28 Şubat 2018 Çarşamba

Ayağa düşmek bütün iyilerin kaçınılmazı oldu

Sevgili bok

Sevgili mikrop

Sevgili sırtlan


Sevgili
 kerh

Sevgili
 duvar

Sevgili
 lağım

Sevgili
 kuduz

Sevgili
 tiksinti


Sevgili
 yüzsüz 


Sevgili
 h
ırsız


Sevgili ahlaksız

Sevgili
 katil

Sevgili
 cani

Sevgili
 bela

Sevgili sıfatını acaba hiç kirlenmemiş gibi alıp kullanabilecek miyim ölmeden bir daha, çok şüpheli...

21 Şubat 2018 Çarşamba

O kötü etrafı katmerli kötü

Magnificent Seven'den sonra Tarantino'nun Django filmi üzerinden bir gerçekliği daha idrak ettim. 
Aslında her an her dakika hayatımızın bir parçası olan bu gerçekliği, hani biraz yabancılaşarak, algılamak çok etki ediyor insana.
Şöyle bir şey:
Kötü olmak olağan bir şey. Doğrduğunda kötü değilsin, tamam ama öyle şartlar altında şekillenip gelişmişsin ki, ağırlığın kötüden tarafta teşekkül etmiş. 
Bu, hayatta kötüyü oynayacaksın demek. 
Ama kötü, iki ayağı üzerinde hiç de etkili olabilecek bir şey değil. Herhangi bir iki ayaklı bu kötünün hakkından gelip soluğunu kesebilir. 
Fakat hayatta öyle öteki figürler var ki, bunların adını belki zayıf diye koymalıyız, veya belki uyanık veya hain, o kötüye yamanıyor ve onu varlığıyla besliyor.

Bu iki film özelinde konuşacak olursak, Magnificent Seven'deki Bartholomew Bogue, sadece bir hırslı ve uyanık adam; parası var ve her an kardeşini, arkadaşını, komşusunu, tanıdığı veya tanımadığı insanları insanları katletmeye hazır köpek sürüsü gibi adamı "istihdam ediyor". Bu insan türü, bu katil balinaya yapışacağına, kendi adına var olmayı seçse, hayatta berbat şeylerin gelişimine belki de hiç katkısı olmayacak, tersine belki iyiye evrilecek. Fakat boşluktaki bu adamlar, bu karakter, yapışacağı ve yalayacağı, karnını doyuracağı, köpek duracağı bir kapı arıyor ve bulduğu zaman, gözlerini, kulaklarını bağlıyor.

Ne dediğimi anlamayanlar, mümkünse bu iki filmi birlikte izlesin, değilse, bir teki de yeter.

Türkiye'nin bugününün meselesi de budur: Kötü adam bir tanedir ve esasen tek başına yapabileceği hiçbir şey yoktur. Fakat o kadar çok, kötüdeki enerjiye yapışmaya hazır hain, sırtlan, asalak, beyinsiz, adını nasıl koyarsan koy, var ki, bunların teşvikiyle kötü, kendi kabiliyetinin sınırlarıyla yetinemiyor ve daha yaratıcı, daha yırtıcı, daha yıkıcı olmanın yollarını arıyor.

rte ve kk'ye bu vizyonla bak.

Bu ikisini de var eden, yanları sıra taşıdıkları kudurmuş sürüdür! Bu gün Türkiye her gün biraz daha çağ dışına savrulup biraz daha yıkıma gidiyorsa, bunu yapabilen o tek kişi değildir: Etrafındaki ihanet çemberi her dakika aktif haldedir!

Hayır!

O iyi, etrafı kötü değil!

O kötü, etrafı katmerli kötü!

Hayatı herkese zahir eden o tek kişi değildir; sürekli onu alkışlayan mahlukattır.

19 Şubat 2018 Pazartesi

Fili tutan bir kazık veya CHP lideri kk

Yenilmeye alışmış olmak diye bir gerçeklik var.
Facebook’ta sık sık karşılaştığımız, dağları devirecek bir manda öküzünün çaresizce 4 yaşında bir çocuğun peşisıra gitmesi veya bir filin iple kazığa bağlanmayı kabul edip beklemesi gibi bir şey; güdüsel bir şey.
Akranlarının yıllardır Dünya Satranç Şampiyonluğu’nu koruyan Magnus Carlsen’i bir türlü yenememeleri de böyle bir şey; rakiplerinin beyinleri onu yenemeyeceklerini öğrendi ve ikna oldu. Onunla maça yenmek üzere çıkmıyorlar, yenilmezlerse iyi...

Arda durup dururken Magnificent Seven filmini bulup açınca bir kez daha sanki ilk seyredişimmiş gibi soluğumu tutarak izlerken Kemal Kılıçdaroğlu geldi aklıma; zavallı köylüleri, haydutun her gelişinde perişan ettiği insanlar kurtaramazdı. Tıpkı evin danası öküz olmaz hikmetli sözündeki gibi, kasabaya dışardan gelen ve defalarca yenilme gerçeğine duçar olmamış bir figür kurtarıcı oluyor.

Kemal Kılıçdaroğlu gibi yenilmeyi üstünde yakıştırmış bir palto hissiyle taşıyan bir adam Türkiye’nin kurtarıcısı olamaz, en önce kendi beyni buna engel!.. İstediği kadar diri resim versin, tıpkı Carlsen’in rakipleri gibi, o da donuyor!
O yüzden, CHP’yi Türkiye’yi içine düştüğü çaresizlikten çekip çıkarak bir örgüt haline getirecek olan lider, ahırın danalarından biri olmayacak.
Veya şöyle diyelim: Türkiye’yi başına musallat olmuş mütegallibe karşısında içine düştüğü çaresizlikten çekip kurtaracak olan, bildiğiniz damın bilriğiniz danalarından biri olmayacak.
Magnus Carlsen’in elinden şampiyonluğu alacak olan da, yenilgiye alışmamış bir diri beyin olacaktır!
O henüz bilinmedik bir yerde!

15 Şubat 2018 Perşembe

Angela'yı gördüm

Angela'yı bu gün apartmanların olduğu yerde Evangelina ile otururken gördüm ve çok sevindim. Kendisine de söyledim. Öğleden sonra görüşeceğimizi umuyordum ama aradım sordum bulamadım; ne için geldi de erkenden ayrıldı bilmiyorum.
Bu arada en yakın arkadaşı Emilia da geldi, sordu nerde Angela diye, kabaca hikayeyi anlattım. Sonra gitti

https://bostongunleri.blogspot.com/2018/02/angela-gitti-herhalde-bir-daha-gelmez.html

14 Şubat 2018 Çarşamba

Bu asalak kıza çalıştık bu gün...

Bu gün gıda bankasından, ısmarlanmış yiyecekleri getirme günüydü. Bizim için siparişi ben vermiştim, ne ısmarladığımı biliyordum. Fakat öteki bölgenin "sorumlusu" bu kızın ne ısmarladığını oraya gidince, daha doğrusu van'a yüklerken gördüm: Tam 1860 pound malzeme ısmarlamış. Benim 2 hesap için ısmarladığım malzeme 1020 pound. Toplam yaklaşık 1,5 ton yük, indir kaldır, indir kaldır, yükle boşalt imanım gevredi. Allahtan yanımda Panamalı yeni çocuk vardı da yardım etti -o da kalıbının adamı değilmiş ama, ayrı hikaye; belki de İngilizce, İspanyolca, Çince biliyor ve Fransızca konuşabiliyor oluşundan geliyor bu tedirgin çalışma, her neyse. Kız hiçbir şeye elini sürmediği gibi, benim ısmarladığım yükü boşaltırken güya yardım etmeye geldi. Ona dondurulmuş şeyleri dondurucuya koyver yeter dedim bozuldu; taşımak işi daha egzersiz yaptırıcı bir şeymiş. Hiçbir şey yapmasını bilmiyor ve zerre kadar "yapma isteği" yok. Dondurulmuş gıda şeyleri dondurucuya sığdıramadı ve gelip yol göstersin -veya kendisi yapsın- diye patronu bekledi.
Courtney'i ne çok aradığımı söylemeliyim. Yanında Courtney varsa hiçbir şekilde gözün arkada kalmaz, hiçbir şekilde şu n'oldu, bu n'oldu diye merak etmezsin: Yapar, bitirir!
Bu sözünü ettiğim kıza dair öteki satırlar aşağıdaki linkte.


https://bostongunleri.blogspot.com/2018/02/isleri-baskas-gurultuyu-bu-kz-yapyor.html

13 Şubat 2018 Salı

Angela gitti, herhalde bir daha gelmez...

Çoktandır beklediğim şey oldu ve patron Angela'ya kapıyı gösterdi. Angela, gideceği başka bir yer olmadığı için, adeta mecburen bizim oraya gelen bir kadın, başka seçeneği olsa, kimsenin ağız kokusunu çekecek bir tip değil ama mecbur idi.
Onu burada işe başladığım 2006'dan beri tanıyorum. Hikayesini çok sonraları öğrendim. Kendisi konuşmayı çok seven tarih doktoru bir İtalyan; zaman zaman otururken laf açıldığında daldan dala atlayarak tarihin en azından benim hiç bilmediğim fasıllarına girer ve ilginç anekdotlar anlatır/dı diyeceğiz artık. Çünkü muhtemelen bir daha geri gelmeyecek. Kapıya doğru giderken yukarı baktı ve belki de oraya giderim dedi, ölümü kastederek.
Zengin bir kocası varmış. Sonra işleri bozulmaya başlamış. Karısının bu terslikte ne gibi bir sorumluluğu vardı hiç bilmiyorum, bir söyleyen çıkmadı. Ama adam kumardan mı nedense hemen her şeyini kaybetmiş, dengesi de bozulmuş. Bir seferinde Angela'ya saldırmış elinde çekiçle ve kafasını kırmış. Kafasında bu darbenin izi açık seçik duruyor. Olay bayağı şiddetli yaşanmış ki, Angela'nın eliyüzü de dağılmış. Gözünün birinin altını dikişle tutturmuşlar, darbelerin sonucu olarak gözleri iyi görmüyor. Çene kemiği de kırılmış; ağzını açamadığı için, aralık yerden kaşığı çatalı ne kadar sokabilirse o kadar yiyebiliyordu. Zaman zaman eğer doneyşınlar arasında varsa benden ince dilimlenmiş yumuşak ekmek isterdi, açamadığı çenesini göstererek. Ben de ona yarar ne varsa seçer verirdim.
Bu kadından önceki patron, çok eskilerden tanıdığı için Angela'yı, onun için ekranı siyah harfleri beyaz özel monitor aldırmıştı; canı sıkılmasın, sıkılırsa açsın internette gezinsin okusun yazsın diye. O arbedeli günde kocası herhalde intihar etmiş. Sonra uzun lafın kısası, HydePark denen yerde bir eve taşınmış küçük kızı ve engelli oğluyla, yaşayıp gidiyordu. En azından 12 yıl öncesinden bahsediyorum. O zaman çocukları 8-9 yaşındaysa bu gün 20'li yaşlardalar. Bakıma muhtaç oğluna kim bakıyor, nasıl bakılıyor bilmiyorum, hiç konuşmadık. Zaman zaman Arda'yı hatırlayıp iç geçirdiği sahneler oluyordu. Eski patron işi eski sekreterine  devrettikten bir hafta sonra yeni patronu tarafından kovulunca, büroda ondan kalan dengeler de bozuldu. Angela, eski  patronun  belki de üzerine titrediği dememin bir abartısı yok, eski  dostlarından biri olarak, onu hatırlatıyordu yenisine. Angela'ya sevgiyle, anlamaya çalışarak, çözüm bulmak amacıyla yaklaştığını hiç görmedim. Zaten tabiatı nedeniyle sorun çözecek bir tip değildir. Sadece etrafta adam arar işi yıkacağı; sonra da o işi nasıl güzel sonuçlandırdığını anlatmaya çalışır. Üniversite okumamış; aslında konmpleksli biri. Eski patron da Angela da yüksek tahsilli kişilerdi. Patronun bu kompleksi o kadar ileri ki aslında, benimle ilişkisinde bile beni ezmek için her türlü fırsatı kullanır. Bir seferinde benim görev tanımımı yazdı beni terbiye etmek için -ne kadar zavallı bir tip olduğunu o kadar açık etmişti ki, üzülmüştüm. Kendi patronunun beslemesi kızı bana karşı savunmak için beni ezmeyi seçmişti. Ben ne yapacağım yani? Bulmuşum bir iş, kovuluncaya kadar orada çalışmaktan başka çıkar yolum yok; bu paraya ihtiyacım var; ev geçindiriyoruz, borcumuz var vs. Bürodaki işin neredeyse tamamını ben yaptığım halde, yaptıklarımın hiçbirini görmez, sanki yokmuşum muamelesi yapar. En son 20 günlüğüne Türkiye'ye gittiğimizde her şey karmakarış olmuş ve her şey için beni beklemişler, randevuları bile benim dönüşüme göre ayarlamışlar: Hüseyin yok, iş yok! En son yaptığımız dergiyi değerlendirirken yine gösterdi bu zavallılığını: Bir yemek tarifi aşırıyor internetten, bir de kutu kutu takvim hazırlıyor, başka yapabildiği bir şey yok. Fakat bunu bile öyle söylüyor ki, sanki dergi bunlardan ibaret. Bu gün toplantı vardı, toplantı notunda, ben, onun ve Johannah'nın yaptığı dergiye yardım etmişim. Tamam Johannah hiç değilse yazıları yazıyor, okuyor, başlık atıyor filan; ama sen nereden bu işe sahip çıkıyorsun. Ve çarpıcı yanı şu ki, ben orada olmasam "dergiyi kimse yapamaz", bitti! Fakat ben "yardımcı olmuşum!.."
Her neyse, Angela'nın gidişini yazıyorum. Bu benimle ilgili satırların sebebi, onu kovan kadının nasıl bir insan olduğunu tasvir çabası.
Angela salıdan başlamak üzere haftanın 4 günü bizim oraya gelir ve mevsimine bağlı olarak, havanın kararmaya başlaması veya fırtına çıkıp çıkmadığına bakarak kalkar giderdi. Genellikle sessiz oturur, yanına bir İtalyan gelirse az biraz açılırdı. Son dönemlerde iyice yalnızlaşmıştı; sadece 10-15 günde bir gelen, kilise gönüllüsü 80'lerindeki Emilia ile dostluk ediyorlardı. Son dönemde dikkatimi çeken yanlarından biri, sürekli konuşmak için deli gibi çaba harcaması, herkesin sözüne atılması veya kesmesi idi. Zaman zaman bu yaptığının iyi bir şey olmadığını idrak ediyor gibi oluyor, bilinçli bir şekilde susuyor bekliyor ama çok fazla duramıyordu; hemen yeniden atılıyordu.
Angela sadece darbeli bir kadın değil her düzeyde yalnız bir insan izlenimi verdi bana. Türkiye'nin de hem bir Akdeniz ülkesi olmasından, hem eski Yunan kültürünün üzerinde bulunmasından filan bahisle kendisiyle beni ortaklaştırır, bahsettiği her şeyi benim de bildiğimi varsaydırarak devam ederdi. Doğrusu özellikle aile içi ilişkiler, çocuk terbiyesi, iyilik, kötülük, komşuluk ilişkileri, mutfak faaliyetleri gibi konularda anlattığı şeyleri hiç garipsemezdim; farklı olanlar domuz ve şarap idi, bir de peynir. Yoksa sebzeler, zeytinyağı ve zeytinyağlı mutfak vs çok ortak şeylerdi; o mutfaktan bahsederken babamı hatırlıdığım çok olmuştur. Babamın yaptığı yemekleri anlatıyor gibiydi.
Pazartesi günleri gelmiyordu. Bu gün giderayak öğrendim ki, pazartesi onun hastane günüymüş. Bir sorunu nedeniyle hastaneye gidip geliyordu, sonunda teşhisi koymuşlar, kan kanseri olduğu ortaya çıkmış. İlaç vermişler. Salıdan itibaren sabahları erkenden gelir, bazen benden de önce gelir kapının açılmasını beklerdi. Cuma günleri yolunun üstündeki pazara uğrar, birkaç parça bir şey alır, getirir, alıp götürürken laf olmasın diye bana ve herkese duyurarak haber verir, bizim buzdolaplarından birine koyardı.
Gülmek ve konuşmak için her fırsatı iştahla beklerdi. Son zamanlarda, doğrusu beklediği yoğunlukta karşılık vermediğimi, veremediğimi biliyorum. Söylediklerinin önemli bir kısmını anlayamazdım ama yine de teşvik edici bir dinleyici olarak gözlerinin içine bakar, başımı sallar, anlıyormuşum gibi görünürdüm. O da açıldıkça açılır, tiyatro oynar gibi sesini yükseltir, gözlerini belertir, o anı sahneliyormuş gibi olurdu.
Fakat gözlerinde hep bir acı vardı. Bu ta en başından beri mi böyleydi, yoksa kocasının saldırısından sonra mı oldu hep merak ettim ama hiç soramadım. Kendi hayatına dair hiçbir şeyi sormadım ona. Kendi anlattığı kadarıyla öğrendim. Mesela ABD'nin hemen her yerini gezmişler, para sıkıntıları yokmuş. Bizim bulunduğumuz bölgede 20 kadar daireleri, binaları filan varmış. Bu gün onu kovan kadın, Angela'yı ta o zengin zamanlarından tanırmış ve yakın olmak için yollar ararmış. Bu gün giderayak bana karşı kuyruk acısı vardır mealinde konuşurken bahsetti bundan. Biz zengindik bunlar muhtaçtı, demedi tabii ama tablo öyleymiş.
Peki nedir, ne oldu da bu kadın Angela'yı kovdu, gerçekten kovdu mu, nasıl oldu diye soracak olursan...
Bizim orada Eylülde başlayıp Haziran ortalarına kadar süren bir dil okulu da var. Bu okul, haftanın iki günü, gelenlerin oturup kahve içtiği televizyon seyrettiği büyük odayı kullanıyor. Öğretmenler, haklı olarak öğrencileriyle başbaşa kalmayı, başkalarının dikkatlerini dağıtmamasını istiyor. Benim orada bulunduğum yaklaşık 13 yıl boyunca, hemen bütün öğretmenler Angela'yı idare etti; orada oturmasına, hatta zaman zaman bir şekilde derse müdahale etmesine, kesintiye uğratmasına ses çıkarmadılar. Bunu eskiden muhtemelen eski patronun Angela'yı korumaya yönelik ilgisi nedeniyle yapıyorlar, patronla çatışmaktansa Angela'yı idare etmeyi seçiyorlardı. Patron değişince, Angela üzerindeki koruma kalkanı da kalktı. Buna karşılık bazı öğretmenler sabırla direndiler onu kırmamak için; bazıları, muhtemelen başka etkenler nedeniyle ama Angela da üzerlerine tuz biber olduğu için, ayrılmayı seçtiler.
Bu yıl Eylül ayında Güney Afrika'dan gelen yeni koordinatör, dersler başlar başlamaz Angela'ya takıldı: "Tamam otursun ama susmuyor, kimi zaman İtalyanca, kimi zaman İspanyolca konuşup öğrencilerin dikkatini dağıtıyor"du. Bu meseleyi birkaç kez bana da getirdi. Ben de Angela'yı odaya çağırdım, biraz sohbetle izah etmeye çalıştım ki, sınıf, öğretmenlerin egemenlik alanı ve kimseyle paylaşmak istemiyorlar. yaklaşık 2 saat, onu kırmadan ama hissettirerek, ders varken orada olmaması gerektiğini söyledim. Bu gün, yine öğretmen yokluğundan, çünkü esas öğretmen ayak bileğini incitmiş, o da evinde yalnız yatıyor iyileşmeye çalışıyor, annesi de bakımevinde ölümü bekliyor,  Angela'yı tamamen tolere ediyor ve adeta dersin bir parçası gibi değerlendiriyordu, büronun patron beslemesi asalağı kız derse girdi ve 3 dakika sonra geldi patrona Angela'yı şikayet etti. Dersi bitince, koordinatör de yukarı geldi, onunla da konuşmuş bu kız. Birlikte bir kumpas yaptılar: Öğrencileri bir araya getirip patrona karşı konuşturdular: Bu kadın bizim ilgimizi dağıtıyor, dersi dinleyemiyoruz! Yaklaşık yarım saat bu örgütlü şikayeti dinledi. Ben odada başka bir şeyle meşguldüm tam olarak ne dediğini duymadım ama Angela'nın anlattığı kadarıyla, ders günleri 1'e çeyrek kaladan önce bu odaya girmek yok, demiş. Aslında bu kadarında, savunulamayacak bir şey yok; haftada 2 gün, salı ve perşembe evinden 11'de çıkarsan vakitlice buralarda olursun, kalan zamanı da bildiğin gibi değerlendirirsin... Çarşamba ve cuma için bir sınır yok, o günler herkese olduğu gibi Angela'ya da açık. Ama bunu her nasıl söylediyse, Angela'yı çok kızdırmış: "17 yıl sonra duyduğum şeye bak, bana gelme dedi" diye bana aktardı.
Birazdan family meeting olacaktı, ben birşeyler yapıyordum, kapıdan hayal meyal görünüp bana eyvallah dedi ve belliydi ki benim ilgimi istiyor. Çıktım yanına gittim. Ağlamaklıydı. Yine önemlice bır kısmını anlamadığım bir konuşmayı dinledim. İkide bir too much diyordu. Onu fark ettim ki, ona birinin müdahalesinin anlaşılabilir bir yanı yoktu; ne cüret yani!
Konuştukça konuştu, bu arada beni iki kere toplantıya çağırdılar; bürodaki ötekilerin hiçbirinin umurunda değildi Angela'nın yalnızlığı, buranın onun hayatında ne kadar önemli bir yaşama alanı olduğu, onu kısıtlamanın soluk borusuna basmak gibi bir şey olduğu, belki de birkaç güne kadar intihar edip defteri düreceği... En son patron kapıya çıkıp beni yine çağırınca veda etmek zorunda kaldım. Saat ikiye geliyordu, ağlayarak çıktı gitti.
Boğalar yine çok sert bir süreçten geçiyorlar dedim içimden, yürüyemez hale geldiği için belinden ameliyat olan Ece geldi aklıma. Sonra mesela Mikela düşmüş, omzunu kırmış! Sonra, az kalsın bir kazaya kurban gidecek olan o arkadaşı hatırladım.

11 Şubat 2018 Pazar

Annesinin gözünde 1 şehit: Bir daire ve ölünceye kadar aylık maaş...

Bir annenin, Afrin Savaşında ölen oğlu ile ilgili olarak "Tayyip'e feda olsun" dediğini okuyunca, memleket gerçeği bir kez daha ışıdı zihnimde. Belki de başına bela bir oğuldu, bir yandan öldü kurtulduk diye öte yandan ne güzel bir daire bir de şehitlik maaşı gelecek diye seviniyor.

8 Şubat 2018 Perşembe

Aslında bir kol saati mi!

Akşam Arda'yı almaya gittiğimde biraz beni oyalayacağını varsayıyordum, en az 15 dakika erken gitmiştim. Fakat beni görünce, oynar gibi yaptığı basketbolu bıraktı ve çantasını toplamaya gitti. Sonra olgun adımlarla yanıma geldi, kucaklaştık; yine sürprizi olduğunu hissettiren bakışlarıyla gözlerimi meşgul ederken bir yandan da hırkasının fermuarını açıyordu. Bak ne var yine, dedi. Yine bir REACH Star almış.
Sınıftaki oğlanlar basketbolcu ve hokeyci diye iki gruba ayrılmışlar. Bir sürü ayrıntı anlattı sadede gelinceye kadar -kime çekti acaba!- öteki gruptan bir çocuk Arda'nın bulunduğu grubun sporcusu olmak istiyormuş meğer. Kimse seçtiği takımı bırakıp öteki tarafa geçmemiş, Arda, "Tamam, ben geçerim" demiş. Öğretmen de bu fedakarlığını, işbirliği örneği şeklinde değerlendirmiş ve star vermiş Arda'ya. Çok seviniyordu. Annesi bu yıldızları çok önemsiyor ve mutlu oluyor. O yüzden annesini bir kere daha mutlu etme fırsatı bulmuş olmanın sevinciydi.
Fakat düşünmeden edemedim: Sınıf arkadaşlarının hepsi o kadar kemikli Amerikalılar ki, "başkası" hiçbirinin umurunda değil; "bana ne ondan" diyor. Arda belki de Amerikalılığı öğreniyor... Belki de hiçbir zaman Amerikalı olamayacak! Belki bir iki istisna olmuştur ama başkasını önceleyerek kendi pozisyonunu değiştiren birine şu saate kadar rastlamadım.

7 Şubat 2018 Çarşamba

İşleri başkası, gürültüyü bu kız yapıyor...

Kız, babasının dükkanı gibi saat 10.30'dan önce gelmiyor. Kendisinden yardım isteyen bir tek client'a olumlu cevap verdiğini görmedim. Ya bana havale ediyor, ya Adam'a veya Jaime'ye. Bütün sorumluluğu ona ait olan bir işi vardı, allem kallem işi yeni gelen Panamalı çocuk Jaime'ye yıktı. Artık oraya da gitmiyor. Geliyor büroya bir gürültü, patırtı, aman şu olmuş aman bu olmuş, kapatıyor kapıyı, akşama kadar... Ne yapar ne eder kimse bilmiyor. Geçen pazartesi de, pazar günü kayak yaparken düşüp omuzunu incittiği için gelmemişti. Gidişleri de kafasına göre; ben gidiyorum diyor gidiyor; patron, ağzı açık bakıyor ve sırıtıyor. Kimi zaman, yarın kendini iyi hissetmezsen gelme, filan diyor. Bu kızın ne için büroya geldiğini, nasıl bu kadar tuzu kuru ve rahat olabildiğini anlayamıyorum.
İki ana figür var, onun durumunu açıklayacak:
1. Babalığı, patronun yakın arkadaşı imiş, bu kıza bir iş ver, koru, kolla demiş, o da tamam demiş. Aslında sadece bu, kızın bu pervasızlığını açıklamaya yetiyor.
2. Bana çok iyiliği dokunmasına rağmen, giderek tiksinti vermeye başlayan mevcut patron; o kadar çaresiz, korkak ve yalaka ki, ne kızı karşısına alıp iki lakırdı edebiliyor, ne de kendi patronuna, al bu kızı buradan, işi hafifletmediği gibi ağırlaştırıyor, filan da diyemiyor. Tersine, kıza inanılmaz yalakalıklar yapıyor. En son, bağış yapmak için gelen birine "sağ kolum" diye tanıtmıştı. Kadın çalışmayan dizlerinden ameliyat oldu, diz kapaklarını değiştirdi ama sağ kolundan korkuyor.

Sorun, bir insanın bu kadar asalaklığı benimseyip sindirebiliyor olması: Herhalde gelecek yıl, 30 olacak. Çocukluk nereye kadar.
*-*
Dün yazmayı unutmuşum: Bu kızı burada konu etmemin en esaslı gerekçesi, kendisinden önce çalışan kızla aralarındaki 180 derece fark. Bundan önce Courtney diye bir kız vardı, babası Amerikalı annesi Kübalı; büroda olduğu süre içinde 1 dakika aylaklık yaptığını görmedim. Sürekli birileriyle ilgiliydi, sürekli birilerine bir şekilde yardımcı oluyordu. Öyle meşgale hastası bir tip filan da değildi; bir bilinçle bu işi seçmiş, akademik yoluna devam eden, akıllı ve sevgili bir kızdı. 2 yıl kadar birlikte çalıştık. Hiçbir işe hayır dediğini, ayak sürüdüğünü veya kaçtığını görmedim. Sabahın erkeninde, gelir, gelemezse, gerekçesini mutlaka telefon mesajıyla bildirirdi; inanılmaz bir sorumluluk duygusu ve iradesi vardı. Ayda bir kendisiyle gıda bankasına giderdik, yol boyu konuşurduk: Ben hep, şirkette kalmasını ve kendisinin yolunun mutlaka açık ve geleceğinin çok parlak olduğunu söyler, onu motive etmeye çalışırdım. Fakat şirket yukarda yazdığım aylak kızı tuttu ve hiç kimse bu söylediğim üstelik dünya güzeli, güzel kalpli ve fevkalade iradeli kızı bıraktı. Courntney, bir yandan üniversitede okuyor ve kazandığı parayı okul taksitleri ve kredi borcunu ödemek için kullanıyordu. Son yıl, okulun dayattığı bir program nedeniyle, büroda sadece 2 gün kadar çalışabilecek, kalan zamanında başka bir yerde çalışacaktı; 6 ay için bu fedakarlığı yapmadılar. O da ayrıldıktan sonra, önce bir güvenlik şirketinde saati 14 dolardan iş buldu, fazla mesaiye ödenen 75 cente dahi anlam yüklüyor, hesap ediyordu, şu kadar saatte şu kadar dolar eder, filan gibi. Sonra daha iyi bir iş buldu, oraya geçti.

Courtney ne kadar altınsa bu kız o kadar çamur. Buna artık hayatın adaletsizliği mi diyeceğiz, yoksa mesela Courney'in kimseye yalakalanmayan asaleti mi diyeceğiz bilemiyorum. Ama 100 tane bu kızdan vereceklerine bir tane Courtney versinler, yeter. 

6 Şubat 2018 Salı

Ön yargılarım darbe aldı: Arabistan'dan ABD'ye gelmiş kıza ettiğim yardım beni nasıl etkiledi...

Bu gün hayatımda ilk kez Suudi Arabistanlı birileriyle karşılaştım. Önyargılarım nedeniyle, esasen son dönemde Türkiye'nin başına açılan belaların arkasında hep onların olduğu kesin kanaatim, görüşmeye hiç de sempatiyle başlamadım. Dün kız telefon etmişti, konuşmasından her nedense arap olduğu izlemini edinmiştim, bir de üstüne "burada 6 kişi olduk" deyince, iyice ileri gittim ve bizim ofise gelmemesi için elimden geleni yaptım ve onu başka bir yere yönlendirmeye çalıştım. Kendilerine daha yakın bir ofisimiz daha vardı, oraya gidin, yardım edemezlerse yine bizi arayın demiş bırakmıştım. Ben çıktıktan sonra kız yine aramış ve bu gün gelmek üzere Jaime ile randevu yapmışlar. İlk gördüğümde hemen benim başıma kalacaklarını anladım, çünkü Jaime, iki hafta önce ayak bileğini çatlatmış olan öğretmenin yerine yedek öğretmenlik yapıyordu, dersteydi. Biraz tedirgin oldum ama yapacak bir şey yoktu.
İki şey için gelmişler: Hem aylık yiyecek torbası istiyorlar, hem de elektrik faturasını nasıl düşürebileceklerinin bir yolu var mıydı, kendileri bu olanağa sahip olabiler miydi...
Suudi Arabistan gibi dünyanın en zengin petrol yataklarının olduğu bir ülkeden biri niye buraya gelir de bakıma muhtaç bir yaşamı seçer diye merak etmiyor değildim. Yeşil karta müracaat etmişler ve kazanmışlar. Bu bile aslında kendi ülkelerinin, dışarıya verdiği izlenim kadar  manalı olmadığını düşündürüyor. Sormadım tabii o kadar zengin bir ülkeden niye kalkıp buralara geldiniz de buralarda ekmek arıyorsunuz diye.
Gelenlerin biri, dün telefonda konuştuğum kızdı; yanındaki genci ister istemez kocası diye algıladım; kardeşiymiş. Ne kadar  zamandır buradasınız diye sorduğumda, 6 ay dediler ama sonradan anlaşıldı ki, bu 6 ay, bu gün yaşadıkları yerdeki 6 ay, yoksa Amerika'ya geleli en az 3 yıl olmuş. Boston'a karı koca olarak gelmişler; çocuklarının ikisi Amerikalı, Boston'da doğmuşlar. Annesini ve kardeşini belki sonradan getirdi, o kadar ayrıntısını konuşmadık. Kızla, bizim buradaki hikayemizi konuşurken, kız benim sacrifice ettiğimi çok vurgulu bir şekilde söyledi. Öyledir değildir derken, kocasının onu desteklemek yerine -kız İngilizce öğretmenliği okumuş Arabistan'da- 3 çocukla kendisini ortada yalnız bırakıp geri döndüğünü öğrendim. Bu arada ben zevcemle ilgili katmerli güzel lakırdılar etmiş idim. Benim söylediklerimi, kızın kardeşi Abdelaziz de gözleri parlayarak onayladı, benim ne kadar iyi ve doğru olduğumu filan söylediler. Ben de, kızın burada yalnız olmadığını, annesi ve kardeşiyle birlikte bir hayat götürmekte olduğunu, yalnızlığın başka bir şey olduğunu, yine my better halftan örnekler vererek anlatmaya çalıştım ama onun durduğu yer, benim söylediklerimi anlamaya çok elverişli görünmüyordu. Kocası askermiş, burada hiçbir şey yapmadan aylarca zaman geçirdikten sonra sıkılmış, o yüzden geri dönmüş.
Yaklaşık 3-4 saat birlikte zaman geçirdik. Elimden geldiği kadar onlara iyi davranıp yardımcı olmaya çalıştım. 3 torba yiyecek verecek oldum, ama kız konservelerin hemen hepsini çıkardı, bıraktı. Bir ara, din ve dinin yasaklaması yüzünden mi, domuz yüzünden mi, dedim, hem o, hem de genel olarak yiyeceklere jelatin katıyorlar ve jelatini de domuzun kılından elde ediyorlar filan gibi birşeyler söyledi. Anlayamadığım bir şekilde kalkıp gitmek istemediler. Bazı kağıtlar istedim, internetten filan buldular, indirdiler, devam ettiler beni çalışmaya zorlamaya. Tam gider gibi oldular, vedalaştık. O arada ben yeni bir cliantla çalışmaya başlamıştım ki, yeniden kapı vuruldu. Meğer başka lazım gelen kağıtları da tamamlamışlar; bu gün buradan işi bitirmeden ayrılmamaya karar vermişler gibiydi. Bu kağıt cuma günü gidecek ilgili yere, onun için en az 2 gününüz daha var demiştim. Belki de sıfırı tamamen tükettiler ve kimbilir ne ricayla arkadaşlarından aldıkları arabayla geldikleri bu yerden sonuçsuz dönmek ve yeniden bir şekilde gelmek mecburiyetin olmak istemiyorlardı; çünkü bütün git geller para demekti... O nedenle öğlen yemeğimi bile yiyememiştim. Ben yemeğimi yedikten sonra, bunca zamandır burada vakit geçiren insanlar da acıkmıştır diye düşünüp onlara, mutfakta dünden kalan bir pizzamız olduğunu, isterlerse birer dilim ısıtabileceğimi söyledim. Kardeşinin aksine kız gayet açık sözlü, yes dedi, belki de emzirdiğimden acıkıyorum, diye ekledi. Birer dilim pizza ısıttım, yanına bir şişe de portakal aromalı gazlı su koydum. Neyse, sonrasında formu doldurdum.
Ayrılırlarken bana çok derinden hissederek çok teşekkür ettiler, çok yardımsever olduğumu ve onları normalin çok üstünde bir ilgi ile mutlu ettiğim mealinde sözler söylediler. Ben de, alttan alıp işimi yaptığım şeklinde mukabele ettim ama zihinlerinde her nasıl bir Türk imgesi taşıyorlar idiyse onu, benimle değiştirmek dayatmasıyla karşı karşıya kaldıkları kesin.
Daha sonra, bilgilerini bilgisayara aktarırken, bazı sözlerini daha iyi idrak ettim: Kız, isimlerini nasıl bu kadar kolay ve doğru telaffuz edebildiğimi merak etti, ben Türküm dedim. Türkçe'de büyük miktarda Arapça sözcük olduğunu filan söyledim. Abdelaziz nazikane mukabele etti, bizde de pek çok Türkçe sözcük var, dedi ama bir örnek duyamadım, merakım içimde kaldı. Ayrıca, daha önce başka center'lara da gitmişler ve bizim sistemde, hiç değilse Abdelaziz'in bilgileri vardı; 3 yıl önce gelmiş. Geçen sürede çeşitli yardımlar için başvurmuşlar, herhalde o süreç içinde çok dostane ilgi görmediler.
Bütün bunları neden yazdım? İnsan tekinin, her zaman genel haritanın çok dışında bir figür olduğunu bana bir kez daha idrak ettirdikleri için. Sterotip veya şablon algılarla, insan tekini örtüştüremiyorsun. Bu kız dünyanın neresine gitse pırıl pırıl bir kız, her işi yapar, her yükün altından kalkar bir kız; gözleri pırıl pırıl, enerji dolu ve sıcak. Bu kız Suudi Arabistan gibi, en tiksindiğim bir ülkede doğmuş, en tiksindiğim bir kültür ve onun insanları arasında büyümüş, eğitim öğrenim görmüş ve Amerika'ya ayak uydurmada hiçbir sorunu yok. Demek ki insan malzemesi denen şey, tekil bir şey. Hayat ne kadar "başka" olsa bile, sende bir "değer" varsa, dünyaya katkı yapanlar arasına girebilirsin.

Evet, başı örtülüydü!

4 Şubat 2018 Pazar

Bir tırışkaya tapınmak!

kk bir yay. Türkiye'nin talihsizliği şu ki, en berbat bir dönemde, kk gibi, hiçbir şekilde bir liderlik özelliği olmayan bir zatın muhalefetin baş figürü olması. Dünya tarihinde iz birakmış bir yay yok. Ateş grubunun tırışkası. Nasıl çamurdan bir bok olmazsa, kk'den de muhalefet lideri veya herhangi bir simge figür olmaz. Büyüsü yoktur!

Hayvanla ortaklaştığımız bir husus: Dişiyi kıskanmak!

Hindinin yol kesip insanları korkutmasından anlaşılıyor ki, kıskançlık demek ki çok hayvani bir duygu. Jason benim tedirgin yürüdüğümü görünce, elinde, christmusta kullandığı yeşilliklerden bir parça çalı getirerek beni korumaya çalıştı. Dedi ki bu genç baba hindi dişini kıskanıyor, onu korumaya çalışıyor, ama bu çalıyı şöyle sallarsan bir şey yapmaz, gider. Hakikaten de öyle oldu. Artık çıkardığı sesten mi, çalının yeşil renginden mi nedir, sakinleşti ve geri çekildi. Jason'ın çocukluğu çiftlikte geçmiş, bu işleri bilirmiş.
Aynı hindi, onu fark etmeden gelip duran bir arabadan çıkan kadını da, yeniden arabaya binmek üzere geri geldiğinde çok korkuttu. Kadın kaçtı, geldiği araba yanı sıra gitti ve hindi o arabayı kovalamaya devam etti.
Hayvandan farklarımızı farklılaştırırken, demek ki kıskançlığı da esaslı bir figür olarak sayacağız.
Baba hindi şimdi de yan komşumuz Paul'u korkutuyor. Giden arabanın peşi sıra koşuyor resmen.

3 Şubat 2018 Cumartesi

Cumhuriyeti yıkan parti olarak CHP veya CHP'nin alevilik üzerinden Kürtlere devri kongresi

Değişiklik olacağı ve bir hareket yaratacağı ümidiyle CHP Kongresi'nden heyecanlanıyordum. Fakat yine olan oldu ve hangi başarının, verimin arkasında durduğunu bir türlü anlayamadığım ama 700 küsur delegesinin anladığı kk yine genel başkan seçildi. Muharrem İnce'ye 400 küsur oy çıkmış, ki aday gösterilmesi sürecinde gerekli imzayı bulamadığı gibi bir rivayet dahi dolaşmış imiş.

Bu sonuç, gündemdeki bütün sonuçlardan rte-akp'nin ezici bir çoğunlukla galip çıkmasının garantisi oldu. Bundan sonra, sıra modern Türkiye Cumhuriyeti'nin tabutunu çivilemeye geldi. Bu ihanet ve yıkım sürecinde, bu noktadan itibaren en büyük suçlu Kemal Kılıçdaroğlu ve kendisini seçen 700 küsur delegesidir.

Yılmaz Özdil'in binr yazısını gördüm, delegelerin nasıl ayarlandığına dair bir anlaşılmazlığı yazmış; milyon oy çıkan yerin delegesi, 30 bin oy çıkmış yerden daha az, gösteriyor.

Bana öyle geliyor ki, CHP içinde giderek öne çıkan bir alevi kemikleşmesi / yobazlaşması ve aynı çizgiden olarak bir Kürt yayılmacılığı hareketi var: KK ve ekibi, Kürtleri kazanmak için Türkleri küstürmeyi makul buluyor ve belki de çoğu Kürt olan aleviler bu oyunun figüranları olarak rol icra ediyorlar. Bunu en açık şekilde İstanbul İl Başkanlığı seçiminde gördük. Dr Canan Kaftancıoğlu bir CHPli olmaktan çok bir THKP/Cli - HDPli olarak profil gösteriyor; CHP ile en küçük ilgisi yok. Ama plan o ki, onun üzerinden CHP Kürtleri kazanacak!

rte-akp'nin sünni yobazlığına karşı CHP'nin bir başka yobazlığa teslim olması, ülkenin içine sokulduğu karanlıktan çıkması yönünde bir umut yaratmaz. kk'nin bırakıp gitmesi en yararlı bir açılım olurdu: Ümit Kocasakal ve Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun adaylığının yolu açılmalı ve Muharrem İnce ile birlikte eşitçe yarışmaları sağlanmalı idi ki, kongre Türkiye'nin bir yansıması olarak sonuç versin. Mevcut tablo, kk ve avenesi tablosudur. Her ne kadar Muharrem İnce'nin aldığı oy miktarı azımsanmayacak miktardaysa, sonuçta iktidara yine kk getirilmiştir ve kozlar onun elindedir.

Yobaz Alevi - Kürt planının bir sonuç getirmeyeceğini görmek onlara bir şey kaybettirmeyecek, pardon deyip gidebilirler veya gitmeyebilirler de, ama Türkiye'ye geçmiş olsun. Artık Atatürk Türkiyesi'nin ve Cumhuriyetin bir geleceği yok! Türkiye adım adım ve belki koşarak Afganistan'a dönüşecek.

Çok asabım bozuk!