizin Akdeniz’de adanız mı var” demiş kadın.
“Yoo”, demiş adam...
Kadın köpürmüş: “Siz beni ne sanıyorsunuz!..”
Adam sakin, “Ne olduğunuz anlaşıldı, iş pazarlığa kaldı” demiş.

Uysa da uymasa da, kıssadan hisse:
Herkesin bir ucuzu var. Kimseyi ucuzcu diye tanımlamamalı.

Sadece keçi boynuzundan ibaret değil, başka şeyler de var

Günün birinde, çocukluğumun en meşhur seri haberlerinden Watergate Skandalını ve kahramanı Derin Gırtlak’ın öyküsünü, Yazarı Bob Woodward’ın kaleminden, üstelik Amerika’da ve İngilizce olarak okuyacağımı yüz bin sene düşünsem akıl edemezdim; kimse de edemezdi.

Hayat kimileri için böyle bir şey. [2 Haziran 2005]

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Hayır, elbette Robert'ın ölümünü ben de istiyor değilim...

Kreş çıkışı Arda ile çocuk bahçesine doğru gidiyorduk yukarda kızgın bir külçe sallanıyormuş hissi veren güneş sıcağında (22 Temmuz 2011). MGH’in önüne yaklaşırken ambulansa götürülmek üzere itelenen sedyenin üzerinde tanıdık bir simayı gördüm. Zagor’un Çiko’sunun Amerikalısı (buradaki kayıt sistemine göre, Latino / Hispanik değil yani, beyaz!)  sayılabilecek Robert B. her ne kadar göbeğinin arkasına saklanmış gibi görünüyorduysa da, yüzünden hissiyatı okunabiliyor gibiydi: “Allah hepinizin belasını versin, bir türlü ölemiyorum sizin yüzünüzden”, diyordu sanki.

Bizim kulübün arkasındaki devlet indirimli dairelerden birinde oturuyordu; en azından 6 yıldır ben tanıyorum, haberdarım. Kışın pek sokağa çıkmaz, yazın da koca karnını kuşatan kısa pantolonuyla bir nevi palyaço gibi görünürdü. Her ne kadar bazı adımlar attığına tanık olduysam da, buraların meşhur elarabasına tutunmadan yürüyemiyordu; kendini taşıyamadığından değil, nefes sorunu yüzünden; tüplü dolaşırdı hep. Zaman zaman nefes alışını yolun öteki ucundan duymak mümkündü, biraz abartıyla.

Her neyse; adamı tarif için yazıyor değilim.

Bir seferinde gözlüğünün camı düşmüş, kendisi yapamamış, bana getirdi; küçük tornavidamla sıkıştırıverdim; çıkardı 5 dolar uzattı. Almadım. Sonra dost olduk. Ara sıra, çağırdığı ucuz belediye taksisini kapının kenarında beklerken içeri girer, el arabasının uygun yerine koca poposunu sokuşturmaya çalışıyormuş tablosuyla benim camekana doğru bakar, halimi hatırımı sorardı. Bir seferinde daha uzun boylu konuştuk. Amerikan deniz kuvvetlerinde teknisyen olarak çalışmış ve emekli olmuş; 1960’larda (64 dediydi herhalde) İzmir’de demirlemişler, şehirde gezmişler. Çok güzeldi demişti. O yıllarda artık güzel ne idiyse...

Sonradan uzun bir zaman görmedim. Bir sabah, sinir bozan cankurtaran sesinin ardından birilerinin büroya geldiğini, kimlerdi unuttum, “Robert kendini denize atmış, intihar etmiş ama ölmemiş, çıkarmışlar” dediklerini hatırlıyorum. Üzülmüştüm. Charlestown’da bir kızı olduğunu söylemişti ama pek görüşmüyorlarmış, yalnız yaşıyordu ve aslında çok bir heyecanı da yoktu rutini sürdürmeye.

Sonrasında neler olduğunu bilmiyorum.

En son ambulans tablosu bana, sosyal devlet denen şeyin aslında çok önemli ölçüde şirketlere çalıştığı düşüncemi hatırlattı yine:
Mesela Robert’ın ölmesi, mesela hastaneler bakımından, mesela araç gereç satıcıları bakımından -muhtemelen devrede daha başkaları da vardır- binlerce doların uçup gitmesi demek. Oysa Robert yaşadığı sürece devletten 3-5 neyse alıyor ve sigortası da, sağlık sorunlarını, bedeli mukabilinde, iyileştiriyormuş gibi yapıyor.

“Adam bıkmış artık, zerre kadar yaşamak heyecanı yok, bırakın artık yakasını”, dersen, seni hemen suçlu ilan edebilirler; o yüzden o kadar ileri de gitmemek gerek.

Zavallı, yine, yalnız yaşadığı, muhtemelen mezarlığa bakan evinde, konu komşu kimse ile görüşmeden, televizyon karşısında uyuyakalıp nefesi tıkandığı için boğulurken sıçrayıp uyanan, mikrodalgada ısıttığı uyduruk şeylerle karnını doyurmaya çalışan, yüznumaraya oturmak ve kalkmak gözünde büyüyen, niye bugün hala bitmedi, niye her şey bir anda bitip gitmiyor diye bunalıp kalan ve aslında ölümden başka çıkışı olmayan bu işkence sürecine geri döndürülmüş görünüyor. 
Evet, hepsi tam böyle olmasa da, üç aşağı beş yukarı yüzlerce insan var oralarda; yaşa diye birşeyler iteleyip duruyor!

Bakalım bir daha karşılaşacak mıyız Robert’la...

22 Temmuz 2011 Cuma

Hayır, ben düşman aramıyorum tabii ki

Cumartesi günü için araba kiralamaya çalışıyordum. Şurada var dediği yeri Googla’da arıyordum ki karşıma çok tanıdık bir isim çıktı: Anatolia College... Zihnimden hemen Amerika’nın kucağını minder zannedenler geçti; dedim burada da dükkan açmışlar... Bir adım daha attım, karşıma –neredeyse- Yunanistan çıktı; kadronun hemen hemen tamamı Yunanlı.

Yöneticileri yılda iki kere toplanıyorlarmış: Birinde Selanik’te, ötekinde Boston’da...

Meraklısı için bağını buraya koyuyorum:   
http://www.anatolia.edu.gr/cms.jsp?CMRCode=11NAJVRNA&extLang=LG

Şu da Megali İdea’nın bağı:
http://en.wikipedia.org/wiki/Megali_Idea

21 Temmuz 2011 Perşembe

ABD aslında nedir?

Çok zaman olmuş Public Library’ye gitmeyeli. Harika havanın davetine direnmek haksızlıktı. Çıktım.

Hayat enteresan; sincaplar resmen oyun oynuyordu. 10 gün kadar süren karanlık, baskılı, yağmurlu, fırtınalı havanın ardından, parlayan güneş müthiş bir iç rahatlığı veriyor.

Sadece gömleğin -kimilerine atletin- yettiği pırıl pırıl günde sersem sepet yürürken, sanki büyük bir savaşı kazanmışım da tadını çıkarıyormuşum gibi hissettim; iyi geldi.

Bütün Boston kendini yellim yelali sokağa atmış: Birinci olarak söylemeli ki, Boston’da çok küçük çocuk var; “Public Garden silme çocuk doluydu” cümlesi, sadece yarısı kadar abartılı.

Sarmaş dolaş insanlar, gönül kimi severse güzel odur, hikmetini getirdi aklıma. Ayrı ayrı birbirine hiç yakıştırılamayacak türlü çeşitli insan, sevip sevişip çocuk bile yapmışlar. Bir siyahla uzakdoğulunun melezi dünya şahanesi bir şeydi. Babası da değil annesi de; çekik gözlü kıvırcık çukulata renkli.

Önümde sarmaş dolaş giden iri kıyım çiftten kız tarafı elini oğlanın tişörtünün içine soktu, sol böğrüne yukarı doğru okşadı, başını sevgilisinin omuzuna yasladı, oğlan kızı omuzundan kendine doğru çekip sıktı.

Kızlar ve kadınlar, sıcağı ve buralıların meşhur tâbiriyle, “beautiful day”i görünce salıvermişler kendilerini: En çok, torba gibi olanlarla, sadece başından ibaret olan memeler dikkati çekiyor.

Bir grup yeni yetme, defilelerde çıkan ve bunları giyen var mıdır diye sorduran şeylerden birini giymişler, tam da gençliğin ele avuca sığmazlığının bir ifadesi, kalabalık caddede en küçük bir rahatsızlık hissetmeden yürüyorlardı.

Fırtına neredeyse 100 yıllık ağacı devirmiş, belediye de gelip kökünden kesmiş; biraz üzüntü vericiydi.

Ama günün flaşı şimdi geliyor: Parktaki atlıların heykeltıraşının adı Andrzej P. Pitynski. [1947 Polonya. 1974’te ABD’ye gelmiş. Parkta sergilenen en iyi eserini 1979’da yapmış.] Yapıtına PARTISANS adını koymuş.

ABD aslında nedir?

Boston Globe’ta, 28 Mayıs 2005, Theodore C. Sorensen nam zâtin “What JFK might tell our leaders” başlıklı yazısını okudum, bu ABD’ye kimin ne itirazı olur, dedim. Linkini buraya koyacaktım ama gazetenin internet sitesine sokmadılar.

Yazar şimdiki yöneticilere, zamanında Kennedy’nin yaptığı konuşmalardan alıntılarla yol gösteriyordu. Yazıyı bitirdikten sonra, Bush takımı bu söze kulak verecekse, kendi partisinin kapısına kilit vurması gerekmez mi sorusu gündeme geldi.

Buraya yazalım: ABD iyi de olabilir. Ama uzun boylu değil. Öldürürler!

ABD aslında nedir?..

Anadolu’nun Genç Liderleri http://www.agl.org.tr adlı grubun ABD üzerine yaptırdığı bir araştırmada [2023’TE GÜÇLÜ TÜRKİYE / Amerika Birleşik Devletleri lobi çalışması] ilginç bilgiler var:

(…) ABD’de yüzlerce toplum birlikte yaşamını sürdürmektedir. ABD’de sayımlarin köklere göre yapılıyor olması ve daha çok kişilerin kendi atalarının ne olduğunu kişilerin beyanlarına göre işlemesi sonucu yine çelişkili rakamlarla karşılaşmaktayız. Örneğin kendisini Rus hissedenlerle, kendisini SSCB’li hissedenler arasında bile ayrım yaşanmaktadır. Tüm bu analizi en basite indirerek tekil olabileceğine kanaat getirdiğimiz milletlere baktığımızda 42.885.162 kişi ile Almanlar’ın en kalabalık millet olduğunu görmekteyiz. Almanlar’i 30.528.491 kişi ile İrlandalılar, onları da 24.515.138 kişi ile İngilizler, 15.723.550 kişi ile İtalyanlar izlemektedir. Bu rakamlara üstte ifade ettiğimiz üzere İrlandali İskoçlar, Alman Rusları dahil değildir. Yine aynı nedenlerden dolayı ABD’de yüksek sayıda Yahudi yaşamakla beraber İsrailliler’in toplam 106.839 kişi ile Türkler’in ardında kaldığını görmekteyiz. Fakat 8.977.444 Polonyalı arasında da birçok Yahudi olduğu tahmin edilmektedir.

Karşı lobilerin faaliyetleri göz önüne alındığında etkinliğin sadece rakam ile belirlendiğini söylemek oldukça güçtür. Örnegin 385.488 Ermeni’nin toplam sayılarının ötesinde etkinlikleri göze çarpmaktadır. Şüphesiz Ermeni nüfusunun büyük bir kısmının belirli eyaletlerde yoğunlaşması bu etkinliğin önemli sebeplerinden birisidir. Örneğin toplam Ermeni nüfusun % 53,08’i California’da yaşamaktadır. Oysa Türkler’in en yoğun olarak yaşadığıi eyalet olan New York’ta ABD’de yaşayan Türkler’in yalnızca % 20,14’ü yaşamaktadır. Bu da toplum diplomasisi olarak adlandırılabilecek faaliyetlerde sayıca az olmamız yanı sıra dağınık olmamız nedeniyle zayıf kalmamıza neden olmaktadır. Toplam nüfusun içerisindeki paylara baktığımızda da gerçekleştirilecek lobi faaliyetlerinde bazı ulusların öne çıktığıni görmek mümkündür. Örneğin Amerikalılar toplam nüfusun içerisinde % 6,96 lık bir dilimle tanımlanmaktadır. Bunun yanı sıra Almanlar toplam nüfusun % 16,91 ini, İrlandalılar % 12,02’sini meydana getirmektedir. ABD’de önde gelen 27 toplum içerisinde Türkler’e ve Ermeniler’e yer verilmezken Yunanlılar’ın toplam nüfus içerisindeki payı % 0,43 tür. (...)

Bu iş papaz efendiyle olmaz, olmaz... Zengin -ve hırslı- bir diaspora lazım. O da sizde yok, hadi güle güle!

300 küsur yıl önce konan “Kızılderililerin Boston’a girişini yasaklayan hüküm” yeni kaldırılmış.

Bu arada meclis komisyonunda Cumhuriyetçi bir vekil, ABD’nin Kızılderlilerden özür dilemesi için önerge vermiş. “Yaptığımız yanlışları itiraf etmeli ve tarihimizle yüzleşmeliyiz” bağlamı burada da geçerli...

Yalnız bu haberin göndermesiyle, buradaki gerçeklik arasında bir küçük fark var: “Zengin bir diaspora…”

Yeri gelmişken, ABD’nin yaklaşık 290 (yeni kayıtlara göre 310) milyon nüfusu var. 2000 yılı verilerine göre Kızılderili sayısı 4 milyon 119 bin 301.

Hiç abartmıyorum, her ay, ABD'deki kızılderili kalıntılarına babalık etmek üzere yola çıkmış papazlardan en az 4 tane zarf alıyorum; kızılderililerin hangi şartlarda yaşamak zorunda bırakıldıklarını, çocukların nasıl cehaletle başbaşa kaldığını, eski reislerin ne kadar da vizyon sahibi derin adamlar olduklarını yansıtan sözleriyle de süsleyerek anlatıyorlar; diyorlar ki, 10 dolar yollarsan 2 ekmek alacağız, 20 dolar yollarsan 3 kişiye 1 haftalık yemek çıkartacağız, vesaire.

Neredeyse bu yılbaşına kadar, elimden geldiğince -bütçem elverdiğince yani- para yolladım. O zamandan beri karar verdim ki, kendilerini kurtaramayan kızılderilileri benim 10 veya 15 dolarım hayatta kurtaramaz. O zamandan beri, zarflarını açmıyorum, ama onlar sürekli yolluyorlar. En son, iki ayrı organizasyondan 2012 takvimi geldi -demek ki açmış mıyım :) Dedim ki kendi kendime, bunlar bedava mı basılıyor papaz efendi...
 

Yazar soruyor: "John Kenneth Galbraith'a ne oldu?"

John Kenneth Galbraith'a ne oldu?
Korkmaz İlkorur yazmış, merak edip okudum.
Şurası esası:
“Bir neden üzerinde durulmaya ve düşünmeye değer: Piyasalar ve bireysellik, sosyal demokrasiyi sahneden siliyor ve bu silinmeye, silinmeyi kabullenen sosyal demokratlar katkıda bulunuyorlar.”

Hâlâ canlıysa eğer, devamı şu bağda:

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=153846

19 Temmuz 2011 Salı

Zavallı CHP, sana bir ağlayan bulunur mu!

Her ne kadar geleceğin CHP’si üzerine bazı çok değerli fikirlerim varsa da, bugün bu saatte tarihsel süreçte kuruyup kavrulan yapı ve yakın ufku üzerine birşeyler yazmak istedim.

CHP artık herkesin de bildiği ve söyleyebildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin arkasındaki kurucu aklın / vizyonun tecessüm ettiği bir organizasyondu. Çok partili hayata geçişle birlikte bu fıçı muhtelif yerlerinden delinmiş, bu yüzden, içindeki hızla boşaltıldığı gibi, her geçen gün ve an akıp gidenin yerine “hür dünya” doldurulmaya ve boşalmaya, doldurulmaya ve boşalmaya, doldurulmaya ve boşalmaya başlamıştır. DP ile başlayan bu doldur boşaltların son kademesi AKP’dir.

Her gelenin biraz daha tarumar ettiği bu yorgun fıçıdan bugün arta kalanın artık pek az orijinal parçası vardır ve kuvvetle muhtemel ki onların da miadı dolmak üzeredir:  Bugün 50’lilerini yaşayan son kuşakla birlikte “Türkiye Cumhuriyeti ve onun kuruluşundan beri getiregeldiği bağımsızlıkçı, medeni insanlık aleminde kendi özgün değerleriyle var olunabileceğine ve olunması gerektiğine dair inanç”, özenle yaratılan bir iki yeni kuşakla birlikte, sanki hiç olmamış gibi tarihin dipsiz kuyusuna süpürülecek ve “yeniden hortlar bu bela” korkusuyla üzerine başka iklimlerin zehirli toprağı kesinlikle serpilecektir.

Kurucu aklın / vizyonun mühürü kimliğini taşıyagelen CHP, apaçık görünen bu imha süreci içinde, aslında hiç de kurucu akıl olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti’ni tarihe hediye eden yegane figürün Mustafa Kemal Atatürk adında bir adam olduğunu, geri kalan yapının, sabah akşam padişahım çok yaşa diye yalakalanan dedelerinin uzantılarından ibaret bir güruh olduğunu ıspat etmiştir. Ve bugün nihayet, on paralık hükmü olmayan, bir külhanbeyinin ifadesiyle, “omurgasızlar” seviyesine kadar gelmiştir; biraz sonra bir sakarın ayağının altında kalmayacağı da garanti değildir.

Evet, bu zavallılar gürühu üzerine kafa yormak ve oradan bir umut çıkarmaya yeltenmek aptalca diyerek çok ileri gitmesek bile, hayli çocukça bir girişim sayılabilir. Fakat yine de bir umut ışığını sulamaktan başka ne yapabiliriz!? O kadarcık bile olsa o umudu boğup karartmaya kalkışacaklardan olamayız. Umut, maalesef, bu çok kötüye kullanılmış, beli kırılmış damardan sızıyor; umut diye sarılabileceğimiz başka bir kaynağımız yok. Evet, bu siyah ve beyaz kadar açık ve tartışmasız. Fakat bu ışıklı bir yazının konusu; gölgelerin kavak ağacı gibi uzadığı bir zamanın değil.

Şimdi sadede gelelim: Bütün bu fıçıyı deldirme, bir daha deldirme, bir daha derken kalbura çevrilme sürecinde, halkın içinde olup da bir türlü aynı yolda yürümeyi başaramayacak kadar kabiliyetsiz partililer, milletvekilleri, kurmaylar ve nihayet liderler şimdi artık tamamen kristal saraylarına çekilebilecek aşamaya geldiler; kendilerini hala “kurucu” filan gibi gören bu taifenin halkla bağları tamamen koptu; bir avuç “milletvekili” ve on şu kadar aymazdan ibaret, acınası bir insanlık tablosu halindeler. Kendilerinden bugün bu noktada ve en gerçekçi bir icraat olarak beklenebilecek tek şey, Türkiye’de olup bitene samimi olarak bir kristal saray sersemi şeklinde yaklaşıp, iktidarı eleştirmeleridir.

Bu satırları, birbirini nakzeden bir laf kalabalığı şeklinde görecekler olabilir; öyle değil ama zararı da yok. Söylemeye çalıştığım şu kısaca: CHP’nin artık harcayacağı bir şey kalmadı; o çatı altında her zaman bir hikmet arayan,
atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacağı umudunu hep diri tutmuş Modern Türkiye Cumhuriyeti sevdalısı insanlar artık yok. Mevcudatın başı bağlı. Su yok bu mirasyedilere bir yerden, artık başlarının çaresine bakacaklar ve bir yol bulmak zorunda kalacaklar. Budur.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Bir fırtına gelir ki parça parça eder

Fırtına, karşı binanın üstünde dalgalanan ABD bayrağını yırtmış.
Bakalım ne zaman değiştirecekler...

-*-

Bayrak parça parça oldu.

*-*

Gece karanlıkta almış olmalılar.

*-*

Neredeyse 24 saat oldu, yerine bir yenisini koyamadılar.

26 Mayıs 2005

Bir web sitem var da...

www.100ler.com’un geniş kitlelere ulaşabilmesi için elimden geleni yapıyorum. Hergün tesadüfen elime geçen e-posta adreslerine “Lütfen ilgilenir misiniz” mesajları geçiyorum.

Geçende, forum üye sayısını 60 bin civarında veren, uluslararası çalışan bir internet sitesi beni heyecanlandırdı, bu insanları tek tek buraya davet edebilirim diye düşündüm. Birkaç üyeye “haber” notu geçtim. Aynı gün beni sepetlediler; “reklam yapıyormuşum...”

Dedim zararı yok, bu iğne benim elimde olduğu sürece bu kuyu kazılır...

Türkiye'de üniversiteler kime araştırır...

Yeri gelmişken, daha önceden de inandığım ama Oktay Sinanoğlu’nun bir kitabında görünce iyiden iyiye kanaat getirdiğim, Türk üniversitelerindeki bir sakatlığa dair iki kelam etmek istedim:

Birileri araştırsa, herhalde Türkiye, kendi işine yaramayacak araştırmalar yaptıran en birinci ülke çıkar -yapılanların ne kadar akademik ahlakla tahkim edilmiş olduğu da ayrı bir soru herhalde.

Türkiye üniversitelerinde yapılıp da Türkiye’nin işine yaramış araştırma bilen varsa lütfen bana iletsin. Bu türden çalışma 1’den fazla çıkarsa gazetelerde dizi yazı, televizyonlara da dizi haber olması için ben elimden geleni yaparım.

Her neyse...

Çok soru var ama ikisi yeter: Biri merak edip araştırsa, Leyden Üniversitesi bu araştırmayı niye yapmış; parayı kim vermiş...

Bir korkumu da şuraya sıkıştırıvereyim: Bu notu okuyanlar arasında belki saf ve temiz bir melek de olacak ve bana diyecek ki, bilim özgürdür, neyi niye yaptığı sadece kendini ilgilendirir... Bilim adamı kimseden direktif almaz...

Evlatlık almanın riski bilgisi kime yarar?

Bülbülü an, kafesi yanına koy, demişler (Bkz. Memduh Şevket Esendal’ın öykülerinden biri).

3 aylığı 22 dolara abone olduğum Boston Globe gazetesinin bugünkü sayısının [25 Mayıs 2005] The Nation A3 sayfasında, evlatlıklarla ilgili bir haber dikkatimi çekti: Foreign adoptees found to adjust relatively well

Hollanda’nın Leyden Üniversitesi’nde iki uzman USA, Kanada, Avrupa, Avustralya, Yeni Zelanda ve İsrail’de, yabancı ülkelerden alınan evlatlıklarla ilgili bir araştırma yapmış. Araştırma sonuçları Journal of the American Medical Association dergisinde yayınlanmış... 1950-2005 arasındaki kayıtlarla, söz konusu ülkelerde gözlenen 137 örneğin değerlendirildiği bu araştırmada, 30 binden fazla evlatlıkla, 100 binden fazla “evlatlık olamamış” çocuğa ilişkin veriler incelenmiş. Evlatlıklarda, ötekilerden daha çok davranış bozukluğu gözlenmiş; saygısız ve pervasız imişler...

Daha başka “bilgiler” de var. Meraklısı www.bostonglobe.com adresine gider bakar.

Benim ilgilendiğim boyut, sayı idi: 1989’dan bu yana ABD vatandaşları öteki ülkelerden 230 binden fazla evlatlık almışlar...

2011 Temmuz notu: Zaman içinde daha iyi gözlemleme şansım oldu. Burada evlatlık almak bir sosyal norm adeta. Bunun vergi gibi konularda herhalde bir getirisi de var. Fakat şartları uygun olanlar evlatlık peşine düşüyor. Yollarda kaç tane ana-baba gördüm; kendileriyle uzaktan yakından bir bağı görünmeyen çocuklarıyla ebeveyn gibi gidiyorlardı.

Şu da var ki, biz evlat dediğimizde, hakikaten olgun insanlarsak, yüreğimiz titrer, sevgiyle sarar sarmalarız –ve belki çok da yanlış yaparız. Benim buradaki –elbette genellenemecek kadar çok kısıtlı- gözlemlerimde, çocuğa karşı bir sevgi sıcaklığından, ışığından çok, bir insan yetiştiriyor olmak bilincini, sorumluluğunu algıladım. Ortada cırcıvık bir sevgi bulamacı yok ve fakat temizlik, tertip, düzen, eğitim, saygı filan var; ve tabii, ebeveynler tarafında, her bakımdan, bir insan yetiştirme yeterliliği!

Sinyal sesinden sonra merdivenlere...

Pazar günü itfaiye durduk yere, aniden tatbikat yaptı, bütün binayı boşalttı.

Bina ilk bakışta 17 kat gibi duruyor, asansörde rakamlar 1’den 17’ye kadar; indiğimiz katta kapıda ve koridorda 17 yazıyor ama yeni fark ettim, 13. kat yok binada; 16 katı yürüyerek indim.

Ama 16 katı yürüyerek çıkmak pek zor oldu.

Canın ezberi bozulursa n'olur...

Güney Koreli bilim adamları yumurta ve sperm kullanmadan, her türlü ahlaki tartışmayı anlamsız hale getirecek şekilde, kök hücreden insan embriyosu elde etmişler.

Yani artık, vay, canlının hayatıyla oynuyorsunuz, ona Allah can verdi bir kere, denemeyecek.

Ayrıca, Korelilerin zaten bir Allahı da yokmuş, ayrı mesele...
Bu gelişme bu alanda çalışan Amerikalı bilim adamlarını çok etkilemiş. Lüzumsuz tartışmalar yüzünden en azından Güney Kore’nin gerisine düştük diye ağlamaklı haldelermiş.

Bu haberi okuduktan sonra, bir elma yemek istedi canım. 3 hafta kadar oluyor, bebek kafası kadar elmalar almıştım pazardan. Üstünde ilaç artığı gibi şeyler gördügüm için elim pek gitmiyordu. Nihayet unutmuşum. Bugün birini seçtim. Aslında ısırarak yerim ama onları soyarak yememin daha az zararlı (!) olabileceği sanısıyla, bıçak da aldım yanıma.

Ne zaman dalından koparıldığını bilmiyorum, ben alalı en azından 15 gün oldu, resim gibi duruyordu. Bıçakla ikiye böldüm. Dehşetle gördüm ki içi geçmiş, perişan olmuş, tıpkı çamur kibin...

Kurbağa büyüdüğünde pişmiş oluyor zaten...

İnanılır gibi değil!
İlkokulda öğrettikleri “daha dün annemizin kollarında yaşarken” şarkısı da Amerikalı!..
Twinkl twinkl little star, diye başlıyor
diye şaşmıştım...

Çok gecikmeden bir başka darbe de Ali Baba’nın Çiftliği’nden geldi.
Onun da orijinali “Old MacDonald Had a Farm” diye başlıyor.

Bu memleket, gelip ge
çen onca iktidar, onca milli eğitim bakanı, onca kültür bakanı, çocuklarına doğru dürüst bir okul şarkısı bile verememiş; Amerikan şarkılarıyla büyümüşüz.

Her şey kopya, her şey!

Ah özgürlük!

http://www.craigslist.org/ daki ilanla Public Library’daki fotoğraf sergisini birlikte okuyunca ilginç bir tablo ortaya çıktı:

Liberalizm sosyal bir kavram: insanın hayatını kuşatıyor, düzenliyor;  siyası, sosyal, hukuki yanları var. Evin bahçeye açılan korunaklı ve donanımlı salonu sanki. Kapitalizm, o evin mutfağı ve çalışma odası.

Burada gövde göstermek için “biraz”dan fazla becerikli olmak gerekiyor: Dişlilere parmağını elini kolunu ayağını bacağını kaptırman, gözünü kulağını burnunu ve yüzünü kaybetmen olası. Bu yüzden biraz sevimsiz ve gözlerden uzak; herhangi insanların ilgisini çekmiyor.
O yüzden geniş bahçeye açılan salona yapılan servisin devamlılığıyla yetiniyor insanlar, arkasında olup bitenlerin farkında değil. Aslında kimsenin umurunda da değil.
Her zaman arka tarafta çalışanların önceliği var; onlar öncelikle keşfetmek, pişirip kotarmak zorundalar. Bunu yapmadıkları takdirde, meşhur benzetmeyle, pedala basmadıkları için bisiklet devrilir. Bu risk, alevli bir kızgın demir gibi, yapının peşinde; herşeyi yakıp kül edebilir ve yok edebilir.

Her neyse…
Bahçeye açılan salondaki hayatla, mutfağın etkileşim içinde olduğunu söylemeye gerek var mı!

Ama yapı bakımından önemli olan, mutfağın varlığı. Mutfak varsa, mesela, nüfusu patlatabiliyor ve çok geçmeden mis gibi pazarını kurabiliyor… Sağda solda yazılanlardan da anlaşılıyor ki, çok uzun zamandan beri mutfaktakilerin ötekileri hazırlama yolundaki en etkili aracı, özgürlük kavramı.

En olmadık bir konuyu insan özgürlüğüne karıştırıp buladı mı, yolu yarılamış oluyor…

Evet biraz geç oldu ama sadede geldik: Aile kurumunun dağıtılış seyrine ilişkin bir gözlemim var. Sistem, mutfağına uymadığı için [Artık ayrıntısı gerekmiyor herhalde, esası ortada] büyük aileyi dağıttı. 50 kişilik büyük aileyi 1 çuval yiyecekle doyurabilirsin. Ama 5 kişilik 10 aile, 10 çuval yiyecek demek! Kısa sürede 5 kişilik aile de, mutfağın eklemlerinde kireç olarak birikti. Anne baba ayrı yaşamalar, anne – çocuk, baba - çocuk türünden tek ebeveynli (!) çocuklar ortaya çıktı. Babaya da bir buzdolabı gerekiyordu, anneye de; çamaşır makinası gerekiyordu, televizyon gerekiyordu, araba gerekiyordu, ev gerekiyordu. Her şey anneye ayrı, babaya ayrı gerekiyordu.

Günümüz dünyasında artık bunlar sıradan nesneler. O kadar ki, Türkiye bile dünyaya milyonlarca televizyon, yüzbinlerce otomobil satıyor. Bunların hiçbir önemi yok. Bir mağazada 14 dolara televizyon gördük. 250 dolar taksitle otomobil alabilirsin… Kim alamaz? Herkese kadar yayılmış bir şey artık ucuzdur, değersizdir, getirisi yoktur?

Buraya kadar herşeyin arkasında, sözel olarak mutlak surette kişi hak ve özgürlükleri var. İnanmayan araştırsın. Herşeyin böyle yapılmasının gerekçesi, her zaman kişinin özgürlüğü kavramıyla açıklandı.

En son, evlilik, tarafların özgürlüklerini kısıtlayan bir kurum olarak tanımlandı -bundan yakınmıyorsan salaktın mesela- ve yalnız yaşamak, özgürlükle bir tutularak teşvik edildi…

O kadar eski değil, evinizde hasbelkader bir yere şıkışmış eski gazeteyi açıp bakın, teşviki apaçık göreceksiniz. Özgürlük!..

Artık eşcinselliğin ve eşcinsel evliliğinin neden bu kadar teşvik edildiği meselesine gelebiliriz: Çünkü malum, bu da bir özgürlük konusu…

Aslında şöyle başlanabilir: Bir özgürlük isteniyor / işleniyor; o halde tezgahta yeni bir mal var!..

Kütüphanedeki eşcinsel evliliğini tanıtıcı sergi ve halen Boston’daki bir numaralı gündem maddesinin ne olduğu hakkında yukarıda birşeyler var.

Bu sabah okuduğum bir ilan, iki farklı platformdaki gelişmeyi kenetledi.

İlan şöyle: Egg Donors Wanted - All Ethnic Backgrounds
Help make a couple's dream of becoming parents come true by becoming an egg donor.
Very generous compensation and expenses paid.
- Female
- Age 21 to 32
- Non-smoker
For more information, please visit our web site .. or contact Christine or Liz at ...

Gönüllülere işe yaradıkları taktirde 5 bin dolar vereceklermiş.

Apaçık görünüyor ki ufukta ısmarlama çocuk var.

Burada bir fabrika kurulmuş, müşteri bekliyor... Karı koca evliliğinden bu fabrikaya müşteri çıkar mı...

Ama resim ortada işte: Erkek-erkek: Bebek yok. Kadın-kadın: Bebek yok.

E canım, onlar da zaten ailesiz çocukları evlat ediniyor...

Çok zaman almayacağını zannediyorum; yakında gazetelerde, dergilerde ve her unsuruyla medyada genetik özellikleri bilinmeyen, ne idüğü belirsiz meçhul şahıslardan artakalmış evlatlıkların nasıl da vahşi olabildiklerine, hatta velinimetlerini parça parça kestiklerine ilişkin dehşet hikayeleri yayınlanmaya başlar.

Mal henüz pazarlanacak kıvama gelmemiş olmalı...

Çok sürmez herhalde, bu çiftler göz ve ten rengini belirledikleri, şu bu ve öteki hastalıklara yakalanma riskinden arındırılmış, karakter özellikleri dahil, hatta doğum günleri bile ayarlanmış olarak bebek ısmarlayabilir.

Eh, bir bedeli olacaktır elbette...

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Bu insanlar aç, buraya yemek için geliyorlar!

Sabah Mary ile Frank’in olmayacaklarını biliyordum, geçen haftadan söylemişlerdi. Pazartesi’nin yemek günü olduğu da malum. Zayıf da olsa, yeni büyükanne olmuş M.S.’nın Ohio’dan dönmüş olması olasılığı vardı. Patronun durumu malum, hiçbir zaman 12’den önce gelmediği için, öyle birinin varlığından haberdar olsan bile, günün sabah kısmında bir anlam ifade etmiyordu.

Erzak arabası gelecek pazartesi erkenden diye Mary de Frank de uyarmışlardı beni. Bunun için değil de, arabanın getirecekleri arasında mutlaka buzluğa ve buzdolabına konulması gerekenler var, aman ihmal etme, şeklinde. Kazasız belasız kapıya vardığımda, Vito’nun beni beklediğini gördüm –mutlaka biri gelecek ve kapıyı açacaktı, o bendim! Bu adamla, soğuk nevale denir ya, hiç kanımız tutmadı; o beni sevmez ben de onu. Öteki gönüllü Anthony’nin tersine, bana bir kap yemek getirmek, apaçık hissediyorsun ki, adamın gözünde büyüyor. Zaten kendisine kalsa böyle bir şey yapmaz, Anthony yolluyor yemeği ki zaman zaman çok önemli ve saygın bir iş yapıyormuş duygusu vererek kendisi getirir ve beni mahçup eder. Kaç kere ne diyeceğimi şaşırdım, yaşlı başlı bir adamın bana hizmet ediyor oluşu pek kolay tolere edebileceğim bir şey değil, her seferinde, olur mu canım dedi büyük bir olgunluk, hayatın getirip götürdüklerini sindirmişlikle , biz de burada görev yapıyoruz senin gibi, bizim görevimiz de bu, dedi. Fakat Vito’da bu yok, bana yemek getirmek, onun için adeta zül. Aralarında şöyle bir fark daha var: Yemekten sonra Anthony, kahvemi de getirir, yanı sıra artık ne servis ettilerse o gün. Utanarak hatırladığım bir şeyi de buraya ekleyeyim: Birkaç gün önce, Mary ve Frank yıllık izindelerdi, bu Vito yine sabah nöbetçisi şeklinde yalnız idi. Kahve yapmak üzere makinaya suyu koymuş, kahveyi de koymuş ve fakat üzerinden o kadar zaman geçtiği halde kahve yok; bir kısım kaynar su kahvenin üzerinden aşağıya damlamış fakat gerisi gelmemiş; 12 bardaklık demlikte 3-4 bardak kahve var ve makinanın yüzü taşmış dökülmüş bir manzara arz ediyor. Allah Allah, bu ne merakıyla açıp bakınca ne göreyim, kahveyi yuvaya filtre koymadan boca etmemiş mi! O da oraya buraya sıçrarken gitmiş sıcak su kanalına da oturmuş ve yolu tıkamış, su ge le mi yor... Yani bu kadarını bile bilemeyecek bir adam olduğunu düşünmezdim Vito’nun; çünkü hain tabiatlı insanlar kolay kolay aptal kategorisine girmez; onlar hain / katı kalpli insan kategorisindedirler.

Her neyse, kolay gelsin, dedim kendime, hazırla kendini, gün pek kolay geçmeyecek aslanım... Yalandan bir iki hoşbeşten sonra herkes yerine çekildi. Çok geçmeden odanın gediklilerinden Angela geldi. Fakat normalde 9’dan önce kapıda olan kamyon saat 10’u geçtiği halde ortalıkta yoktu –Bu gecikmenin bedelini, on kiloluk iki dondurma paketini erimiş vaziyette teslim alarak ödedik, mi diyeyim... Nihayet geldi ve gördük ki, her zamanki şoför değil bu gelen. Belli ki aramış bulamamış dükkanı, üstünde oturduğu da üç tekerli kaptıkaçtı değil ki, koca kamyon!

Beklediğimin aksine Vito işi oraya buraya çekiştirmedi, ortak çalışabildik; hatta inisiyatif gereken yerlerde geri durdu, benim önayak olmamı bekledi. Burası biraz normal, çünkü o gönüllü, ben kadroluyum.

Çok geçmeden, dondurma kutularındaki sorun hariç –şoför, temmuz ayında dondurma taşımanın her zaman sorun olduğundan bahsetti, 15-20 gün önce gelen kamyonda böyle bir sorun çıkmamıştı halbuki- bütün malı yerine yerleştirdik; hatta, üstün bir başarıyla diyebilirim, çünkü buzluk ve buzdolabındaki boşluklar çok kısıtlıydı ve ben onları “yeterli” hale getirdim; Vito’nun ve bizi köşedeki masasından dikketle izleyen kirli Mary’nin hayretli bakışları arasında.

Fakat hâlâ sadede gelebilmiş değilim...

Vito’nun beklenmedik şekilde orada olması, bugünkü öğlen yemeği işini onun kotaracağı anlamına geliyordu. Nitekim yanında bir torba ekmek vardı sabah ilk karşılaştığımızda. Bana bir şey söylemediği için, ne yapacağını biliyor diye vehmettim –aslında hiçbir şey vehmetmedim, hiç kafa yormadım bu işe. Çünkü hem benim işim değildi, hem de onun işiydi, o halde benim kafa yormam için bir neden de yoktu.

Saat 11’e doğru gelirken, patronu sordu, geliyor muydu, ne zaman burada olurdu, öğlen için bir önerisi var mıydı vs...

Patronu bir saat kadar önce cep telefonundan Angela’nın diş randevusu için aramış ama cevap alamamıştım; herhalde yolda diye düşünmüştüm; geliyor olmalıydı...

Bir saattir gelemediğine göre, yola çıkmamıştı bile...

Bu kez ev numarasından aradım ve.. işte, kadın bu saatte hâlâ evindeydi. Pazartesi, yemek günü, büroda bu işi yapacak işbilir bir kişi yok ve her şeyin bir numaralı sorumlusu görünen kişi hâlâ evinde duşunu alıyor ve artık her ne bok yiyorduysa... May gaş may gaş diye şaşkınlıkla gerçeği idrak etti, evet, Mary yoktu ve artık birinin büroda olması gerekiyordu.

Vito’yla konuştular. Herhalde, kaç kişi var filan diye sordu, sadece üç kişi olduğunu öğrenince de, Mary’nin herkesi Pazartesi yemek olmadığına dair bilgilendirdiğini düşündü. Bu konuşmadan sonra Vito, sabah gelişinde, Mary’nin yumurtalı sandviç yap önerisi doğrultusunda, yumurta haşlamak üzere ocağa koyduğu su kazanının altını söndürmüş; bunu sonradan öğrendim...

Bu arada müdavimlerden birkaç kişi daha geldi. Aaa hayret, patron da geldi. Ve fakat aaa yine gidiyor, Angela’yı dişçiye götürüyor, saat 1’de randevuları varmış. Angela’nın İngilizcesi yok, diye bir gerekçe var ortada ama oradaki herkesle İngilizce iletişim kuruyor, İtalyanca değil; her seferinde bizim patronun refakatinde gidiyorlar oraya buraya.

Çıkarken dedi ki, durumu buradakilere izah edin ve bugün öğlen yemeğinin iptal edildiğini söyleyin.

Ne kadar kolay... Olur’dan başka yanıt yok.

Sanki onların ayrılışını bekliyorlarmış gibi, ötekiler sökün etmesin mi... Biraz abartarak, sanki St. Valentine Day partisi var, diyeceğim... Kendini içeri atan derin bir oh çekiyor, yüzünün terini silerken havanın ne kadar sıcak olduğundan yakınıyordu.

80 yaşındaki teyze veya 73 yaşındaki teyze ve 83 yaşındaki Ida bugün yemek yok, bu sıcakta niye çıktın geldin diye soramıyorsun tabii. Objektif olarak bakılırsa, tablo giderek May Gaş şeklinde gelişiyordu. Fakat ben istifimi hiç bozmadım; Vito da öyle. Söyledik işte yemek iptal oldu diye.

Herkesin bu gün bu işin böyle olduğunu ve durumu kabul ettiğini sanıyordum ki, tıs tıs konuşmasıyla ötekilerden ayrılan ve bütün bu müdavim kalabalığı arasında buradaki yemeğe hiç ihtiyacı olmayacak kadar ferah fağfur yaşayan A. G. başıma dikildi, “kim”, dedi “yeni başkan, John muydu, ara, şikayet edeceğim bu odanın yöneticilerinin hepsini... Bu ne sorumsuzluktur, bu sıcakta bu kadar insanı yemek var diye buraya getiriyorsunuz, sözüm sana değil, ondan sonra da yemek yok, oturun işte diyorsunuz. Ne diye geliyor zannediyorsunuz bu insanlar buraya...” Patrona, yardımcısına verdi veriştirdi; haftanın beş günü çalışır görünüp dünyanın parasını alıp bir defa bile zamanında işyerinde olmayan bu insanların birileri dikkatini çekmeliydi.

John’dan önce bizim patronu beklesen, bir müdavimin dişçi randevusuna refakat için gitti, birdeydi randevu, birazdan gelir, filan diye geveliyordum ki, herhalde çini mürekkebiyle yaptığı kaşlarını daha da çatarak, “John’la şimdi konuşacağım, hemen”, dedi. Merkez ofisin santralının numarasını çevirip ahizeyi uzattım ve bir sebeple yanından ayrılmak zorunda kaldım, herhalde başka bir telefon çalıyordu.

Bu arada içerde en goygoyculardan Frank’in kardeşi Mary tozu dumana katıyor, madem böyle olacaktı neden daha önceden haber verilmedi tezini ayrıntılı şekilde işliyordu. Derken en sevimsizlerden Kathleen, ki en yeni “üye”lerden biriydi ve çok düzensiz olarak yemeğe geliyordu, partilerde filan, gözü dönmüş vaziyette, “ben şeker hastasıyım, içerde başkaları da var, bize yemek yok diyorsunuz, şimdi şurada ölürsem bunun sorumlusu siz olursunuz, bunun farkında mısınız, nasıl böyle bir sorumluluğun altına girebiliyorsunuz” filan diye veryansın etti. Onu duyan Lena da geldi arkasında durdu. Madem yemek olmayacaktı bugün neden açıp bir telefon etmediniz, bu sıcakta insanlar ne sıkıntılarla yollarda yürüyorlar, hiç değilse evlerinden çıkmazlardı...

Haklısın teyze, şöyle izah edeyim filan derken, Çinikaş Ana’nın telefonu bana uzattığını gördüm. Üstüste ve hiçbir şey bilmeyen bir kadının sorularını defalarca yanıtladıktan sonra, şüpheye düştüm, acaba yanlış bir örgütün numarasını mı çevirmiştim, sen kimsin, dedim özetle, bizim büyük patronun sekreteriymiş, ne bizi doğru dürüst biliyor ne de programlarımızı.. yemeği kim yapıyor diye soruyor. Sana ne!.. Nihayet patronumun adını öğrendi, onu arayacağım şimdi gibilerden bir şey söyledi kapattı.

İçerde gürültü dinmek bilmiyor. Karnı toklardan Concetta ve Gloria, kapıdan girişte öğrendikleri “yemek yok”luğunu, zararı yok, işte buradayız, konuşuruz, sohbet ederiz, vakit geçiririz şeklinde karşılamış ve öyle de sürdürüyorlardı. Aynı masanın sakinlerinden, neredeyse bir ay önce gözlüğünü kaybeden ve bir türlü doktora gidip yenisini almayan ve geçen yıl annesinin ölümünün ardından yaşadığı bir iki aylık bulutlarüstü özgürlük rüzgarından sonra girdiği bunalımdan bir türlü çıkamayan, ve sanırım biraz da erken bunama işaretleri veren Jeanette, patlak patlak gözleriyle etrafta yemekten çok ilginç bir şey arıyor gibiydi.

Californiya’dan transfer kocamış kabak çiçeklerinden Karen ve ekürisi Julie yanlarına aldıkları masa arkadaşları Frankgillerden Mary ve orada bütün ailesini kaybettiği ve yapayalnız kaldığı için buraya transfer olmuş öteki Californiyalı Josephine ile bir yerden yiyecek birşeyler almak üzere kapıdan çıkıyorlardı ki telefon çaldı; patron! “O müzevir -müdavimlerin en çirkini de aslında, onunla yarışabilecek bir tek neredeyse kötürüm Catherine var- hâlâ orada mı” dedi, “evet”, dedim; bir gün, bir öğlen vaktini idare edemedi mi, açlıktan ölüyorlar mı –starving sözcüğünü kullandı- diye kendi kendine mi söyleniyordu, bana mı konuşuyordu pek çıkaramadım, açlıktan ölecek değiller ya..

Ana’yı telefona getirmek üzere gidiyordum ki, bizim yemeğe en çok ihtiyacı olmakla beraber süper sessizlerden Ida ile Anita’nın ayrılmakta olduklarını gördüm, umutlarını yitirmiş olmalılardı...

Ana peşim sıra geldi, başı gayet dik, kendinden gayet emindi; “kızmıştır, kızarsa kızsın, umurum değil” dediğini duydum. Ahizeyi eline alırken bile yüzünü buruşturuyor, patronu aşağılıyordu içten içe. Nitekim patronu bir iyi silkeledi de; bir nevi başkalarının adına konuşuyormuş gibi, tablodaki sorumsuzluk, ilgisizlik ve koordinasyonsuzluk hususlarına dikkat çekti; bu insanlar buraya yemek yemeğe geliyorlar, bunun bu insanların hayatı bakımından ne kadar önemli olduğunu nasıl idrak edemiyorsunuz, yıllardır bu işin, bu insanların içindesiniz, bunu nasıl göremiyorsunuz gibi, sanki akademik bir toplantıda kürsünün arkasındaymış gibi gayet serinkanlı bir tarzda söyledi.

Daha başka şeyler de konuşmuş olsalar gerek. Patron beni istedi, Vito’ya direktifini söyledi: Yumurta haşlasın, ekmeğin arasına koyun sandviç yapın verin. Ta başa döndük. Başüstüne. Vito’ya gidiyordum ki yanında Kathleen’le arkamda dikiliyormuş. Böyle böyle diye anlatıyordum, Kathleen neee sadece yumurta mı, dedi, yüzünü buruşturarak, sanki kötü bir şey söylemişim gibi. Vito da onun izinden yürüdü; yumurtanın yanına bir sürü şey bulmak ve hepsini bir yerde karıştırmak filan lazımmış vesaire. İşi yokuşa sürüyordu her nedense; bildiği tek şey herhalde yumurta salatasıydı, tavuk, mayonez filan gerekiyordu ve bunu kim ne zaman yapıp karıştıracaktı...

Peki o zaman dedim, tuna (ton) balıklı sandviç yapalım; ve hemen erzak dolabına yürüdüm inisiyatif alarak. Patron, sorun, kaç kişi istiyorsa, demişti. Dönüp halka sordum, herkes, açlıktan gözü dönmüş bir umutla elini kaldırdı.

Çok sürmedi, yarım saat içinde sandviçler yapıldı, yanına elma suyu koyarak dağıttık. En yakın masada denizaslanıgillerden Pauline, yağmur kar çamur demeden bir kez bile yemeği sektirmeyen süperfodul Sebastiana, geldiğini beş metreden gözün kapalı anlayabileceğin pasaklılık abidesi Mary, onun kuyruğu, ezeli şikayetçilerden felaket tellalı Chiky ve şeker hastası cortizon şişkini Kathleen oturuyordu; sadece sonuncusunun gerçekten yemeğe ihtiyacı olabilirdi, ötekilerin verdiği acıkmışlık resmi inandırıcı hiç değildi.

Sonra öteki masaları tamamladım. Herkesin yüzünde, sorunu çözen kişi şeklinde bir algıyla, bana karşı geniş bir sempati ışıltısı vardı; Vito hazırlıyor, ben getiriyorum, dedim, fırsat düştükçe. 

Damaklarındaki son his tatlı olsun diye, yeni gelmiş erzakların arasından üç kutu şeftali konservesi aldım, açtık, güzel güzel onu da servis ettik. Herkes bayıla bayıla yedi. Zavallı astımlı Ida ve Anita, keşke erkenden pes etmeseler, hak mücadelesi veren arkadaşlarından kopup gitmeselerdi!..

İçerdekiler sandviçlerini bitirmiş şeftalilerine başlıyorlardı ki, Karen ve avanesi kapıdan girdi. Karınları tok olmalı, teorikman. Fakat her nasıl olduysa hemen öğrendiler, kendilerinin peşinden balıklı sandviç servisi yapıldığını. Saniye sektirmeden bizim tunalı sandviçlerimiz nerde, biz de isteriz, diye tutturmasınlar mı... En çok da kızkurusu Mary, aman Allahım her zaman bir vesile bulur ve bağırışı çağırış ortalığı birbirine katar; kimse bir şey diyemiyor da bu olur olmaz kıyametlere, çünkü Frank’in kızkardeşi, hiç haz etmese de Mary’nin de görümcesi. “Benimkine mayonez koymasın” demez mi... No mayonez, dedim. Bu sefer ötekiler, “nee, no mayonez mi!” diye şaşıp kaldılar, olur şey değildi... Ve fakat oldu.

Hülasa bir fasıl da bu dörtlü için çalıştık.

Herkesi memnun ettik herhalde rahatlığıyla makinamın başına dönüp ne var ne yoku kontrol ettim. Tesadüfen fark ettim ki, normal çıkış saatimden neredeyse yarım mesai günü fazla çalışmıştım. Bunun bana herhangi bir ölçülebilir getirisi yoktu, bedavaydı. Sağa sola cevaplarımı yazdım, yine halkın yanına döndüm. Artık kim veya kimler yaptıysa, bütün tabak bardak artıklarını toplamış –herhalde Vito yaptı- çöpe atmıştı; masaların üstü de temiz görünüyordu.

Tok karnına ilk ayrılanlar Lena ile arkasından yine dimdik ama ekstra hiçbir şey olmamış, fevkalade normal bir gün yaşamış ve tatmin olmuş bir edayla yürüyen Ana oldular. Ana yanımdan geçerken, gözlerime bakarak, “umurum değil” dedi, “kızarsa kızsın. İşini doğru dürüst yapsın o da...”

Geri kalanlar yine kaldıkları yerden sohbetlerini sürdürüyordu. Birazdan, 100 – 150 metre ilerde oturan Concetta’nın ucuz belediye binek arabası gelirdi. O ayrılınca Gloria kalkar.  Masada yalnız kalacak olan Jeanette benim camekana yaslanıp günün anlam ve önemine ilişkin değerlendirmelerimi sormaya gelir.

Bugün yaşadığımız bu tabloyu 6 yıllık geçmişimde hiç görmemiştim, duymadım da. Herkesi doyurmuş olmamızın üzerinden çok geçmeden Angela kapıda göründü, arkasından da patron. Aslında biraz sinirim bozulmuş olmalı, çünkü patronun gelişini beklemek istemiyordum, keşke biraz daha sonra, ben çıktıktan sonra gelseydi. İçeri girdikten sonra ilk işi telefonda Ana ile konuştuktan sonra, halinin nasıl değiştiğini öğrenmeye çalışmak oldu. “Omuzları çöktü, yaptığının ne kadar büyük bir yanlış olduğunu idrak etti ama çok geçti artık” dedim, “ayrılırken de ben buraya bir daha hangi yüzle geleceğim diye endişeli görünüyordu” diye ekledim, “çok üzgün görünüyordu...”

Söylediğine göre, patronunun sekreteri aramış, Allah’tan telefonu titreşimdeymiş de, dişçide dizlerinin üzerine koyduğu çantasının titremesi üzerine telefonu duymuş, yoksa duymayabilirmiş ve o zaman kimbilir ne olurmuş. Sanki çok umurummuş gibi kadının John’un sekreterinin neler söylediğini, kendisinin nasıl anlayışla karşıladığını filan anlatıp durdu. Buraya 28 yılını vermiş ve böyle bir olay geçmişte hiç yokmuş.

Bir punduna getirip, “çıkabilir miyim”, dedim. Saatine baktı, hâlâ öğrenemedi benim saat kaçta Arda’yı kreşten aldığımı, “aaa” dedi, “tabii tabii, sen çok geç kaldın...” Ben çıkarken, halen içerde oturanlara açıklama yapıyor gibiydi.

Bilgisayar kontrollü oda serinliğinden fırın sıcağına doğru dışarı çıkarken, baştan beri zihnimi kurcalayan soruyu biraz öne çektim: Bu insanlar –yani kadınlar, çünkü hiç erkek müdavim yok aralarında- evlerinden çıkmadan rujlarını, göz kalemlerini, pudralarını, küpelerini, kolyelerini vs –Ida ve Anita dahil- ihmal etmeyecek kadar dünyaya diri mesaj verebilen ve yalnızlığı neredeyse yüzyıldır sürükleyebilen bu teyzeler, gerçekten burada kendilerine verilecek olan bir balıklı sandviçe gerçekten muhtaç olabilirler miydi...

Ertesi gün, gayet iyi bir damak tadı ile hazırladığı balıklı yumurtalı salatayı sandviç ekmeğinin arasına koyup götürürken, her şeyi yiyip yutmaya alışkın tosun bir sokak köpeği -sol bacağı kesildikten sonra böyle oldu aslında- imajı veren tek bacaklı Frank’e sordum. Hakikaten bu kadar muhtaç mı bu insanlar? “Hayır”, dedi, kendinden çok emin bir ifadeyle, “hepsinin bankada parası vardır ama el sürmezler, hep başkalarının hesabından yemeye çalışırlar, hatta bazılarının H. Street’te bugünün hesabıyla milyon dolarlık evleri vardır. Ayrıca, hepsinin emekli maaşı da vardır. Hiçbir şeye ihtiyaçları yok. Her zaman böyledir, hep gözleri dışardadır.”

Sahipsiz İtalyan göçmenlerinden, bu mahallede doğmuş, içinde bulunduğumuz bu binada okumuş, buralarda bu insanların arasında büyümüş Frank bunu söylüyorsa, 56 yıllık karısı Mary de onu doğruluyorsa, bana inanmaktan başka bir yol kalmıyor.

E, n’olacak yani?

Ne bileyim... ABD deyince bizim aklımıza hemen başkan, cia filan geliyor da... Başka cepheleri de var olayın!..

10 Temmuz 2011 Pazar

Aslan filan yokken ekmek ortamında..

İnternetten her gün, beni nasıl zengin edeceklerini uzun uzun anlatmaya çalışan e-postalar alıyorum. Çoğu doğrudan çöpe gidiyor. Hepsi en sonunda, şu kadar dolar ödersen sana eğitim seti göndereceğiz, diyor.

Belli ki birileri için bu bir kazanç kapısı; yolunacak kaz bakınıyor…

Ama birini dikkatle okudum, çünkü dişe dokunur birşeyler vardı. Belki çoktan ayağa düşmüş bir malumattır. Benim için yeni. Buraya özetle koyayım istedim.

Şöyle:

Para kazanmayı bilenler deha sahibi kişiler değil, sadece daha çok insana / müşteriye nasıl ulaşılır diye sorup cevap arıyorlar.

Örnegin 1946 ile 1964 arasında, bir daha hiç yaşanmayacak bir şekilde, 70 milyonun üzerinde çocuk doğdu ABD’de. Uyanıklar hemen çocuk maması ve bezine yatırım yaptı. Anne babalar bunları almaya mecburdu ve bunlar her gün alınıp tüketilecek şeylerdi.

İş dünyasında trend bu demek.

50’lerin sonuyla birlikte mama ve bez yatırımı tüketiciyi tatmin eder düzeydeydi, yeni yatırım gerekmiyordu. Uyanık yatırımcı bu kez “teenager” kuşağına / onluklara yöneldi. Deodorant keşfedildi ve piyasaya sürüldü. 70 milyon teenager, üstelik büyüdükçe kullanımı sürdürerek, hiçbir zaman vazgeçmeyecek şekilde deodorantla büyüdü.

60’larda 800 civarında üniversite açıldı, çocuklar üniversite çağındaydı ve bunlara yeni yaşam mekanları sunmak gerekiyordu.

Bugün dünyaya bu mantıkla bakmak, olup bitenleri bu temele oturtarak anlamaya çalışmak gerekiyor.

Bu broşürü gönderenlerin bana ne satmaya çalıştığını hatırlamıyorum.

Kurucu her zaman bir avuç

Yıkmanın yapmaktan ne kadar kolay olduğunu apaçık gösteren iki örnek var karşımda:

Biri, yanına yenisini yaptıkları (Biz gelmeden ne kadar önce başladılar -geleli 4 ay oldu- bilmiyorum ama kullanıma açılmış olan yeni yolun halen eksiği gediği giderilmeye çalışılıyor) eski yolu iki günde ortadan kaldırdılar.

İkincisi, Magic Ball diye bir bilgisayar oyunu. Yani yıkmak bu kadar mı keyifli hale getirilir, diye sormak mecburiyeti var. Etap etap, karşına her seferinde yıkılacak yeni yapılar getiriyor ve oyuncuyu türlü çeşitli yıkım araçlarıyla donatıyor. Para verip almam, ayrı mesele, ama bedava örneğiyle kaç kere oynadığımı hatırlamıyorum.

Denebilir ki sadece bir oyun. Karşılık olarak, bir dönem çok popüler olan SimCity’yi hatırladım, ne kadar çok bileşeni vardı.

Mitt Romney'in ABD'ye Başkan olma şansı ne kadar...

Siyaset bilimine giriş dersinde öğrendik, “örgütlü bir azınlık örgütsüz bir çoğunluğa üstün gelir”.

Burada -ve belki dünyada- bunun somut bir örneği yaşanıyor: Eşcinsel evliliği taraftarları ciddi bir faaliyet içinde. Amerika’nin birçok eyaletinde bu talep artık bir insan hakkı olarak tanınmış durumda. Massachussetts Eyaleti henüz bu hakkı tanımamış. Meclisin kararını, Bush gibi Cumhuriyetçi Parti’den olan Eyalet Valisi Mitt Romney veto ediyormuş. Karşılık olarak bu lobi ciddi bir çaba içinde.

En son Boston Halk Kütüphanesi’nde bir fotoğraf sergisi açmışlar, eşcinsel evliliklerinden örnek kareler sergileniyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden evlat edindikleri çocuklarla birlikte; Erkek – Erkek, Kadın – Kadın aile görüntüleri. Mesaj, korkacak bir şey yok -insan bilmediğinden korkarmış ya.

Yazılanlara bakılırsa (Her nedense aleyhte tek satır yok, özgür basın denince hani, akla geliyor) eyalette eşcinsel evliliğe taraftar olan seçmenlerin oranı hayli yükselmiş, politikacıların görmezden gelemeyeceği bir düzeye ulaşmış.

2003 rakamlarına göre 581 bin 616 nüfuslu Boston’da kaç eşcinsel çiftin evlilik için hak beklediğine ilişkin bir sayı görmedim; ama burada bu en birinci gündem konusu.

2011 Temmuz eki: Sonradan sanki gündemden düştü bu hikaye. Mitt Romney’in yerine seçilen siyahi Demokrat Deval Patrick bu işi çözdü herhalde, bilmiyorum. Eğer çözmediyse, ufukta eşcinsel çiftler bakımından bütün ABD genelinde bir risk de söz konusu. Çünkü Mitt Romney ille de başkan olacağım diye, ikinci dönemdir çabasını sürdürüyor…

Ruth Harcovitz kendisi için mi söyledi...

North End Halk Kütüphanesi Bir Özel Müzik Programı Sunar, diye bir el ilanı ortada dolaşıyordu. Soprano Ruth Harcovitz, Napolitan şarkıları, opera aryaları ve popüler İtalyan şarkıları söyleyecekmiş. Üstelik bedava.

Heyacanlanarak kalktık bir saat önceden gittik, halk hücum ederdi belki, olur ya...

Görevliye, biz müzik programına geldik, salon nerede, nasıl gidebiliriz, diye soruyorduk ki, kadın kolunu kuytu bir köşeye doğru uzatarak, “orada, oditoryumda”, dedi.

Gittik, baktık; 40 civarında sandalye vardı. Ortaya bir org konmuş. Öbür bir masada, kuki dedikleri kurabiye gibi şeyler var. Yanında, kırmızı, şerbet gibi bir içecek. Öbür bir masada, kazanda kahve ve şeker ve süt ve kağıt bardaklar ve kaşıklar. Öteki bir köşede, sanatçının, belki satın almak isteyen çıkar diye konmuş CD’leri.

Saat 12’de program başladı. Az önce ortalıkta sağa sola koştururken gördüğümüz kadındı solist. Pullu kırmızı bir sahne elbisesi giymişti. Başında perukasıyla. Haddinden fazla karikatür bir amca da orgun arkasına geçti.

Çoğu 70’i geçkin 30 kadar dinleyiciye, bir saat kadar çok güzel şarkılar söyledi Ruth Harcovitz. Bazılarının öykülerini de anlatarak. Konuşması da güzeldi. Sonradan öğrendik ki New England Konsevatuarı’nda hocaymış da.

Her ne kadar özel bir çaba harcamadıysam da izleyicilerin dikkate değer bir kısmının tıkınmak -malesef adı böyle eylemin- için geldiğini gördüm.

2011 Temmuz eki: Zaman içinde onu gözlemledim ki, bu sosyal bir "aktivite". Böyle organizasyon yapanların, "gelsin fakir, karnını doyursun" gibi bir kalemi var; eh tablo bu sayede biraz da kalabalık görünüyor.

Öte yandan, Ruth Harcovitz'in performansı, en azından bizim yaşadığımız bölgedeki yapıyı anlamak bakımından bazı ipuçları veriyordu.

1. Emekli bir opera sanatçısı, her şey -masraflar yani- kendisinden, bir sürü şeyi bir araya getirerek, bedava konser veriyor. Podyum filan aradığı yok; burnunun dibindeki ve dikkati çekecek kadarı boş olan sandalyelerden gocunmuyor. Gelenlerle arasında en küçük bir serinlik bile yok; herkesle sevgili... Sanatının icrasında da fevkalade özenli.

2. Mahallenin kütüphanesinde bu tür işler için bir yer ve zaman var. Kütüphane idaresi, bu organizasyonu duyurmak için ilan hazırlıyor ve uygun olan bütün yollarla, mahalle halkına ulaştırıyor.

3. Bu olaydan kendisinin k
âr hanesine yazılabilecek hemen hiçbir şey yok; bir önemi varsa, yerel gazetede çıkacak üç dört satır hariç.

4. Belki bu aktivite, öğretmen olarak çalıştığı kurumun, "yılda şu kadar performans" dayatmasının sonucudur, olur a; buralarda var böyle kayıt ve şartlar. Fakat en küçük bir angarya sızıntısı yoktu tabloda.

5. Belli ki hayatının belki de tamamı müzik ve şarkılarla geçmiş, onlarla nefes almış vermiş; gerçek anlamda bir tatmini varsa bu çabasının, herhalde yaşıyor olduğunu bir kez daha hissetmesiydi; her şeyi kendisi için yaptı belki; niye olmasın...

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Kathy mutlu bir çalışan mıydı...

Bunker Hill Community College’e gittik. Bizi okulun halkla ilişkiler görevlisi, hayat dolu, işini ziyadesiyle seven, tam işinin kadını, gözlerinin akı hariç simsiyah Kathy karşıladı.

İşini eğlendirici bir gösteri haline getirmiş ve herkese kabul ettirmiş.

Kathy’nin orada istihdam edilmesi BHCC için tam bir kazanç. Yoksa Kathy’e hayır diyebilecek bir şirketi düşünmek bile çok zor.

Kabul etmeli ve söylemeli ki, bize bedavadan, hiçbir sonuç almayacaklarını bile bile o kadar heves ve iştahla bilgi vermeleri, bizi memnun etmek için o kadar gayret sarfetmeleri çok etkileyiciydi.

Bunda belirleyici faktör sadece para olamaz…

Geçerken ögrendik ki, okulun uluslararası ilişkiler müdürü, 92 ülkenin öğrenci alış verişi mevzuatını biliyormuş.

Okulda Türk bayrağı da asılıydı.

Ali ile Tyson arasında uzay farkı var, ruha denk düşüyor

Televizyonu açtığımda altıncı raundun sonuydu. Yedinci raundda, aldığı yumruklardan bir gözü kapanmış ve yüzü dağılmış haldeki Sonny Liston çekildi; Cassius Clay, Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu oldu: 1964

“I am the king of the world” diye bağırıyordu, “22 yaşındayım ve dünyanın en büyüğüyüm...”

Sonra 1966 oldu: Kanada Şampiyonu beyaz George Chuvalo ile maça çıktı. Başlamadan, gözlerinin içine içine bakarak ve dişlerini göstererek rakibini öylesine aşağıladi ki.. Kanadalı yenik başlıyor…

Her şey çok yavaş.

Kanadalı ne kadar tam bir hamalsa, Muhamad Ali Clay o kadar sıra dışı, oyunbaz ve eğlenceli.

“He is a showman”, diyor kaşar sunucu.

Üçüncü raundda devirecekti, durdu. O kadar Kanadalı gelmiş, 14 bin kişilik salon dolu…

Boğa gibi kuvvetli Chuvalo havayı dövüyor.

Şampiyonluk bir ruh hali, apaçık.

Uzadıkça eşitlik vehmetti Kanadalı.

Haince, Mike Tyson gibi, adam dövmek hırsı yok Muhammed Ali’de; centilmen, spor yapıyor…

Akıllı bir adam, boks ona göre bir spor değilmiş.

Üçüncü raundda düşecek gibi dağılan Chuvalo bir araba dayak yedi, dirildikçe dirildi; nasıl ayakta durduğu hayretlik bir şey.

Ondördüncü raund:

Chuvalo’nun sağ yanağı kanıyor. Onu ayakta tutan herhalde bir bilinç değil; vücudun kendini kilitlediği bir nokta: Düşmeyeceksin!

Maç normal bitti.

Ne adına bir saat dayak yedi acaba?

Birinci raunda da yenilse, herhalde aynı parayı alacaktı...

2011 Temmuz eki: Sabaha karşı kalkıp uykulu uykulu izlediğim bir maçını hatırlıyorum Muhammed Ali'nin; Zaire'deydi -ve Foreman'la oynuyormuş...
Foreman'ı, ikinci defa Boston'da, televizyonda, kendi işletmesinin reklamını yaparken, bir ticaret adamı olarak gördüm.
Her ne kadar Mike Tyson, boks sporunun tabiatına en uygun bir şampiyon idiyse de, bana göre hiçbir zaman efsane olacak bir sporcu değildi; aranan ruh bulunamamıştır, mesela... Ötekinin aksine, daha çok, kudurmuş bir hayvan imajı zihnimdeki.
Meraklısı, hayatın seyrini idrak bakımından Mike Tyson - Danny Williams maçına bakmalı.

Medya, para basmanın ötesinde, amaçsız mıdır?

Kendimle çelişkiye düşme pahasına söyleyeceğim:

Televizyonlarda çocuklar için yayınlanan çizgi filmlerde artık bizim memlekette gördüğümü hatırlamadığım kaz, ördek, fare, bambi vs yok.

Hayatta şeklen bir karşılığı olmayan, fare gibi, domuz gibi, kedi gibi, geyik gibi, dinozor gibi, tavşan gibi, uzaylı gibi, bildiğimizin dışında birtakım figürlere hayat yakıştırılıyor; yani bilegeldiğimiz toplumsal yaşamın esas unsurları bunlar oluyor...

Bankaya sinemaya gidiyorlar, yemek yiyor, uyuyor, okuyor, mutsuz oluyorlar vs...

Daha önce ördek kaz mevzuunda söylediklerimde bir yanlış yok; halen de ördek kaz fare ve ayılar bu ülkenin gerçeği; gökyüzünde kazlar ördekler uçuyor.

Ama bu yapıntıların izahı nedir? Kabaca, salaklaştırıp bilinç çarpıtma mı; yaratıcı yaklaşıp ufuk açma mı...

Yoksa anlattıkları hikayeler aynı: Anneler, babalar, çocuklar, iyi arkadaşlar, kötü komşular, temiz ve güzel çevre falan fıstık...

Merakımı mucip oldu...

2011 Temmuz eki: Çok kolayca denebilir ki, “ne var yani, bütün masal dünyası budur, her şeyi hayvanlar yapar, dünya hayvanların dünyasıdır!”

Fakat ona zaten masal diye başlıyorsun, dinleyen de bir ders bekliyor sonunda.

Hedef çocuk olunca, onları yakalamak bakımından hayvandan daha cazip bir figür ne olabilir ki, de denebilir…

Belki de şöyle söyleyip kaçmak en akıllıcası: Çağın geldiği nokta belli, teknolojik olanakların sonu yok; ne olacaktı yani? Hayal gücü en kuvvetli olan ve hikayesini en güzel şekilde ekrana aktarabilen kazanıyor.

Evet toplumsal hayatta hiçbir şey kendiliğinden ve başıboş bir şekilde akıp gitmiyor olabilir ama bu iş de nihayet bir kazanç alanı…

Çalıştı kazandı... Sonra?

Burada en sık göze çarpan iki araç türü var: Biri, inanılmaz çeşit ve modeldeki, kamyonetler. Öteki de, inanılmaz çeşit ve modeldeki, cipler, genel adıyla SUV’ler.

Geçende biraz dikkatle baktım: Cipler, kamyonetlerin üstü kapatılmış ve konforlu hale getirilmiş formları.

Şöyle yazdım kafadan: Cipler, zamanında kamyonetlerle çalışmış, para kazanmış, artık rahat etmek isteyen ve tâbir câizse, -haybeciler için değil, çünkü onlar zaten otomobilleriyle doğuyorlar- hak etmiş zenginler için tasarlanıp üretilmiş.

Elbette böyle olması gerekmiyor; ama yine de ilk cipi tasarlayanı dinlemek fena olmazdı.   

Kapına mutlaka geleceklerdir, açmama hakkın var!..

Bir tanıdığımız var, kredi kartı almak için çalmadık kapı bırakmadı. Her yerden Credit History’niz yok karşılığını aldı. Sonra durup dururken, kocasına kredi kartı davetiyesi gelmiş. Şaşırmışlar. Çünkü çalışana, üstelik Sosyal Security Number’ı da varken kart vermeyen sistem boş gezene davetiye yolluyor!..

Neden sonra anlaşılmış: Olay bir internet ticareti, internetin kullanım yollarından birine araç olmak…

Burada bir internet bilgi trafigi var, apaçık böyle.

Şöyle: Mağazalarda satılan ürünlerin içinden garanti ve müşteriyi tanıma kuponları çıkıyor. Bu zat kuponları, üstelik internetten doldurmuş. Oradaki bilgilere göre, ortada kredilendirilebilir bir mali tablo var. Zat diyor ki, bu kuponlar Citibank’a gitmese, adım ve adresimle beni burada nasıl bulacaklar?

Bulacaklar lafı kazara edilmiş değil, çünkü aynı şekilde bir de sigorta şirketinden davetiye gelmiş bu zata. Tesadüfen bunlar olumlu örnekler...

Acaba internet bilgileri başka kimlerin eline geçiyor?

Önemli bir soru...

Temmuz 2011 eki: Posta idaresinden de bir tür bir adres satışı söz konusu olabilir… Hiç bilmediğim, hiç ilişkimin olmadığı yerlerden, kapı numarama kadar doğru adresle zarflar gelişinin başka türlü izahını yapamıyorum.

Sürekli para isteyen dernek vakıf gibi yerlerden gelen zarfları anlayabiliyorum; muhtemelen adres değiş-tokuşu yapıyorlar veya bu işi yürüten bir organizasyon var.

Medya kuruluşlarından gelenler de bu çerçevede görülebilir. Zaten hasbelkader bir dergiye abone olduğunda, tabir caizse, paçayı kaptırıyorsun; grubun ve paslaştıkları öteki grupların ne kadar yayını varsa, sana ulaşmaya çalışıyorlar.

Kamusal / ticari / hukuki mekanizmanın odağındaki ilke şu gibi görünüyor: Herkes müşteri olabilir –olmalıdır da, kamu otoritesi olarak biz böyle görüyor ve teşvik ediyoruz- olmak istemeyen, cevap vermesin veya hayır desin…

Bu tür gıdıklanmalardan –mesela telefon yoluyla- hoşlanmayanlar için devlet internet üzerinde müsekkin hatları da açmış: Oraya gidip telefonunu yazıyorsun, bir daha seni aramıyorlar.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Kim diyor Amerikalı kaz değil diye...

Elektrikli her aletin kablosunda, bir türlü koparılıp atılamayan -ve koparılıp atılması yasak olan- bir kağıt parçası var.

Merak edip baktım:

Kağıtta, aslında o aletin ne kadar tehlikeli olabileceğine ilişkin uyarılar yazılı. Okudukça, aksini yapacak kadar salak insanlar var mıdır sorusu akla geliyorsa da, daha önemlisi, bir adım ilerde, o salağı bile korumak üzere örgütlenmiş devlet görünüyor.

Bir aklıevvel çıkıp bu anlayışın, aslında şirketleri çok yüksek tazminat cezalarından korumak amacıyla uygulamada olduğunu öne sürebilir tabii.

Ama demek ki bu sefer de, hukuk diye bir şeyle karşı karşıyayız...

Temmuz 2011 eki: ABD’nin insan hakları ve özgürlükleri üzerine kurulu bir devlet olduğu sunuşu / algısı çok büyük bir illuzyon:
ABD, bir şirketler cumhuriyeti; ABD halkı, insanlar, seçmen de, bu şirketlerin, varlıklarını sürdürmek ve büyüyüp gelişmek –ve semirmek- yolunda kimi zaman yaladıkları, kimi zaman gagalayıp didikledikleri, yer yer ısırıp kanattıkları ve dahi öldürdükleri, yemlikteki doyum aracı.
Sistem, şirketlerin para yapması esasıyla çalışıyor; insanın refahını önceleyerek değil.

Denebilir ki Günaydın!.. Dünyanın en büyük ekonomisinden, kapitalizmin kabesinden bahsediyorsun!

Arada önemli bir fark var: Şurdan burdan nakil değil, apaçık görünene tanıklık ediyorum! Ayrıntı var ya hani, şeytanın gizlendiği...

Bu konuda söylenebilecek çok şey var; yeri geldikçe…

Mustafa Kemal vizyonu asla bunu önermiyordu

Zavallılık faslından olmak üzere,
bir de,
Türkiye’de, çocuğunun doğum gününü ilk “iyi ki doğdun” sözleriyle kutlayanın kim olduğunu merak etmeye başladım.

Ve o masumu...

Yürüyen kervan ne taşıyor...

Bu kaz mevzuuna  daha önce Charles Street’te gördüğüm dünya şahanesi sarı bir kızdan mülhem olarak Türkiye’deki basınla ilgili değinecektim:

Bizimkilerin yüzyıldır kapak yapıp dayattığı kızlar burada sokaklarda dolaşıyor.

Sokaktaki kız, içinde kendini gördüğü veya göreceği için gidip dergiyi alıyor -aslını söylemek gerekirse, ona ihtiyacı da yok, o da başka bir sersemletme bombardımanı altında, malum!

Halen de merak ediyorum: İstanbul’da bile o kızdan kaç tane...

Eskiden beri inanıyorum: Zavallılık doğuştan gelmez, sonradan edinilir; kültürel bir şeydir. Ve genellikle hali vakti yerinde olanlar arasında revaç bulur.

2011 Temmuz eki: Türkiye’de basının, dar anlamda, Türk olmadığı –daha genişleterek söylersek, milli olmadığı- bilinmeyen bir gerçeklik değil.
Öte yandan, bu faslı da Türkiye’nin kendi tarihsel gelişim sürecinden soyutlayarak ele almak da mümkün değil.
Hayır, cumhuriyet devrimlerini suçlamak gibi bir basitlik –ihanet hatta- içinde hayatta olamam; fakat, işte mevcut Türkiye’de de açıkça görüldüğü gibi, bizim –en azından “aktif olan” diyelim- kültürel kökenlerimiz bizi, toplumu geri çekiyor; çağın içinde kulaç atma yönelimi bir yana, ne çağ, ne yüzme, ne kulaç bilgisi var bu kültürel geçmişte; bataklık ve insana deriiin bir uyku veren albenisiyle zehirli sarmaşıklar.

Güç gerçeklikle ilgili bir şey

Gelip geçerken, parktaki genç anne babaların, üzerlerine binmek için sıraya giren küçük çocuklarını sevgiyle seyrettikleri veya fotoğraf çekmek için uygun bir açıda hazırola geçtikleri, pirinçten dökülmüş, ana kaz ile yavrularına baktıkça, Amerika ve Amerikalılara ilişkin bir şeyi daha idrak ettim:

Donald Duck ve avanesi; veya yakın zamanlarda tazelenmiş imajıyla, hain kara ördek bir gerçek.
Amerikalının hayatında var o ördek -veya kaz.

Onunla meşgul Amerikalı, onu görüyor, onu kullanıyor, onu üretiyor, onu satıyor, onunla oynuyor. O ördek -veya kaz- apaçık bir gerçek: Pirinçten figürleriyle çocuklar oynuyor, yetişkinler havuzdaki canlılarını besliyor veya onun üzerinden bir güzelliği idrak ediyor.

Acaba Ankara’da veya Mersin’de veya Trabzon’da veya Diyarbakır’da, televizyonun karşısında çizgi film izleyenlerin hayatlarının neresine denk geliyor bu kazlar veya ördekler?

Bu kadarla kalsa belki görmezden gelinebilirdi salaklık ama aynı şey Amerikalı fareler, ayı Yogi -veya Winnie the Pooh- için de geçerli!..

Amerikalıların daha neler neleri var... Onlarla meşgul olmalarında, onları yeniden yeniden üretmelerinde, satmalarında, oynamalarında, onları kullanmalarında garipsenecek ne var... Hepsi Amerikalının elinde; başkasının hayatı, başkasının dünyası değil ki...

Dünya dediğin

Dikkat çekici bir husus da şu ki çocuk üretim kuruluşları sıkı çalışıyor...

Her yerde bir kuş cıvıltısı…

İki çocuk sesi,
üç cankurtaran,
dördüncü itfaiye,
beşincisi ara sıra Harley Davidson.

*-*

Emine’nin siyah saçlısı, Aslı’nın zencisi, İrfan’ın İrlandalısı, Ankara’daki alt kat komşumuz Betül Hanım’ın Amerikalısı var…

*-*

Kwanzan Cherry Prunus Serrulata
Meta Sequoia Gyliptostroboides Dawn Redwood China

*-*

Sincapları çağırmayı öğrendim. Sesleniyorum, gelip bana bakıp bakıp gidiyorlar.

*-*

Parklarda hayat müjdeleyen rengarenk tarhları gördükçe, Boston’a Laleler Şehri diyebiliriz, gibi bir şey geçiyor zihnimden.

Laleyi buraya kim getirmiş acaba... New York'u Hollandalılar kurduğuna gore, Boston’a da emekleri geçmiş olmalı…

Bu arada Boston, İstanbul’la aynı paraleller arasında. Dünya haritasını açıp bakınca gördüm.

Herkesin, “çok güzel bir şehre gidiyorsunuz” sözleri, bu uyanışla bir anlam kazandı.

Lale belki bu paralelleri seviyor.
Veya Boston Lale Devrini yaşıyor.
Belki de Boston baharı Hollandalılara teslim.
Veya daha başka bir sürü şey...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

İnsan doğası acaba gaz halinde mi...

Parkta biraz kitap okudum.
Kızlar serilmiş çimlerin üstüne, üstbaş fora edilmiş, güneşleniyorlardı.

Oğuz Aral’ın Korna Kamil’iyle Utanmaz Adam’ı geldi aklıma; burada olsalar ne yaparlardı...
Yoksa, o devirler geçti mi... Alıştık mı artık çıplaklığa, kızlarla oğlanların yollarda öpüşmelerine...
Ne var yani, diyor muyuz bozuk çalana, ahlak sukut etti diyenlere...

Yol boyunca, dört kişiden selam aldım selam verdim: Biri arabasını durdurdu, yanıma kadar gelip, Sir diye başlayarak, Sommerville’e nasıl gidebileceğini sordu. Kısmetsiz bedevi fıkrasını hatırladıysam da, gülemedim:

Talihsizlik her yerde talihsizlik.
Kabalık her yerde kabalık.
Nezaket her yerde nezaket.
Merhamet her yerde aynı.

Sevgi, sempati ve hoşgörü her yerde aynı.
Sevimsizlik, nefret ve kin keza.

Ankara İstanbul veya Boston...

2011 Temmuz eki: Bugün öğlen sonrası işten çıkışta yine beni hayrete düşüren çıplaklık tablosuyla karşılaştım. Yolumun üstündeki yeşil alan (park diyemiyorum) biraz abartarak söyleyeyim, hıncahınç çıplak kadın ve adam doluydu; üstlerinde bikini / mayo, güneşleniyorlar; kimi sırtüstü kimi yüzükoyun.
Hayır, insanların güneşlenme isteğine, hevesine bir itirazım yok, fakat anlamlı / anlaşılabilir olan şey bir anda çok çirkin bir tabloya dönüşebiliyor; sahilde bir yerde, belki de hiç dikkat çekmeyecek bir tablo, burada, çarşının, trafiğin ortasında karşına çıkınca sersemliyorsun. Evet, Boston gibi bir yerde zaman zaman güneş neredeyse altın değerinde ve insanlar bu altın saçımından sonuna kadar yararlanmak istiyorlar, bunu anlıyorum; ama olmaz ki, böyle de olmaz ki. Bir fetiş adeta!

Ağaç işte, ağaç...

Sarı çamı kızılından, meşeyi gürgenden, şeftaliyi elmadan ve dahi kirazı kayısıdan ayırt edemeyiz.
Kimse de garipsemez bunu, bizim normalimizdir.

Eksiğiyle, noksanıyla şişinen bizden başka bir millet yoktur yeryüzünde diye yazmıştı Hilmi Yavuz başka bir bağlamda.

Bu ayıp yakamıza ne zaman yapışmış; böyle olunca köylü değil şehirli olduğumuzu mu sanıyoruz… Doğrusu çok tahrik edici bir mesele...

Elin -Yüzüklerin Efendisi’nde, savaştan kaçarken de görülen- iki insanın ancak kucaklayabileceği kuturdaki ağaçlarını yolun üstünde her gün gelip geçerken görünce, hele bir de yepyeni bir hayatı müjdeler gibi, yetişkin bir insan eli kadar çiçek açmışlarsa -uçuk pembeli Saucer Magnolia ve uçuk sarılı Star Magnolia- silah zoru yok, merak sarıyor insanı.

Birkaçını not ettim Public Garden’dan; oralardaki, adı sanı anılmayan türlü çeşitli ağaca binlerce selam olsun:

Ulmus Glabra Scotch Elm
Aesculus Hippocastanum
Western Catalpa
Sophora Japonica (China ? Japan)
Acer Saccharum Sugar Mapple
Acer Platanoides Norway Mapple
Tilie Europea European Linden
Western Catalpa Catalpa Speciosa
Green Ash Fraxinus Pensylvanica Oleceae
Cherry Prunus Rosaceae
Dutch Elm Ulmus Hollandica Ulmaceae
Salix Elegantissima Thurlow Weeping Willow (Japan)
Ulmus Americana
White Oak Quercus Alba Fagaceae
Katsura Cercidiphyllum Japonicum Cercidiphyllaceae
Red Oak Quercus Rubra Fagaceae
Fagus Sylvatica Pendula Weeping Beech
Pin Oak Quercus Palustris Fagaceae
Sophora Japonica Pendula Leguminosae
Ulmus Thomasi Rock Elm
(Bir sincap ağacın dibinde dineldi beni gözledi gidinceye kadar)
Quercus Robur English Oak
Ginko Biloba Maiden Hair Tree (China)
Fagus Sylvatica European Beech
Tilia Cordata Littleleaf Linden
Sequoiadendron Giganteum
Picea Abies Norway Spruce
Tea Crab Malus Hupehensis Rosaceae

Sartre bakışlı kedi

Geçen gün gözümün önüne şaşı bir kedi geldi.
Onu türlü çeşitli şekillerde düşündüm.

Oradan, hep Tanju’nun koltuğunda yayılan Orhan Abi’ye sıçradık; -ilgilenemiyorum diye Tanju yol vermiş kedisine.

Çok güldük.

Şaşı bir kedi... Sartre gibi bakan bir kedi... Köpek de olabilir, hatta şaşı bir aslan veya fare veya bir kurt veya ayı.

Var mıdır hakikaten?

Yoksa durum tamamen insanî mi?

Gövel ördeği görmek meselesi

Yeşil başlı gövel ördeğin Türkiye’de sadece adı var; Boston’daki parktan bakınca açık seçik görünüyor. Sanki hepsi oraları bırakıp buraya gelmiş. Bir sahip çıkan olmamış oralarda.

2011 Temmuz eklemesi: Charles River boyunca yürürken, yayılan kazları gördükçe üstüme bir ferahlık geliyor, havayı dostça buluyorum.

Buradan kalkarak, içimden şöyle demek geçiyor:

Bir şehrin içinden ille de üzerinde teknelerin yelkenlilerin oynaştığı bir nehir geçmesi gerekmiyor, ama, yeşil yeşil parklarda sere serpe gezip dolaşan kazları, ördekleri –elbette yavrularıyla birlikte de- görmüyorsan, orada hayat adına çok şey eksik demektir…

Ankara ve İstanbul'da hayli bir zaman geçirdim, ne bir ördek gördüm ne de bir kaz; yürüyeninden geçtim, uçanını dahi görmedim.

Bu yokluk / yoksunluk -ve dahi yoksulluk- Türkiye'de şehirlerin her boyutuyla neden cehennem olduğunu idrak için en basit bir gösterge işte.

Burnunun dibindeki ot

Yamyam veya düşman çok uzakta, tanımadığın bir yerde meçhul biri değil, tamamen konuşma mesafesinde, oralara bak.