22 Mart 2018 Perşembe

ABD yönetiminde dejenerasyonu durdurma formülü: 50 Vali

Büroya stajyer olarak musevi bir çocuk geldi, 3-4 ay oluyor. Geldiği andan itibaren bir izzet bir ikbal, o kadar olur. Patronun bir önünde diz çöküp ayağının altını öpmediği kaldı. Bir jimnastik sınıfı örgütlediler; katılanlara "Filancanın jimnastik dersine katılmıştır" şeklinde diploma verdik!
Her neyse.
Çocuk kendi adına fena bir tip değil, olgun, saygılı, ilgili, biraz genç ama aklı başında biri; iş buldukça, iş düştükçe, iş verildikçe, en iyisini yapmaya çalışıyor. Fakat çevresindekiler o kadar yalaka ki, sürekli "ey sahip" şeklinde yaklaşıyorlar -ben hariç tabii.

Dün bir şey olmuş.
Onun çalışmalarını takip eden süpervizörü, her nereden çıkardıysa Adam'ın bizim büroda canının sıkıldığına hükmetmiş ve ona daha eğlenceli bir yer bulma telaşına düşmüş ve gitmiş patronuyla konuşmuş. Patronu, Başkan Yardımcısı!..

Vay, demek Adam'ın canı sıkılıyor ve bizim o şubenin reisi bu meseleye çözüm bulmuyor diye gürlemiş. Yarın bizim ofise, çocuğun ayağına gelecek ve Adam'ın mutluluk durumunu ölçtükten sonra belki patrona fırça geçecek.

Çocuğun cazibesi nereden geliyor bilmiyorum, fakat arkası çok kuvvetli belli ki; neredeyse bütün şirket titriyor onun çalışması bağlamında.

Bu gün benim yanıma geldi, biraz anlattı da oradan haberdar oldum. Benim öyle bir beklentim yok, dedi; süpervizör nereden çıkardı bu tatsızlığı ben de anlamadım, diye biraz ahlandı.

Benim sohbetimden hoşlandığını bir kere daha gördüm; neredeyse 2 saat karşımda oturdu, beni dinledi, zaman zaman fikrini söyledi.

O arada, demokrasiye inanmadığımı, en iyisinin "demokratik oligarşi" olduğunu söyledim.

ABD için de, Trump gibi büyük risklere karşı, 50 Vali formülünü önerdim. 50 valinin bir miktarı, hepsini toplantıya çağırabilir ve bu heyet belli bir çoğunlukla karar verip başkanı görevden alabilir. Böylece başkan denilen şahıs meclis çoğunluğuna dayanarak bütün sistemi dejenere etmeye kalkışamaz.

Bakalım yarın ne olacak...

*-*

"Yarın" pek bir şey olmadı. Başkan Yardımcısı gelmedi. Bizim direktörün mahçup bir eda bu çocuğu görüşmeye çağırdığını gördüm. 

19 Mart 2018 Pazartesi

Bence FETÖ'ye devletin kapılarını ardına kadar açan bir adamdı ölen!

Sabah sabah facebook'ta Hasan Celal Güzel'in öldüğüne dair bir haberle karşılaştım ve anında aklıma FETÖ geldi. Sonraki zamanlarda mesela gördüğüm şeylerden biri "Laiklik elden gidiyormuş, gitsin, cehenneme kadar yolu var" mealindeki ifadesi.
Yıldızı asıl Turgut Özal'la birlikte parlayan bir Atatürk Cumhuriyeti hainiydi Hasan Celal Güzel. 38 yaşında, Türkiye'nin en genç Başbakanlık Müsteşarı olmuş imiş.
Sadece bu bile Hasan Celal Güzel'in bir nakşibendinin ayağını öptüğü ve onun kulu kölesi olduğunu göstermeye yeter; belli ki çocukluğundan badelenmiş bir zat idi bu. Daha o zamandan (bu işler sadece ABD'de veya İngiltere'de olmuyor, gizli iktidarların olduğu her yerde istikbali garantiye alacak yatırımlar yapılır) bendelere istikbal açanlar bu parlak çocuğa da yol verdiler. Muhtemelen hayatı boyunca efendisine köle oldu bu zat; ekmeğini yediği suyunu içtiği cumhuriyet ve Atatürk, yıkılması gereken düşman saflarıydı.
Başbakanlık Müsteşarı olduğu sıralarda, Harp Okullarında dersler verdiği yazılıyor. Sonraki yıllarda Hulusi filan gibi masa paşalarının önünü açan, orduyu Fetullahın çiftliği yapanların önde gidenlerinden biri bu zattır; kimbilir o dönemlerde hangi fetullah kuzusuna ne notlar verdi de yıldızını parlattı ve kendisi gibi, efendilerine köle yaptı.
Bu zatın aslan burcu olduğunu sanıyorum ve şaşıyorum sürekli birilerine köle durmasına, etrafında hep efendiler olmasına!
Günün birinde bütün bunlar bir şekilde derinlemesine araştırılıp yazılacaktır, o zaman göreceğiz bu zatın fetö için nasıl bir nimet olduğunu ve devlet kapılarını fetöcülere nasıl açtığını, tabii o zamana kadar Türkiye cumhuriyeti yıkılıp tarihin çöplüğüne atılmamış ve Anadolu Türklerin elinden çıkmamış olursa.
Bu zatın bir kopyası Efgan Ala'dır.
Bakalım tarih onu karşımıza tekrar ne zaman ve nasıl çıkaracak.

16 Mart 2018 Cuma

Belki de yaşlanmanın bir aşaması bu...

Bu gün, hayatta beni daha ileri çeken, gelecekte daha güzel, daha heyecan verici şeyler olacağına dair herhangi bir motivasyonumun olmadığı gerçeğiyle karşılaştım. Mesela 10 yıl daha yaşasam n'olacak sorusuna yanıt veremedim. Niye 10 yıl daha yaşamalıyım sorusu başka: Bu sorunun yanıtı, başkalarını, eşimi, oğlumu ilgilendiriyor. Onları hiç değilse bir süre daha yalnız bırakmamak "düşünceliliği" önemli. Bu, istersen, onlar için yaşamak şeklinde de yorumlanabilir. Ama bu halde bile hayat, bir özne olarak, beni ileri çeken, bana ışıklı gelen, bana yeşil ve sıcak gelen, benim müziğimle tınlayan bir şey olmayacak. Yani mutluluktan çiçek açmayacağım! Bu halde bir insanın, çevresine mutluluk vermesi, en azından çevresinde mutluluğu teşvik edici, arttırıcı olması pek mümkün değil gibi görünüyor.
Bu gerçekliği, yakıtın bittiği realitesini gördükten sonra orada duramadım; dünyada acaba benim konumumda kaç milyon insan vardı... Gerçi babam, "insan karınca kadar bile kalsa, ölmek istemez" derdi hep. Ama onun var oluş koşulları ile ben ve benim kuşağımdaki dünya insanlarının var oluş koşulları çok farklı. Her şeye rağmen yaşamaya çalışmakla, "bu aşk burada biter" deyip gitmek arasında, bir tür bir doygunluk da var: 50 yıldır içtiğin çorbayı değiştirme şansın yoksa, bunu akli olarak görebiliyorsan, neden 25 yıl daha aynı çorbaya kaşık sallayacaksın?..

*-*

Fakat bir gerçeği en açık şekilde buraya yazmak isterim: İçimdeki yaşama heyecanını bu kadar darmadağın eden şey, Recep Tayyip Erdoğan diye bir kişinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin esir alabilmesidir. Ülkenin en az yarısının bu kişiye köpek durmasıdır. Sahip olduğumu düşündüğüm tek şey, Türkiye idi; Türkiye benim her şeyimdi. Bir şey oldu ve Türkiye'yi bu çarıklı kenar mahalle kabadayısına teslim ettiler, o da, benim için değerli, anlamlı ne kadar güzelliği varsa ülkemin ısrarlı bir yıkıcı olarak yerle yeksan ediyor. Varlığımın anlamını hissedemememin arkasında, ülkemin içine düşürüldüğü çaresizlik duygusu var! Çaresizlik, hayatta en fena bir şey! 

12 Mart 2018 Pazartesi

Burç açıklamaları sinir bozucu şeyler

Burçlarla ilgilenmeyeyim diyorum ama sağda solda gözüme ilişen haberlerle, söylediklerini karşılaştırıyorum, şaşırtıcı sonuçlar çıkıyor.

Geçenlerde bir yerde mesela akrep burcu ile bir ayrılış yaşayacağıma dair bir iki şey okumuştum. Çok canımı sıkmıştı, çünkü Türkiye akrep burcu idi ve ben Türkiye'yi düşünmeden nefes alabilen bir insan değilim; 24 saatim Türkiye neredeyse. O kadar ki, son 15 yılda içinden geçtiği süreç, benim burada hayatı burnumdan getiriyor ve orada her şeye rağmen yaşayan ve direnen, çağdaş insanlara gıptayla bakıyorum; hepsi bana birer kahraman gibi görünüyorlar.
En son, önce CHP İstanbul İl Başkanlığı, ardından gelen Genel Başkanlık seçiminden sonra, memleketin düzelebileceğine dair umutlarım iyice köreldi ve baktım ki, memleketi düze çıkarmak asli görevleri olan siyasi insanların, ezberlerini bozmamak için Türkiye'yi harcamayı tercih ettiklerini gördüm. Canım daha da sıkıldı. Benim buradan canımı sıkarak zaten bir şey yapamayacağımı daha fena idrak ettim.
Bu CHP'ye oy vermeyeceğim kesin.
Belki bir umut İYİ parti, bu mevcut iktidar güruhunun etkisiz hale gelmesine yol açabilir, diye dumanlı bir umudum var.

Akreple kopuş veya ters düşüş veya aykırılık artık nasıl söyleyeceksek, olumsuz gidişin ilk göründüğü örnek, birlikte çalıştığımız ve hakikaten çok taktir ettiğim Courtney'in işten ayrılması oldu. Patron sahip çıksın, bu kızı bırakmasın diye ciddi çaba sarfettiysem de, daha yukarıdaki patron, haftanın 2 günü iş gördürüp 5 günlük para vermem deyip çıkmış işin içinden; oysa bu sadece 4 aylık bir süreç idi: Courtney öğrenci idi ve bir yerde 4-5 ay intern olarak çalışması gerekiyordu diploma alabilmek için.
Courtney'i kaybettik; tekrar kazanacağımızı sanmıyorum.

Ondan sonra, bir nevi bir aile ferdi olan baldızla külahları değiştik. Ortak aldığımız evi neredeyse 13 yıldır boşuna tutuyoruz; boşuna tutturuyor. Ne alıyor, ne sattırıyor. En son, ne yaparsanız yapın diye topu bize atmıştı, biz de satmaya karar vermiştik. Bir müşteri 85 bin lira vermiş. Biz tamam dedik, bu, bu sefer de 90'dan aşağı olmaz diye tutturdu. Evi satsak, payımıza düşen parayı dolara çevirecek buraya getirecektik; evin çatısını yeniletecektik, 10 bin dolar istiyordu adam. O gün 1 dolar 3.65 lira idi; şimdi baktım bu gün 3.8277.  Payımıza 38 bin 250 lira düşecekti. 10. 479 dolar yani. Bu gün aynı paraya satılsa, alabileceğimiz dolar 10 bin. Yani 3 ayda 479 dolar kaybetmişiz. Bir de bu evin 13 yıldır boş durduğunu ve satılmadığını düşün.
Her neyse, akrep baldızı da sildim defterden.

Derken, çok sıkı facebook arkadaşlarımdan akrep Sevinç de neredeyse 1 aydır çekildi gitti. Onun kalbini kıracak, üzecek bir şey yapmadım. Hatırladığım tek şey, izlemem için gönderdiği bir film linkini, kredi kartı kullanmadan izleyemeyeceğimi, bunu da yapmak istemediğimi, izlemenin başka bir yolunu bulmaya çalıştığımı söylemiştim. O da canının sıkma, ben sana bir yol bulurum demişti. Orada kalmıştık. Bir daha görüşemedik.

Ve, geçen hafta, akrep yeğenim Okan'ın gidip tek kapılı 10 yaşında bir BMW aldığını öğrendim ve sinirlerim tepeme çıktı. Kendisinden evlenip bir yuva kurması gibi makul ve mantıklı adımlar beklerken, hangi akla hizmet olduğu anlaşılamayan böyle bir aptallıkla karşılaşınca, üzüldüm. Annesi de babası da kredi kartıyla bütçe döndüren insanlar ve çocuklarını mutlu etmek için türlü çeşitli sıkıntılara göğüs geren insanlar; senin neyine tek kapılı spor araba.
Kendisiyle görüşmüyorum.

Fakat bu burçlar meselesine dair yazacağım şeyin asıl malzemesi bu akrep hususu değildi. Jüpiter retro mu yapıyormuş ne, hayatta her şey gecikecekmiş diye birşeyler ilgimi çekti.
Arda'nın 2 haftadır yüzme ve müzik derslerine gidemediği aklıma geldi; gelecek hafta yine gidemeyecek, çünkü bir gösteriye katılması gerekiyor.

Bir iki şey daha vardı ama unutmuşum.

Gözleri hep parlayan bir ışıltılı adam öldü

İki gün önce, Cumhuriyet Gazetesi'nden tanıdığım Hasan Uysal'ın öldüğü haberini okudum facebook'ta. Anlaşılmadık şekilde, hayli üzüldüğümü fark ettim. Kendisiyle bir iki yerde ayaküstü karşılaşma ve merhabadan başka bir alışverişim olmamıştı. Fakat bende kendisinin değerli, güleç yüzlü, gözleri parlayan, zeki ve renkli bir insan olduğu izlenimi kalmış. Kendi kendine, özgüven yüklü, sıkı bir karakter idi, diye düşünüyorum. Asıl şu zamanlarda gazetecilik yapması gereken, cesur, dürüst, namuslu bir aydın idi.
86 yaşında alzheimerli annesi ile birlikte yaşadığı Ayvalık'ta gece kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. 64 yaşındaymış.
Ötekileri bilemiyorum ama sadece facebook'ta ölüm haberi o kadar çok paylaşıldı ki, içten içe böyle ölüm de var diye geçirdim içimden...
İz bırakarak gitti.
Bildiğim kadarıyla Aslan burcuydu. Onun ölüm haberine bu kadar takılmamın bir gerekçesi de belki, hemen aklıma İrfan'ı getirmiş olmasıdır. İrfan da aslan. Hayli bir zamandır da sağlıklı bir tablo sergilemiyor. 

*-*

Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde ikamet eden Gazeteci-Yazar Hasan Fevzi Uysal evinde ölü bulundu.
MEDYA AYVALIK – HABER MERKEZİ
SUAT SALGIN
Edinilen bilgiye göre; Ayvalık’ın Sahil Kent Mahallesi’nde Alzheimer hastası olan annesi Sevim Uysal ile birlikte ikamet eden 64 yaşındaki Hasan Fevzi Uysal’ın cansız bedeni sabah saatlerinde evin banyo kapısı girişinde yerde yatar halde bulundu.
Polis’in ve Adli Tıp Doktoru’nun yaptığı ilk incelemelerde Uysal’ın hayatını gece yarısı saat 01.00 sıralarında kaybetmiş olduğu öğrenildi.
Yapılan incelemelerde Uysal’ın ölümünün şüpheli bir ölüm olmadığı belirlendi.
Hasan Fevzi Uysal kimdir?
1954 yılında  Kütahya’da doğan Hasan Fevzi Uysal,ilkokulun ilk üç sınıfını Konya Ereğli’de okuyup geri kalan öğretim hayatını Kütahya’da tamamladı. Bu dönemde genç milli futbol takımına çağırıldı. 72-73 döneminde ODTÜ’yü Türkiye 3. sü olarak kazanarak Ankara’ya adım attı. Okulunu bırakıp yeni açılan Spor Akademisi’ne geçti ve 78’de mezun olan 56 kişi arasına girdi. Bu süreçte otuz beş bin üyeli Amatör Sporcular Derneği Başkanlığı yaptı ve profesyonel sporcuların sendikalaşması için çalıştı.
1 Mayıs 79 tarihinde Politika Gazetesi’nde gazeteciliğe başladı. Gazete kapatılınca THA’a geçti. Kısa dönem askerlik yapmak için THA’dan ayrıldı. Asker dönüşü Cumhuriyet Gazetesi’nde dokuz yıl çalıştı. Bu süreçte on biri yılın gazetecisi olmak üzere kırkın üzerinde ödül aldı. 1987’de yılın en çok satan kitabı olan “Gizli Örgüt Nasıl Kurulur?”  yayınlandı. Üçü yılın en çok satan kitabı olmak üzere toplam on beş kitabı yayınlandı. Son yirmi yıldır çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yayınlanan dört binin üzerinde makalesi bulunan Hasan Fevzi Uysal, çevresinde sevilen bir kişilik olarak tanınıyordu.

9 Mart 2018 Cuma

Spagettiyi öyle yemeyi bilmiyorsan bıçak kullanırsın!

Zavallı patron bu gün bana içinde ne zamandır taşıdığı kompleksini kusma fırsatı buldu. Esasında bu fırsatı ben verdim.
Masamda tetris oynuyordum, arkadaşlardan biri, öğlen yemeği hazırlığı yapan patronun halen bilgisayarda birşeylerle meşgul olduğunu, bu yüzden benim spagetti ile ilgilenmemi istediğini söyledi.
100 bini devirmeyi denediğim bir anda beni dağıttığı için burnumdan soluyarak tetrisi beklemeye aldım ve kalktım sandalyemden.
Baktım su daha kaynamamış; altını açtım. Fakat bizim ocak elektrikli, kolay kolay su kaynatmıyor. Çok geçmeden canım sıkıldı ve patrona malzeme olacak hatayı yaptım: Spagettiyi ortadan kırarak attım suya.
Bir süre sonra onun işi bitti, geldi mutfağa. Beni bir sürü yönden eleştirdikten sonra sıra, spagettiye bakarak, bunları niye kırdın, dedi. Kırılacak olsa bunu bu pakete değil daha küçük pakete koyarlar değil mi, dedi.
O arada, o iş için aramızda aracılık eden arkadaş, bizim orada var o küçük paketten dedi, ben güldüm. O spagetti değildir diye sıyrıldı bizimki. Bana dönüp, spagetti neden uzundur, çünkü böyle çatalına sararsın ve öyle yersin, dedi. Evine hasbelkader bir İtalyan gelir de böyle bir spagetti ile karşılaşırsa, senin İtalyan mutfağı hakkında hiçbir şey bilmediğine hükmeder, bu böyle yenir.. böyle yiyemeyeceksen, gözümün içine bakıyordu, bıçakla kesersin, öyle yersin filan diye mal bulmuş mağribi gibi uzattıkça uzattı.
Böyle lafı ağdalandırırken aklıma gelmediği için şimdi biraz canım sıkılmıyor değil; diyebilirdim ki, ya, biz de lüks sınıf restoran hizmeti veriyoruz, çatal bir yanda kaşık bir yanda, bıçak bir yanda...
Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim: Kendisini yemekte bir kere olsun bıçak kullanırken görmedim, oysa ben ne yersem yiyeyim çatalım ve bıçağım masadadır ve kullanırım. Bu alışkanlığım sadece onu değil, Amerika filan diyoruz ama milletin böyle bir yönelimi yok, büro arkadaşlarımın hepsini rahatsız ediyor; kimsenin çatalın yoldaşı bıçakla arası yok.
Böyle işte: Zavallı patron bana haddimi bildirdi.

3 Mart 2018 Cumartesi

Paul'ün neden huzursuz olduğu anlaşıldı: Öteki yanındaki komşu Lilly Grace'in annesi onu hiç iplememiş...

Malzeme yetmediği için, küçük kaldırımı tamamen bitiremedim ama, diyelim, 10'da 9'unu kapladım; hiç fena da olmadı.
Dün cuma idi ve komşu Paul'le bir şekilde karşılaşacağımı umarak güne başlamıştım; bütün gün gerilim sürdü zihnimde, stres fena bir şey. Biliyordum bir şekilde bu sürecin tamamlanacağını ama belli bir sonuca varıncaya kadar stres insanı yemeğe devam ediyor.
Dün çok kuvvetli bir fırtına ve ağır yağmur yağışı vardı. Sabah işe giderken hani iliklerime kadar ıslandım denen şey gibi oldu; üstümde gerçi naylondan bir şey vardı, bebek tulumu gibi bir şey; ama kısa olduğu için sırtımdan doğru akıp gelen damlalar yüzünden bacaklarımın arkası tamamen su oldu. Büroya döndüğümde çıkardım, o salak kızın odasında özel malı gibi tuttuğu ısıtıcıyı istedim, onun üzerine serdim, çoraplarımı da çıkardım, kuruttum; o arada, çekmecemde geçen yazdan kalma kısa pantolonu giydim, öyle çalıştım.
Neyse sonuç olarak akşam eve geldiğimde, fizik olarak çalışma olanağım yoktu, bu fırtına ve yağmurda kimse çalışmazdı. Netekim akşam yemeği yerken elektrikler de kesildi. Bütün geceyi buz gibi evin bir odasında yatakta geçirdik.
Bu sabah, elektrik belki gelmiştir ümidiyle uyanmaya çalıştıysak da, gelmemiş olduğunu gördük, çok sarsılmadan üzüldük. Bir süre sonra, kahvaltıdan sonra sinemaya gidelim, bu soğukta evde beklemekten daha cazip dedi my better half; sinemaya gittik. Orada haftalık manav alışverişine gittik, eve dönerken elektriğin hala gelmemiş olduğuna dair internet bilgimiz vardı ve canımız sıkılıyordu. Fakat eve yaklaştıkça, trafik ışıklarından, bazı evlerde lambaların yandığını görmekten filan cesaret alarak ümitlendik. Eve girdiğimizde, Arda ve annesi elektriğin gelmiş olduğunu coşkuyla fark ettiler ve elektrik geldi dansı etmeğe başladılar. Beni de davet ettilerse de pek yanaşmadım, işim vardı.
Ve hemen bahçe yolunu düzenleme işine sıvandım. Paul evde yoktu, arabası park halinde değildi. Ben onu rahatsız eden köşeden çalışmaya başlamıştım, beş dakika geçti geçmedi, geldi. Ben işime devam ediyordum, merhabalaştık. Bana doğru geldi. Çömeldiğim yerden ayağa kalktım. Daha önce zihnen hazırlandığım şekilde, onu rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştığımı, belki keskin kenarlı birkaç taştan huzursuz olduğunu düşündüğümü ve onları alıp yerine başkalarını koyduğumu söyledim. O yine başladığım noktanın aslında onun mu bizim mi olduğunun her zaman çok kolay anlaşılmadığını, o yüzden bu tür işlerin, sınır diye belirlenmiş görünen yerden 12 inç içerden başlatıldığını filan söyledi. Ayağıyla, belediyenin asfalttan yaptığı kaldırım gibi şeyin nasıl bir açıyla sıfırlandığını filan işaret ediyordu. Dedim burası çizginin de gösterdiği gibi bizim evimizin toprağı. Maksadım bir tür huzursuzluk çıkarıp kimseyi rahatsız etmek filan değil, sonuçta güzel bir görüntü ve işlevsel bir yol yapmaya çalışıyorum, dedim. Gözlerinin içine bakarak konuşuyordum, o da benim gözlerimin içine bakıyor ve sanki ona hesap veriyormuşum hissiyle dinliyor görünüyordu. Bir ara, yani sen tam buradan arabanla geçemezsin zaten, niye rahatsız olacaksın ki, dedim. Sonuç olarak ben istediğim şekilde işi bitireceğimi ona göstermiş oldum. Tam açık bir dille tatmin olduğunu ifade etmediyse de, evine doğru gitti. Çok geçmeden, 10 dakika filan sonra yeniden çıktı, bindi arasına yine bir yere gitti, ilgilenmedim. 10 dakika sonra geri geldi. Yine yanıma yaklaştı. Mülklerin sınırları konusunda bir survey yaptığını söyledi, hala da yapıyormuş. Bir iki cümle sonra, onun bütün huzursuzluğunun esası ortaya çıktı: Lilly Grace'in annelerinden biri, onlarla bitişik bahçe duvarını hiç ona danışıp sormadan yıktırmış. Ne yapıyorsunuz, demişse de sonuç alamamış. Benim bu hareketim de ulan bir başka darbe daha mı alacağım tedirginliğine itmiş onu belli ki. Benin kimseyi rahatsız etmek gibi bir kastım olmayacağını, huzurlu bir komşuluk ilişkisinden yana olduğumu söylediğim sırada lafı ağzımdan alarak, tam benim bakış açım da bu, dedi. Sonra laf onun evine / bahçesine bakım projelerine geldi; dinler gibi yaptım, fırtınadan, yıkılan ağaçlardan bahsettik, gitti.
Bu gün sonuç olarak 4 metrelik yürüyüş patikası projeme başlamış ve önemli bir kısmını geride bırakmış bulunuyorum. Yarın belki 1 saatlik bir işim daha var, sonra facebooka koymak üzere fotoğrafını çekeceğim; belki buraya da koyarım.

1 Mart 2018 Perşembe

Bahçeme çek düzen verirken komşumdan izin mi alacağım...

Sabah sabah tam Arda ile çıkmak üzereydik, kapıyı açtım baktım yan komşu Paul tam kapının önünde, arabasının içinde bana birşeyler söylemeye çalışıyor. İndim yanına gittim.
Anladığım kadarıyla, hafta sonunda yapmak üzere yol kenarına koyduğum taş tuğla yığını rahatsız etmiş onu. Taşları yerleştirmeye ilk koyduğum köşeden başlamamamı istedi. Yüzü bembeyazdı ve sanki ilk kez birisinden bir şey istiyormuş gibi, sanki dudakları da titriyordu, sinirliydi belli ki. Bir sürü birşeyler söylediyse de ben bir iki kırıntı anladım. Beni engellemek için ne yapsam ne yapsam diye sanki bütün gece düşünmüş ve nihayet bulmuş sanki; ben oradan taş döşemeye başlarsam arabasının lastiklerine bir şey olurmuş. O kadar ipe sapa gelmez, komik ötesi bir "gerekçe" ki, gülünemez bile. Bir defa taşlar dümdüz, üstünde dikenli tel yok, bu taşlardan korkuyorsan sokağa çıkmaman lazım. İkincisi, o taşı koyduğum yerden senin arabayla geçmen zaten mümkünsüz. Ve son olarak, ben kendi bahçemde çalışıyorum, sana ne!
Ön bahçenin onun yoluna bitişik parçanın yola yakın kenarında kendiliğinden otlar bitiyor ve bütün zamanlarda kötü bir görüntü veriyor. Ne kesebiliyorum, ne koparabiliyorum. Yoldan geçenler de oraya bassınlar mı basmasınlar mı bilemiyorlar. Dedim, ben arka bahçedeki tuğla ve taş parçalarından oraya şöyle artistik bir yürüme yolu yapayım. Ne kadar eski tuğla ve taş varsa oraya taşıdım ve yol olacak yere yaydım. Beyefendi kendi sınırına dayanmış taşa her ne sebeptense takılmış ve bana sinirlenmiş belli ki. Muhtemelen benim yaptığım şeylerden hoşlanmıyor, yine hoşlanmayacağı bir şey yapacağımı düşünüyor. Yanı sıra, bu adam birazdan benim arazime de tecavüz edecektir diye de mi bir zehaba kapıldı herhalde. Veya da, "yok öyle kardeş, istediğini yapamazsın benim evimin sınırında" direk bana ders vermek için de itiraz ediyor olabilir.
Hiçbir şekilde benim işime karışma hakkı yok. Çünkü ben hiçbir şekilde "onun olan bir yerle" ilgili değilim. Kendi bahçe sınırlarım içinde, yoldan geçenlere bir hizmet olsun diye kaldırım yapıyorum; bu yoldan bir menfaat de sağlayacak değilim. Maksadım çirkinliği ortadan kaldırıp biraz güzelleştirmeye çalışmak. Kaldı ki beğenmezsem sökmek için adam tutmaya filan da gerek yok, 1 saatlik iş; nihayet birbirinin yanına konmuş taş ve tuğlalardan bahsediyoruz. Kendi bahçemde çalışmak için neden senin fikrini almak ihtiyacım var!
Her neyse, sabahın o dar zamanında yarım yırtık anladığım kadarıyla ok dedim. Sonra bütün gün içime dert oldu. Bütün gün bütün enerjimi bu münasebetsiz davranışı anlamaya ve nasıl def edeceğime harcadım. Resmen kendimle uğraştım; işte ilk kez, birine karşı savunulacak bir varlığın var ve bakalım ne yapacaksın, pozisyonu. Şu şöyle yapmıyor bu böyle yapmıyor diye çok rahat eleştirdiğim pozisyonlar geldi geçti zihnimden. Bakalım ben nasıl yapacaktım. İlk fırsatta, belki yarın sabah kendisini karşıma alıp, defalarca kendi kendime prova ettiğim şekilde soracağım.
Tabii beni asıl gerdiren husus, dil. Onun ne söylediğini yine tam olarak anlamayacağım. Onun için kendisine benim duruşumu açıklamak esas. Burada seni rahatsız eden ne, diye soracağım. Senin toprağına girmiş miyim? Hayır. Tehlikeli bir iş mi yapıyorum, tehlikeli bir malzeme mi kullanıyorum, hayır. O halde yanlış olan ne, neye itiraz ediyorsun? Nihayet kendi evimin ön bahçesinde çalışıyorum.
Çok keyif alarak düşünüp tasarladığım ve heyecanlandığım bu hafta sonu projesini her şıkta yapacağım tabii ama onun istediği, istediği değil de adeta "dayattığı" şekilde, sınırdan 12 inch içerden başlamam gerektiği gibi bir sınırlama asabımı bozuyor; keyfimi kaçırdı.
Mahkemelik olmak ihtimali geçti zihnimden. Belediyeye gidip sormak ihtimali var. Fakat belediye de şak diye tamam yap veya yapamazsın diyebilecek durumda değildir ki, rica edeceksin, bir uzman görevlendirecek, onun uygun vaktini kollayacağız vs vs. Belki de diyecek ki bu bizim işimiz değil, mahkemeye verin birbirinizi, mahkeme karar versin vs.
Böyle şeyler düşünürken bu samimiyetsiz çocuğun, daha taşındığı ilk günlerde sergilediği bir sersemlik anını hatırladım. Taşındığının ikinci haftası mı neydi, sanki ben yapmışım da adeta itham eder gibi, eve birileri girmiş, duvarda delik açmışlar filan diye birşeyler söyledi. Ben de şaşırdım, allah alah dedim, görmek ister misin, dedi yüzüme dik dik bakarak, sanki beni olay mahalline götürüyormuş gibi, arkadaki küçük kapıdan girdik, baktım duvarda yere yakın, birilerinin profesyonel olarak tasarlayıp pencere gibi boş bıraktığı bir delik var, 15 santime 25 santim gibi bir şey. Sonradan bizim evde de gördüm aynı türden bir deliği; sanki bacadaki dumanın çıkışını kolaylaştıracak bir sistemin unsurlarından biri. Sonradan kendi de meseleyi sordu soruşturdu ve anladı herhalde. Yani çok rahat kafalı biri değil, biraz pimpirikli bir tip.
Hiç ummadığım bir tepki! Ben kendi bahçemde bir kaldırım düzenlemesi yapıyorum, sana ne oluyor! Neden rahatsız oluyorsun! Senin sınırın asfaltla belirlenmiş, benim taşım da sadece sırtını asfalta verecek. Ne oradan araba geçer, ne geçirsen bile lastiğine bir şey olur!
Tabiatımda tatsızlık çıkarmak yok. Ama neredeyse bütün hayatın teslimiyetle geçti, hemen her türlü belayı evet diyerek savuşturdum. Ama burası Amerika, başka bir dünya ve artık arkamda 56 yıl var. Neyin doğru, haklı, anlaşılabilir olduğuna dair bir fikrim var. Birinin keyfi öyle istiyor diye neden öyle yapayım! 12 inch içerden başlayabilirmişim, çünkü komşu sınırından 12 inch içerden olması gerekiyormuş. Ben böyle bir şey bilmiyorum, aslı var mı yok mu birazdan Google'da birşeyler bulmaya çalışacağım. Öyle olsa bile, sen benim bahçe sınırıma kadar asfalt döktürmüşsün, neden 12 inch içerden sınır belirlemedin!
Yarın sabah çıkarken konuşup karara bağlayacağım diye bir planım var, bakalım n'olacak...
Bütün gün, burada yalnız olduğumuz hissi döndü dolaştı kafamda. Arkamızı dayayabileceğimiz birileri olsaydı ne kadar güçlü hissederdim kendimi, ama yok işte, sen kendin mücadele edeceksin.
Sonra, neredeyse 10 yıldır her ay 17 dolar ödediğimiz hukuk bürosu geçti zihnimden. Mahkemelik filan olursak, veya mahkemeden önce açıp onlara bir fikir sorsak filan gibi...
Sonra biz konuşurken yoldan geçen komşular işe müdahil olur da, "adamın hakkı, niye senin söylediğin gibi yapmak zorunda olsun ki" derler ve bana güç verirler gibi şeylerden güç devşirmeye çalıştım. Belki Jason köpeğini gezdirmeye çıkmış olur veya Becky merak edip gelir...
Hatta belki başına kötü bir şey gelir de durum tamamen değişir gibi çocukça şeyler de geçti zihnimden.
"Belki evi satıp gitmek zorunda bile kalabiliriz"e kadar geldim. Hadi kardeşim anca gidersin deyip işin içinden sıyrılmaya çalışmak yerine, allah kahretsin yine yenileceğim hissine az kalsın teslim olacaktım.
Düşman her yerde idi; düşmanı araman gerekmiyordu. İşte buraya taşınalı beri geçen 5 yıl boyunca yaşayageldiğimiz huzurlu günlerin de sonuna gelmiş bulunuyorduk.
Adam acaba benim tutumum karşısında bir kötüük yapmaya kalkışır mıydı... Beni dövmek gibi mesela; benden iri ve güçlü kuvvetli biri. Mesela beni felç ediyormuş. Sonra hapis filan. Ama sonuç olarak burası Amerika, bu işler o kadar kolay değil diye kendime teselli vermeye çalıştım.
Böyle aşağı koy yukarı kaldır derken gidip google baktım, bir ara "ev satılığa çıkarılmış" diye bir rivayet çıkmıştı. Ev satış aracıları, 53 Ryder'ın Forclosure'da olduğunu gösteriyor, mortgage'ı veren banka tarafından satışa çıkarılmış filan gibi bir şey. Bu rivayet çıkalı bir yıldan fazla oluyor ama sayfada hala öyle görünüyor.
Arda'yı arkadaşlarıyla oynarken izlediğimde, oynamayı bilmediğini görüp üzülüyorum, bir iki kere dolambaçlı bir şekilde ima da ettim, başkaları oynuyor, sen onları eğlendiriyorsun gibi birşeyler söyledim. Artık beni gördüğünde, arkadaşlarıyla oynadığı oyunu bırakıp yanıma geliyor ve gidiyoruz, kendini arkadaşlarıyla oynarken göstermiyor bana.
Benim durumum da hemen hemen aynı: Ben de mücadele etmeyi bilmiyorum.
Bu olaya, belanın üzerine git, öğüdü doğrultusunda yaklaşacağım. Tamamen haklı olduğum bir pozisyonda, başkasını mutlu etmek gibi bir seçimim söz konusu olamaz; kaldı ki, benim yapacağım işin kimseyi mutsuz etmesi de düşünülemez.