8 Şubat 2012 Çarşamba

Türkiye önemli bir ülke değil (2003 tarihli bir görüşme)

Türkiye piyasası, oluşturduğu askeri, siyasi güç, dünyada başka
ülkelerin hükümetlerini etkileme gücü açısından önemli bir güç değil.
Türkiye, dünyadaki küreselleşme süreçlerinin piyasa ölçeği bakımından
ya da ülkelerin birbirlerini etkileme gücü açısından önemli bir
ekonomiye veya devlete sahip değil ve bunu idrak etmeyen bir siyasi ve
bürokratik elit var. Bereket versin coğrafyası önemli ki, bir miktar
bu önemsizlikleri dengeleyebiliyoruz.


Son 50 yıl içinde ne oldu? İkinci Dünya Savaşı öncesinin, sonrasından
temel farkı nedir? Temel fark dünyada sömürgeciliğin tasfiye
edilmesidir: Bazı gerçekleri söylemek zordur, bazı gerçekleri söylemek
nahoştur. Avrupa'dan gelip oraları idare eden beyazların gittiği,
yerlilerin kendi başlarına kaldıkları, bazı ülkelerin durumlarının
hızla iyileştiği, Uzak Doğu ülkeleri gibi; bazı ülkelerin durumlarının
da hızla kötüleştiğini gösteriyor. Yani insanlar kendi başlarına
kaldıklarında, köle sahibi sahneden çekildikten sonra, geride kalan
kölelerin durumunun mutlaka iyileşeceğine dair bir nedensellik yok ki.




EKONOMİK DENGE: Siz küreselleşmenin adeta tarihsel bir akışı olduğunu,
dünyanın artık bugüne geldiğini, bugünün bilinegelen ulus devletler
sistemiyle yürümeyeceğini ve yeni açılımların kaçınılmaz olduğunu
söylüyorsunuz. Bunu etraflıca açıklar mısınız? Yeni yapılanmayı
zorlayan etkenler neler?

YAHYA SEZAİ TEZEL: Kendimi doğru ifade etmiş olmak için hemen bir
düzeltme yapayım: Ulus devletler yetmiyor, demek istiyorum. Ulus
devletlerin birdenbire ortadan kalkması falan söz konusu değil. Ama
dünya tarihine baktığımızda, dünya hep şu anda ya da bizim
çocukluğumuzdan beri gördüğümüz biçimde olmamış; değişen bir dünya
içinde yaşıyoruz. Dünyanın bizim gördüğümüz, "normal" düzeni
saydığımız düzen, 19. yy başlarında ortaya çıkmış ve bugüne kadar
gelmiş. Bu, üç aşağı beş yukarı, belirli coğrafya sınırları içinde,
olan bitenin, toplum üstündeki hakimiyet sahibi tarafından, devlete
ait bir iç mesele sayıldığı bir uluslararası düzen. Bunun hem bir
tarihi var, hem de -hukuku yok aslında da- hukuku var gibi görünüyor.
Hukuku yok, çünkü, uluslararası ilişkileri düzenleyen bir üst güç
olmadığı için bu ara dönemde, uluslararasındaki ilişkilerin kuralları
hep, sonradan fiili durumlara uyan kurallar olmuş. Devletler arasında
uyuşmazlıklar savaşla çözülüyor, savaşla çözülebiliyor. Devletlerin
içindeki problemlere de öteki devletler karışmıyor. Karışması ne
demek, savaşması demek. Bir devlet öteki devletin içine karışmak için
savaşıyor. Ama devletlerin üstünde her birine yaptırımı olan, bir
güçle empoze edilen, zorlanan bir uluslararası kurallar düzeni yok.

ED: Son dönemde Birleşmiş Milletler böyle bir otorite sayılamaz mı?
YST: Sayılmıyor. Çok yakın tarihimizde BM'nin tarihine bakarsak, bir:
Parasını ABD vermezse, çalışamaz hale geliyor; iki: Bir yerde, bir
uzlaşmazlığa müdahale etmek gündeme geldiğinde, gene parasını ve
askerini Amerika vermezse, çalışamaz hale geliyor. Yani BM'nin
varlığı, ulus devletlerin iyi niyetine, desteğine bağlı. Karşı tarafın
iyi niyetine, desteğine bağlı güç olmaz. Eğer bir gücün gücü karşı
tarafın iyi niyetine bağlıysa bu güç güçsüzdür. Güç, karşı tarafa onun
iradesine rağmen, empoze edebileceğiniz bir varlıksa güçtür.
Uluslararası ilişkilere baktığımızda, BM'in kendine ait gücü yok. Ulus
devletler tarafından desteklendiği takdirde, büyük birkaç ulus devlet
para ve güç verirse, bir şeyler yapıyormuş gibi görünüyor. BM, bir
temenni. Olması gereken bir düzene yönelik bir niyet beyanı.

ED:Yetmiyor artık dediğiniz dünya düzenini getiren neler var?
YST: Ne oldu da şu andaki düzen zorlanıyor... Mesela ticaret diyoruz,
finansal akımlar diyoruz, uluslararası para diyoruz, uluslararası
teknoloji diyoruz, enerji diyoruz, insan hareketleri diyoruz.
Bunlardan hiçbiri yeni değil. Ticaret örneğini ele alalım: Ticaret,
çok eski bir süreç. Binlerce yıllık bir tarihi var. Kimsenin gidip
gelmediği hatlar üstünde yaşamayan her kültür şu ya da bu derecede
ticaret yapmış. Ama ticaretin, dünyadaki üretimin organizasyonunu
şekillendiren faaliyet haline gelmesi yeni!..

ED: Yani ne oldu?
YST: Bir ülke düşünelim: Kanuni Sultan Süleyman döneminde Anadolu
mesela. Bunu bir ekonomik olarak tanımlayalım: 1555'te Anadolu
üretimine baktığımızda, 100 birim üretilmişse bunun 97'si Anadolu'da
tüketilmiş; Anadolu'daki ihtiyaçların karşılanmasında, başka yerde
üretilip Anadolu'ya getirilenlerin payı yüzde 3; Anadolu'da üretilip
de dışarıya gönderilenlerin payı diyelim ki 2. Böyle bir dünya ile
içerdeki üretimin 100 biriminden 50'sinin o ülkenin dışındaki pazarlar
için üretildiği veya içerdeki insan ihtiyaçlarının 100 biriminden
50'sinin içerde değil başka yerlerde üretildiği bir dünya farklı.
Uluslararası ticaretin, üretimin organizasyonunun veya ihtiyaçların
karşılanması organizasyonunun ana kanalı haline gelmesi yeni. Bu, 19
yy başlarında başlayan ve kesintisiz bugüne gelen, bir yeni gelişme;
son 200 yılın gelişmesi. Şu anda artan bir şekilde, ekonomiler, o
ekonomi içinde üretim yapan insanlar, o ekonomi içindeki ihtiyaçların
karşılanması için değil, bilinmeyen başka ülkelerdeki insanların
ihtiyaçlarının karşılanması için yapıyor. İnsan ihtiyaçları da o
insanlar tarafından değil başka insanlar tarafından karşılanır hale
geliyor; bu yeni.
Aynı şekilde para: Bugün bazılarımızın cebinde 3 bin, 5 bin dolar
kredi hesabına açılımı olan kartlar var. Doğru çalışan bir hesabı olan
herhangi biri, Almanya'ya gittiğinde, cebindeki, bırakın kredi
kartını, bankamat kartını soktuğunda Türkiye'deki Türk Lirası
hesabındaki parayı o makinadan Euro olarak çekebiliyor.
Uluslararası para bütünleşmesi dediğimiz süreç yeni; bu çok daha yeni.
Eskiden çok sınırlı bir şeydi insanların kendi paralarının yanında
öbür ülkelerin paralarını kullanmaları, daha az yaygındı. Bugün
dünyada birbirine dönüştürülebilir ve fiyatı her an değişen paralardan
oluşan bir uluslararası ödemeler sistemi var. Dünyadaki bankacılık
sistemi bütünleşti; elektronik teknikler, bilgisayar teknolojisinin
bankacılıkta kullanılması, modern haberleşme, telekomünikasyon, uydu
vs ile anında insanlar hiçbir hükümet merciinden izin almak diye bir
şey söz konusu olmaksızın finansal varlıklarını bir ulusal para
biriminden öteki ulusal ya da bölgesel para birimine aktarabiliyorlar.
Bu çok önemli bir gelişme.

ED: Sistem zorlanıyor diyorsunuz. Demek ki bir zorlayan var. O
zorlayan ne veya kim? Tarif ettiğiniz değişim dönüşüm, zenginler
dünyasında bir değişim olmuş. Küreselleşmeden bahsederken dünyanın
bütününü görmeli. Ötekilerin dünyasını da buna dahil edebilecek bir
arayış neden yok?

YST: Bu, çok temel bir soru.

ED: Ayrıca şunca zamandır bir insanlık kültürü gelişmiş gidiyor bir
tarafa doğru ama biz hâlâ firmaların rakamsal değerleriyle insanların
hayatları arasında bir tercih yapmış gibi de oluyoruz.
YST: Kapitalizm, çok çarpıcı gelir düzeyi farklarına yol açtığı için,
doğal bir şekilde itiraz edilen bir kültür olma özelliğine sahip. Bir
insanın anti-kapitalist olması için ciddi olgusal ve psikolojik
nedenler var. Daha fakirler daha zenginleri kıskanabilirler. Bir
insanın kendi imkanları sınırlıyken başka insanların adeta sınırsız
imkanları kullanarak yaşamasından rahatsızlık duyması makul, mazur ve
anlaşılabilir bir şey. Ama bu bizim, "dünya daha iyiye mi gitti, daha
kötüye mi gitti" meselesini ele alışımızı imkansızlaştırmamalı.
"Dünyadaki insanların durumu iyileşti mi iyileşmedi mi" sorusunu
düşünürken, serinkanlı bir şekilde önce şu mantıkî tespiti yapmamız
lazım: Herkesin durumu aynı anda iyileşmez veya herkesin durumu aynı
anda kötüleşmez. Birilerinin durumu iyileşirken başka birilerinin
durumu en azından nispî olarak kötüleşmiştir.
Dünyada refah artışında şunu düşünmemiz lazım: Birilerinin durumu
mutlak olarak daha kötüye gitti mi? İki: Nispi ilişkiler ne oldu;
aralarındaki fark arttı mı, azaldı mı? Bölüşüme bakmak lazım: Bölüşüme
bakmadan bir refah artışı değerlendirmesi yapılmaz, sorunuz, meşru ve
önemli bir soru. Dünyadaki son 200 yıllık gelişmeler sonucunda, "iyi
mi oldu kötü mü oldu" noktasına varabilmek için, sadece "bir şeyler
büyüdü" demek yetmez, bunun nasıl paylaşıldığına da bakmamız lazım.
Yalnız, bu soru, demin konuştuklarımızdan çıkmıyor. Sizin ilk sorunuz
'Dünyadaki sistemde değişiklik zorlayan hangi süreçler var, bu andaki
yapıları ne zorluyor' idi. 'İyi mi oldu, kötü mü oldu' sorusu, 'Oldu
mu olmadı mı'dan sonra geliyor.

ED: Oraya geri gelelim zaten...
YST: Tabii ama "iyi mi oldu kötü mü oldu"ya da cevap verelim. İktisat
kültüründe refah teorisi dediğimiz bir alt bölge var, o teorinin
teknikleri kullanılarak hem ülkeler bazında, hem dünya ölçeğinde, hem
de teker teker ülkelerin içinde neler oldu, buradan da giderek
bunların toplamında dünyada ne oldu biçiminde, araştıran çalışmalar
var. Bizim, serinkanlı bir şekilde, anti-kapitalist ve ticaret ve
firmayı sevmeyen psikolojimizi parantez içine alıp, dünyaya bakma
yönümüzü değiştirmemiz lazım.
Ben de gençliğimde sosyalist olan, hatta Marksist olan bir kuşaktan
geliyorum. Benim kuşağım liseyi bitirip üniversiteye girerken
sosyalist ve Marksist olurdu. Hâlâ ruhumun bir tarafı benim, sol; yani
adalet sorunu çok önemli. İnsanlar arasında eşitsizlikler vardır ve
olacaktır ama bazı eşitsizlikler adildir, bazı eşitsizlikler gayri
adildir. Elbette adalet sorunu çok önemli ve ben adalet sorununu çok
önemsediğim için, ölünceye kadar bir tarafım solcu kalacak; bundan ben
çok memnunum, her insanın biraz solcu olmasını tavsiye ederim. Ama
bizim kuşağımızın, firmayı, ticareti, kâr edilmesini sevmeyen bir
ideolojik çerçeve içinde ömrünün geçmiş olması gibi bir özelliğimiz
var. Bunu parantez içine alıp dünyayı düşünmemiz gerekiyor.
'Son iki yüzyılda zenginler daha zengin, fakirler daha fakir oldu'yu
eğer ima ediyorsa sizin sorunuz, bu yanlış; dünyada böyle olmadı. Son
iki yüzyıla baktığımızda zenginler daha zengin, fakirler daha fakir
olmadı. Kaldı ki bunun ötesinde, sol geleneğin ve İslamcı geleneğin
dünyaya bakışında temel yanlış var. Zenginlerin zenginliği, fakirleri
sömürmeleri sayesinde ortaya çıkmıştır biçiminde, doğrulanmamış,
sınanmamış, acaba böyle midir diye serinkanlı bir şekilde gözden
geçirilmemiş bir önyargımız var; hem İslamcı geleneğimiz içinde hem de
sol geleneğimiz içinde. Bu böyle olmuş olabilir ama böyle olmamış da
olabilir. Onun için çok serinkanlı bir şekilde tarihe bakabilmemiz
lazım. İnsanların en zor yapabildikleri şeylerden biri, tarihe
serinkanlı bakabilmektir.

ED: Ama herkesin hep birden yanılması da biraz zor değil mi?
YST: Ama bakın mesela ben size çok çarpıcı bir örnek vereceğim:
İngiltere'nin, Hindistan'daki sömürgeciliği tecrübesini ele alalım:
18. yy'da başlayıp 20. yy ortalarında biten, uzun bir, zorla hakim
olma tecrübesi. Bu acaba, sanıldığı gibi Hindistan'daki zenginliğin
İngiltere'ye taşınmasına mı yol açtı... Şu anda İngiltere'de
gördüğümüz zenginliğin bir kısmı, İngilizlerin zor kullanarak
Hindistan'dan hırsızlık yapmaları sonucunda mı yaratıldı... Bu bir
olgusal sorun. Önyargıyla değil, araştırmayla incelenmesi lazım. Çok
ciddi çalışmalar var. Hindistan'da çok güçlü bir Marksist entelektüel
gelenek olduğu için, Hintli iktisat tarihçileri, Hintli sosyal
tarihçiler başta olmak üzere, çarpıcı da bir tecrübe olduğu için
araştırılmış. Bugünkü yerleşik kanaat, İngiltere'nin "net kazancı"
değil, "net kaybı" olduğu biçiminde! Hindistan'da askeri, iktisadi,
siyasi hegemonya sağlamak için yaptığı masraflar bir tarafta;
sömürgeci güç olarak bulunmasının kendisine sağladığı kazançları öteki
tarafta topladığınızda, İngiltere'nin bundan önemli ölçüde zarar
ettiği sonucu çıkıyor.
Aynı şeyi mesela ben size Türkiye örneğinden vereyim. Türkiye
Güneydoğu'yu sömürüyor mu? Kendi ülkesinin güneydoğu bölgesini
sömürüyor mu? Her ilin ne kadar vergi topladığı ve her ilde merkezi
idarenin ne kadar harcama yaptığı her yıl yayınlanıyor. Güneydoğu'daki
illerimizin büyük çoğunluğu net transfer alan iller.

ED: Bu tezi ileri sürenler, orada yaratılan kaynaktan daha çok,
diyelim, Fırat ve  Dicle gibi doğal kaynakları kastediyor...
YST: Güzel de, Fırat ve Dicle nehirleri orada yaşayan Kürt aşiretine
mi ait? Dünyanın sahibi kim? Bu soru çok önemli! Dünyanın sahibi,
köprünün başında bekleyen Deli Dumrul mu? Biz eğer bugünkü dünyayı,
çağdaş insanlar olarak anlayacaksak, hamasi, epik, destanvari bir
itirazcılık veya ağlamacılık, birlikte ağlamacılık çerçevelerinin
dışına çıkmamız gerekiyor. Dicle Nehri'nin Diyarbakır'dan geçerken
taşıdığı su, Dicle Nehri'nin sağında solunda hasbelkader yerleşik olan
köylülerin suyu mu? Dünyanın en zor meselelerinden biri olan adalet
meselesi üzerinde akıllı düşünmek, bizim dünya tasarımımızın
yapamadığı bir şeydir. Bizim dünya meseleleri üzerindeki
düşüncelerimizin çoğu yanlıştır, yanıltıcıdır, sadece bize o andaki
duygusal rahatlığımızı sağlar. Bir bakalım; ben serbest düşünebilen
bir insanım: Marmaris'te benim evimin önünde deniz var, 50 metre
sonra. Kimilerinin de evinin önünde, arsalarının önünde. Şimdi madem
ki benim arsamdan sonra başka arsa yok, deniz kenarındaki arsanın
sahibi hasbelkader benim. Buradan giderek, o deniz benim sonucu çıkmaz
ki. İşte burada bizim, felsefeye, mantığa, hukuka, sosyolojiye
ihtiyacımız var.
En baştaki sorunuza geri dönüyoruz: Firmalar, insan gücü dahil, dünya
ölçeğinde kaynakları kullanıyor; oysa biz her coğrafya içindeki
kaynakları, o coğrafya sınırları içindeki devlet kullanabilir veya
oranın insanları kullanabilir aksiyomuyla başlamışız; milli şirket
anlayışı. Türkiye'de diyelim ki Dicle üzerindeki barajı yapacak olan
firma, Türk olmalıdır, Türkiyeli olmalıdır diye düşünmüşüz. Bir
Fransız şirketi gelip Dicle üzerinde baraj kurarsa bu olmaz kardeşim,
diye düşünmüşüz. Bu ön kabulümüzün doğru olup olmadığını da sorgulamak
gerekiyor.
Bugünkü dünya, mülkiyet haklarına, insan haklarına riayet etmek, hukuk
içinde çalışmak koşuluyla, firmaların sermayelerinin çıktığı ülke ve
ülkeler dışındaki kaynakları ve piyasaları, sanki içinden çıktıkları
toplumdaki kaynakları kullanır gibi kullanmalarının normal olduğu,
bunun herkes için iyi olduğu aksiyomuna dayanıyor ve Türkler bunu
anlamakta zorlanıyorlar.

ED: Ama bu oyuna dahil olma gücümüz de yok.
YST: Nasıl? Niye yok?

ED: Nasıl var?
YST: Ben sizden küçük bir ödev rica edeyim: Siz Türkiye'ye giren ve
çıkan doğrudan yabancı yatırım tablosuna bakar mısınız? Türkiye şu
anda çok ciddi bir şekilde sermaye ve firma ihraç ediyor. İçerde kafa
karışıklığı, hukuksuzluk, talan ve zorbalık sürdüğü için, Türkiye
piyasasına güvenmeyen, Türkiye'de doğmuş birçok firma, kendi varlığını
geliştirmek için, Rusya'da, Bulgaristan'da iş yapıyor. Türkiye'deki
son 20 yılın ödemeler dengesi hesaplarına bakın, Merkez Bankası'nın
ayrıntılı ödemeler dengesi hesaplarına bakın, birçok yılda,
Türkiye'den çıkan doğrudan yatırımcı sermaye, giren doğrudan yatırımcı
sermaye kadardır. Türkiye'nin firmaları oyunda yok, sözü yanlıştır.
Türkiye'nin firmaları yakında, Türkiye'nin dışında çalışan firmalar
haline gelecek, çünkü Türkiye cazip bir pazar olmaktan çıkıyor. O
kadar enteresan, kapitalist bir gelişme gösterdik ki, çok enteresan,
ciddi firmalar, hortumcu firmalar değil. İmalatta, inşaatta fevkalade
çok sayıda irili ufaklı birçok Türkiye firması, bugün Bulgaristan'da
çalışıyor, Romanya'da çalışıyor. Romanya'da ekmek sektörü Türkiye'den
gitmiş küçük firmaların elinde.
Bakın çok zor bir şey: Önyargılarımız eğer bize dünyanın gerçek
resmini göstermiyorsa, dünyayı değiştirmek yerine, önyargılarımızı
değiştirmek lazım. Çünkü bizim elimizde dünyayı değiştirme gücü yok.
Dünya, senin dışındaki varlık; benden önce de vardı, benden sonra da
var olacak; istesem de, istemesem de.
Ben bakın trajedi gibi görüyorum: İslamcı geleneğin, felsefi
realizmden kaynaklanmadığı için, bu hatayı yapmasını mazur
görebiliriz; ama Marxist geleneğin bu hatayı yapmasını trajedi gibi
görüyorum: Çünkü Marx'ın temel hareket noktası materyalizm değil
realizmdir, felsefi realizmdir. Benim dışımda bir dünya var.
Dolayısıyla, benden bağımsız olarak var olması olgusal durumunu, benim
ona bakmamı şekillendirecek esas olarak hiç göz ardı etmemeliyiz;
felsefi realizm bu. Marxist, herhangi bir sol gelenek, eğer solcu ise
felsefi olarak realizmden başlamak zorundadır. Realizm de dünyaya
sanki sen başka bir dünyadan gelmişsin gibi bakarsan yapabileceğin bir
şey. Yoksa kendi kafandaki önyargılarla, adeta bir dinin dünyaya
bakışı gibi, dünyaya bakmak, yoksa kafandaki resmi projekte etmek
değil. "Benim baktığım vakit gördüğüm dünya, var ve o dünya böyle!.."
Halbuki sen onu zihninden projekte ediyorsun.

ED: Sadece ve hep zenginlerin kazanmadığını söylüyordunuz...
YST: Bu işin bölüşüm yönü ne oldu? Bununla ilgili birkaç tane doğru
tespit yapmamız lazım: Bir, insanların ortalama yaşam süreleri,
refahlarının çok önemli bir ölçütüdür. İnsanlar son 200 yıldaki
gelişme sayesinde, kapitalizm sayesinde, ortalama 30 yılın altında
yaşayan, yaşayabilen bir varlık olmaktan ortalama 60 yılın üstünde
-bazı ülkelerde Japonya gibi 80 yılın üzerinde- yaşayan bir varlık
haline geldiler. Uzun yaşamak kötüdür diyemeyeceğimiz için insan
ömrünün son 200 yıl içinde neredeyse 3 kat artmış olması, son 200
yılın felaket getirmediğinin, en önemli karinelerinden biridir.
İkincisi, insanların okuma ve yazması olmamaları durumu. İnsanların
dünyada ne olup bittiği hakkında, bizzat gördükleri ve bizzat
işittikleri ve tecrübe sınırları içinde yaşamaya mahkum olmaları
durumu kötü bir durumdur. Bugün baktığımızda en kötü idare edilen bir
despotik Karayip Adası diktatörlüğünde bile, bir savaş ortamında
birbirini öldürmekte olan bir Afrika ülkesinde bile okuma yazma
oranını % 50'nin üstüne çıktığını görüyoruz. Türkiye'de cumhuriyet
kurulduğunda erkek müslüman nüfusta okuma yazma oranı % 5'in
altındaydı. Kadın müslüman nüfusta okuma yazma oranı yüzde 1'in
altındaydı. Ben üniversiteye gittiğimde, benim kuşağımda üniversiteye
girebilme oranı yüzde 3'ün altındaydı. Bugünkü kuşağın açık öğretim
dışında, üniversiteye girebilme oranı % 30. Bu birkaç tane örnek,
kolay kolay itiraz edilemeyecek refahın yaygınlaşması örneği.
İnsanların 50 tane gömleği olması ile 5 tane gömleği olması arasındaki
farkın önemsiz olduğu söylenebilir. Ama bir insanın okuma yazma
bilmemesi ile bir insanın üniversiteye 4 yıl devam etmek imkanına
sahip olması arasındaki fark önemlidir. Son 200 yıla baktığımızda
bütün felaketlere, bütün dünya savaşlarına rağmen, bir Nazi ve
Bolşevik vahşetine rağmen son 200 yıl içinde dünyada insanlığın önemli
refah kazançları sağladığını kafamıza vura vura gösteren temel
tespitler var. El çekmeci bir dünya görüşünden bakıyorsanız, dünya
fanidir, sonunda ölüm var, insan kendini ahirete hazırlamalı gibi, el
çekmeci bir felsefi bakış açınız varsa o takdirde bu önemsenmeyebilir.
Ama yoksa, ki Marxistlerin olması mümkün değil, çünkü Marxistler başka
bir dünyaya inanan bir bakış açısına sahip değiller, o takdirde bu
dünyadaki kazanımların önemsenmemesi mümkün değil.
Son 200 yıl içinde bütün ettikleri, bütün yanlışları, bütün getirdiği
zulümlere rağmen kapitalizmin dünyada yaşayan insanlara
kazandırdıklarıyla kaybettirdiklerinin eğer terazisini tartacaksak
kazandırdıklarındaki önemli kazançları göz ardı etmemiz ütopik oluyor.

ED: Son 200 yıl boyunca elde edilmiş refah, bu çizdiğiniz tablo itiraz
edilir bir şey değil. Ama son 50 yıla bakmamız da gerekmez mi? Son 50
yılda servet hep bir yerde dağlaşırken öbür taraf hep yoksullaşıyor...
YST: Bu sorunuz fevkalade önemli. Son 50 yıl içinde ne oldu? İkinci
Dünya Savaşı öncesinin, sonrasından temel farkı nedir? Temel fark
dünyada sömürgeciliğin tasfiye edilmesidir. Bazı gerçekleri söylemek
zordur, bazı gerçekleri söylemek nahoştur. Sömürgeciliğin tasfiye
edildiği, Avrupa'dan gelip oraları idare eden beyazların gittiği,
yerlilerin kendi başlarına kaldıkları son 50 yıl, Uzak Doğu ülkeleri
gibi bazılarının durumlarının hızla iyileştiğini, bazı ülkelerin
durumlarının da hızla kötüleştiğini gösteriyor. Yani insanlar kendi
başlarına kaldıklarında, bir köle grubu, -bakın bu zor bir cümle ama,
söylemek lazım- köle sahibi "vazgeçtim, alın başınızın çaresine bakın,
ben başımı aldım gidiyorum, bıktım sizden", dedi, aldı valizini gitti,
serbest bıraktı. O köle sahibi sahneden çekildikten sonra, geride
kalan kölelerin durumunun mutlaka iyileşeceğine dair bir nedensellik
yok ki. Sonrası, hür kalan kölelerin kim olduklarına, birbirlerine
nasıl yaklaştıklarına, aralarındaki ilişkilerin nasıl yürütüldüğüne
bağlı. Afrika'da birçok ülkede maalesef, beyazlar çekildikten sonra,
çok ciddi savaşlar veya çok ciddi katliamlar yaşandı. Nijerya'da etnik
farklardan ötürü, bir etnik grup, öteki etnik grubu, milyonlarca insan
öldürerek tasfiye etmeye kalktı. Hala Nijerya'da iç savaş var. Birçok
Afrika ülkesinde çok ciddi etnik fark, aşiret farkından ötürü bir
aşiret öteki aşireti, sen benim aşiretim değilsin diye öldürdüğü için
ortaya çıkmış savaşlar var. Yani, "insanlar esasta iyidirler...
Aslında kapitalizm, mülkiyet ortaya çıkmasaydı, ne güzel kardeş kardeş
cennet bahçesinde yaşayacaktık, Allah belasını kapitalizmin, şu
kapitalizmi bir tasfiye edelim, sonra cennete döneriz" düşüncesinden
daha budalaca bir antropoloji olamaz. İnsanlar kendi aralarındaki
ilişkilerde cennete yönelik iyi işler yapabilirler, cehenneme yönelik
kötü işler yapabilirler. İnsanların Allah adına, öteki insanları
yakarak öldürmeleri makul olabilir mi? Daha geçenlerde Pakistan'da
Sünniler Şiileri öldürdüler. Eğer felsefi olarak realistseniz, insana,
benim annem güzel annem şarkısı söyleyerek bakamazsınız. Siz,
realistseniz, gerçeklik, hoş ve nahoş bütün özellikleriyle birlikte,
işte orada vardır. Afrika'daki, Liberya'daki iç savaşın kapitalizmle
ne alakası var?
Douglas North diye bir adam vardır, iktisat Nobel ödülü alan iktisat
tarihçisi. Bu adamın Nobel ödülü aldığı çalışması 'Kapitalizm, neden
Avrupa'da ortaya çıktı da, üç aşağı beş yukarı teknik becerisi
birbirine benzer mesela Çin'de veya Japonya'da ortaya çıkmadı"
sorusuna cevap arıyordu. Bunlardan birinde bugünkü refahı yaratan,
bugünkü bilimi ve teknolojiyi yaratan bu süreç başlamış, öbürlerinde
başlamamıştır. Niye? Bunun cevabı olarak, şu hipotezi öne sürdüğü için
Nobel ödülü verdiler. Dedi ki, kapitalizm aslında, varlık haklarının
geliştirilmesi sonucunda bir ivme kazandı. Varlık hakları da şu:
İnsanın kendi bedeni, kendi moral yani haysiyeti, şerefi, ve kendi
fiziki olmayan varlığı başta olmak üzere, kendine ait varlıkları
üstündeki hakları oluşturan bir süreç başladı Avrupa'da ortaçağlarda.
Bu süreç sonucunda insanların haklarının korunması ilkesine dayalı bir
siyasi kültür ortaya çıktı, sonra bunun sonucunda sermaye birikimi
oluştu. Bu önemli bir tespittir. Eğer varlık haklarının korunmadığı
bir ortamda iseniz, bu demektir ki birileri her an başkalarına tecavüz
edebiliyorlar. Anti-kapitalist ortamların hepsi, benim tarihte
bildiğim, kapitalizmden daha az iyidir ya da daha kötüdür. Çünkü
kapitalizm varlık haklarının korunması ilkesine dayandığı için, benim
bedenim ve fiziki olmayan varlığım, otomobilim, evim, kitabım
üstündeki mülkiyet hakkım, başka insanlarla oluşturduğum dernek
üzerindeki hakkım gibi haklarımın korunması ilkesine dayandığı için,
mülkiyet haklarımın korunması ilkesine dayandığı için -mülkiyet sadece
aynî hak değildir, mülkiyet şahsî haktır; benim kendi varlığım, kendi
bedenim, kişiliğim üstünde hakkım vardır; eşya üstündeki hakkımın
korunması, bedenim üzerindeki hakkımın korunmasının uzantısıdır-
insanların bedenlerinin üzerindeki haklarının korunmadığı, Bolşevik
Rusya ya da Kanuni Sultan Süleyman dönemi gibi ortamlarda, insanların
eşya üzerindeki hakları meseleleri gündeme gelemez. Çünkü önce insanın
kendi bedeni ve fiziki olmayan varlığı üzerindeki hakkının
korunabildiği bir ortamın üretilmesi gerekir.
Yani kapitalizm birçok eksiği, birçok yanlışı olan bir düzen ve her an
düzeltmek için uğraşmamız lazım. Benim dünya gerçekliği karşısındaki
yurttaş olarak kendi felsefi konumum, teslim olmak değil. Nerede
yanlış görürsem onu daha az yanlış hale getirmek için, bir aksiyon
planım olmalı.. Ama bizim böyle uçarak, dünyayı fantastik bir şekilde
değerlendirmek gibi bir hakkımız yok ki.
Afrika'da insanlar birbirlerini öldürüyorlar. Sizin sorunuza verilecek
cevap: Zenginler hep zengin, fakirler hep fakir kalırsa, bazı
zenginler fakirleşmiyor, bazı fakirler zenginleşmiyor demektir, değil
mi? Dolayısıyla uluslararası refah düzeyi sıralamasının değişmemesi
gerekir. Uluslararası refah düzeyi sıralaması değişti mi, değişmedi
mi, sorusu olgusal bir sorudur, metafizik bir soru değil, bakmamız
gerekir. Kişi başına karşılaştırılabilir gelir düzeyi farkları ile
kişi başına gelirin en yüksek olduğu 1., 2., 3. ülkeler tablosu gibi
bir sıralama var; en zenginden aşağı doğru. İlk 30 ülkenin
sıralamasına baktığımızda, o da 1820'den başlayıp 1998'e kadar
geliyor, çok önemli bir sıralama hareketliliği olduğu ortaya çıkıyor.
Dünya bakarak anlaşılır, sanılarımızı dünyaya projekte ederek
anlaşılmaz. Çok ciddi hareketlilik var.
Çarpıcı örneklerden biri, en zenginlerden biri olan Birleşik Krallık;
1820'de ikinci en zengin; 14.'lüğe düşüyor 1998'de. Buna karşılık,
1820'de 20. olan Japonya, 1998'de 7.'liğe çıkıyor. Listede 1820'de ilk
30 arasında hiç olmayan Güney Kore, Kuveyt, Tirinidad, bir sömürge
Porto Rico, Tayvan, Singapur ve Hong Kong gibi özel konumundan ötürü
zengin olan ülkeleri de çıkarttığımızda çok önemli hareketlilik
olduğunu görüyoruz. Tayvan 1913'te, 42.'likten 1998'te 21.'liğe
çıkmış. G. Kore 39.'luktan 28.'liğe çıkmış.

ED: Türkiye ne olmuş?
YST: Türkiye 1950'de 51.'likten, 1998'de 45.'liğe gelmiş... Bizim
acaba felsefi gözlüklerimiz durumumuzu iyileştirme şansımızı etkiliyor
mu? Bence etkiliyor. Mesela iç barışı, insanların birbirlerini
öldürmeden, farklarına rağmen, birlikte yaşamaları problemini
çözememiş bir ülkenin, iç savaş ortamındaki her ülkenin ya da iç
savaşa yakın bir ortamdaki her ülkenin enerjisini refahını
arttırmasına yöneltmesi mümkün değildir. Deminki sorunuz:
Sömürgeciliğin tasfiyesinden sonra hangi ülkeler aldılar başlarını
gittiler? Mesela Kore gitti. Kore, Japonya'nın, Çin'in sömürgesi
olmuş; Kore, siyasal egemenliği olan güçlü bir devlet değil, sömürge
değil; zaman zaman sömürge olmuş. Ama çok daha alenî bir şekilde
sömürge olmuş, bir Malezya var. Malezya ki üç önemli etnik gruptan
oluşuyor;  son 50 yılda, hem mutlak olarak daha müreffeh hale gelme,
hem de nispi olarak daha iyi hale gelme var. Buna karşılık Afrika
ülkelerinde, bazı Latin Amerika ülkelerinde bir farklılaşma yok.
Mesela Arjantin 17. cilikten nereye düşmüş... Arjantin, tarih içinde
geriye gittiğinizde, nispi olarak zengin bir ülke. 1870'te 18.
durumda, kişi başına gelir düzeyi itibariyle. 1998'de ilk 30'da yok,
düşmüş. Türkiye de nispi olarak çok yer kaybediyor. O zaman şunu
sormamız lazım: Niye Türkiye nispi olarak yer kaybediyor? Nispi olarak
yer kaybeden ülkeler acaba küreselleşme sürecine daha gönüllü olan
ülkeler mi? Yoksa küreselleşme süreçleriyle uluslararası süreçlere
uymada problemi olan ülkeler mi? Türkiye dünyanın hala en kapalı
siyasi ve ekonomik olarak yapılarından biri. Ticarete açılmış ama
Türkiye'de devlet tekelleri çok. Bankacılıktaki devletçiliği yeni
tasfiye ediyor. Türkiye telekomünikasyonda, kamu ihalelerinde,
uluslararası standartlara, yabancı yatırımlarda, Türkiye yabancı
yatırım alma bakımından dünyanın önde gelen ülkelerden değil; en az
yabancı yatırım gelen ülkelerden biri. Şimdi bu süreç içinde kendini
uluslararası, iktisadi kurallar kümesine, uluslararası, iktisadi
akımların dayandığı yazılı olan ve olmayan kurallara uydurmaya çalışan
ülkelerin durumları, aşağı doğru kaysaydı ve bu sürece direnmeye
çalışan ülkelerin durumları yukarı doğru gitseydi, diyebilirdik ki, bu
olaya, horona girmeyin, siz kenarda kalın, kendi başınıza oynayın,
daha iyi olursunuz ama olgusal durum bunu göstermiyor ki.

ED: Küreselleşme derken, siz örnek verdiniz, dediniz ki Türkiye'den
dışarı net sermaye çıkışı var.
YST: Net sermaye çıkışı var demedim, çok ciddi yatırım var ve bunlar
giren kadar önemli.

ED: Çok uluslu şirketlerin dünyayı kendi egemenlik alanı ilan
ettiklerini görüyoruz. Uluslararası sermayenin de girdiği alanı, siz
sömürgecilik tasfiye olmuştur diyorsunuz ama, adeta bir sömürgeye
çevirdiğine dair değerlendirmeler var.
YST: Uluslararası firma ve yatırım hareketlerine bakmamız da yine
olgusal bir mesele. Yabancı doğrudan yatırımların dünyadaki ölçeği,
kaç firma var, ne kadar yatırım yapmışlar, geçen sene neydi bu sene
ne, gibi önümüzde bir zaman serisi oluşturuyor, bir olgusal gerçeklik
alanı oluşturuyor. Buna baktığımızda, ancak "ne oluyor"u
konuşabiliriz. Yapmamız gereken ilk önemli tespit şu: Bu, zenginlerin
zenginlerle oynadıkları bir oyun. Dünyadaki yabancı doğrudan
yatırımların çok büyük çoğunluğu, zengin ülkelerden kaynaklanan
firmaların, öteki zengin ülke piyasalarında yaptıkları yatırımlar.
Dolayısıyla bu süreç zenginlerin fakirleri sömürmesiyle ilişkili,
sebebi veya sonucu gibi bir şey olsaydı, dünyadaki toplam yabancı
doğrudan yatırımlar içinde, zengin ülkelerden çıkıp fakir ülkelere
yatırım yapanların yerinin fazla olması, payının fazla olması
gerekirdi. Böyle değil. Bu mutlaka tespit edilmelidir. Dünyayı
sayamayan hiçbir ideolojik yaklaşım, dünyayı açıklayamaz ve
dolayısıyla işlemez. Dünyayı nispeten değiştirmek, etkilemek gibi bir
iddiamız varsa, önce bu dünyayı realist bir şekilde tespit etmemiz
lazım. İkincisu şu: Yabancı yatırım ne getirir ne götürürün analizini
yapmak gerekir. Allah gavurların belasını versin, Allah gavurları
kahretsin, Allah... biçiminde olmaması lazım.

ED: Doğrudan bir Türkiye gerçeğiyle bakalım: Dünya sigara devleri
Tekel'i almak için sırada. Tekel, bütün ekonomik hacmi yanında 500 bin
ailenin de ekmek kapısı...
YST: Allah razı olsun... Bu örneği verdiğin için. Çünkü, Türkiye'de
adaletsizliğe yol açan çok önemli meselelerden biri, tarımsal
sübvansiyon... Bizim oluşturduğumuz, böyle arkaik bir fakiri koruma
devleti var. Bu devlet fakiri koruyamaz. Türkiye, kendi gelir
diliminde, dünyada en çok fakiri olan ülkelerden biri. Türkiye'de
gelir dağılımı fevkalade bozuk. Mutlak anlamda fakirlik var. Geçimini
sürdürmek, açlığını gidermek, hastalandığında minimal ilacı bulmak
anlamında fakirlik sorunu var. Bizden daha kötü sorunları olanlar var
ama, biz mesela Yunanistan'la, Portekizle, İspanya ile
karşılaştırıldığımızda büyük fark var. Kafamızda bizim Osmanlı'dan
gelen, zekat anlayışına dayalı bir fakiri koruma misyonu var. Yani
birileri fakir, bizim onları korumamız lazım. Bunun Türkiye
tarımındaki tezahürü bir "rezalettir". Türkiye'de devletin temel alıcı
olduğu bazı ürünlerde, dünyanın hiçbir yerine makul bir fiyatla
satamayacağınız, üretimini yaptırarak ve devlete satın aldırtarak iyi
bir şey yaptığınız varsayımının sorgulanması gerekiyor. Burada mesela
bir çay örneğimiz bir de tütün örneğimiz var. Her mal ancak bir
fiyatla tarif edilebilir. Bir malın mal olması için, piyasa için
üretilmesi lazımdır. Piyasa için üretilip üretilmediğini
değerlendirirken de emsaline yakın bir maliyetle üretilip
üretilmediğine bakmamız lazım. Türkiye'de bütün çay üretiminden
vazgeçtik, Türkiye'de çay üretimin yasakladık. Çay üreticilerinden
fakirleri, aylık gelirleri şu kadarın altında olanlara, ürettikleri
kadar çayın bedelini de subvansiyon olarak vereceğiz... Ondan sonra
biz çayı ithal edeceğiz. Seylan'da eğer benim Rize'de ürettiğim çaydan
çok daha lezzetlisi, çok daha güzel kokanı, rengi çok daha güzel
olanı, Rize'dekinden çok daha ucuza üretiliyorsa, benim bunu Rize'de
ürettiğim maliyetinin dörtte birine ithal etmek imkanım varsa, Rize'de
ille de daha lezzetsiz, daha kokusuz, rengi daha az enteresan çayı,
Seylan'dakinin dört misline üretmemin manası nedir? Refah için gelir
desteğini doğrudan yapmak en az yanlış olanıdır. Refah için gelir
desteğini üretim aracılığıyla yapmak en yanlış olanıdır. Çünkü siz
fakire sahip çıkayım diye zekat vermek niyetiyle eğer çayı ya da
tütünü desteklerseniz, verdiğiniz destek sadece fakire gitmez, hiç
fakirlikle alakası olmayan, evinin önünde BMW'si veya Mercedes'i olana
da gider. Doğu Karadeniz'deki köylüyü çay fakirlikten kurtarmıştır
1940'larda, doğru. Ama şimdi biz 2003 yılındayız.
Bir toplumun bir kesimini devletin desteklemesi, desteklemediği
kesimlerini kösteklemesiyle mümkündür. Bu, refah teorisinin
başlangıçta öğrettiği alfabe kurallardan biri. Rize'deki çay
üreticisine veya Ege'deki tütün üreticisine, devletin verdiği kaynak,
tanrı tarafından özel bir tahsisat-ı mesture var da, oradan
gönderilmiyor ki... O kaynak bizim kaynağımız. Birinin desteklenmesi,
ötekinin kösteklenmesi demektir. Bölüşüm meselelerinin, maliyeti
yokmuş sanılması, Türk popülizminin mantık hatalarından biridir.
Verilen her destek, ötekine vurulan köstektir. Ve refah etkisini, o
destek verildiği zaman, kimin durumu kötü gitti, diye düşünmemiz
lazım. İkincisi, o destek ona değil de başkasına verilseydi, daha iyi
mi olurdu yoksa daha mı kötü olurdu... Yani fırsat maliyetini
düşünmemiz lazım. Tütüncüye ve çaycıya verilen milyarlarca dolarlık
desteği, ben acaba ihracata yönelmiş küçük ve orta işletmeciye kredi
sübvansiyanu olarak verseydim, Türkiye'nin toplam net refahı daha az
mı artardı daha mı çok artardı, bunu sormak lazım. Türkiye'deki devlet
politikalarının etkilerinin analiz edildiği akıl çağına beş sene on
senede geçemezsiniz...

ED: Türkiye küreselleşmeye hazır mıdır?
YST: Hazır olup olmaması çok önemli, hem de önemsiz. Siz diyelim ki
küçük bir tekne içindesiniz okyanusta, bir noktadan başka bir noktaya
gitmeye çalışıyorsunuz. O arada çok büyük, güçlü akımlar var. O akımın
varlığı sizi sürüklüyorsa, sizin burada yapacak bir şeyiniz yok, bir
yere sürükleniyorsunuzdur, isteseniz de, hazır olsanız da olmasanız da
sürükleniyorsunuz...

ED: Türkiye bu noktada mı?.
YST: Herkes bu noktada, Amerika da bu noktada, Japonya da. Eğer
dünyada ayrıştırılması artık imkansız hale gelmiş, karşılılıklı
bağımlılıklar ağı oluşturulmuşsa ve bu ağ giderek her an herkesin
kaderini birlikte etkileyecek süreçleri besliyorsa, bu durum herkes
için bu durumdur. Dolayısıyla, sanki ayrı ayrı yaşayabilecekmişiz gibi
düşünerek bu duruma bakmanın çok fazla manası yoktur. Onun için hem
önemlidir, hem de önemsizdir dedim.
Hazır olmaktan neyi kastettiğimize göre, evet hazırdır veya hayır
hazır değildir, demek lazım. Hazır olmasak, sanki dışında kalabilirizi
ima ediyor, onun için reaksiyon gösterdim. Yani hazır olsanız da
olmasanız da bu olayın içindesiniz, sizi bir yerden alıp bir yerlere
götürüyor...

ED: ABD'yi, İngiltere'yi, Japonya'yı, Almanya'yı bir yere
götürmesiyle, Türkiye'yi bir yere götürmesi bir mi? Çünkü
küreselleşmenin motoru olarak ulusaşırı şirketler gösteriliyor ve
bunların çıkış yerleri de oralar...
YST: Bakın, itici olmadan... Türküm.. Türk olmaktan mutluyum, herhangi
bir varlıksal sorunum yok. Bakın, Türkiye'deki kültürün  benimajı,
self-perception, yani kendisini algıladığı vakit gördüğü şey ile
ötekilerin dışardan baktığı ve gördüğü Türkiye, farklı; zaman zaman
şizoid bir fark. Şizofren, nüfusun büyük çoğunluğunun paylaşmadığı bir
anlam dünyasında yaşar. Ona dışardan bakan, onun dünyasını anlayamaz
ve konuşamaz. Türkiye önemli bir ülke değil. Bir yandan da çok önemli
bir ülke. Ama önemli bir ülke değil. Bu iki cümleyi ancak birlikte
doğru anlarsak, konuşabiliriz. Türkiye, coğrafyası ile çok önemli bir
konumda. Yani Aral, Hazar, Basra Körfezi bölgesinin dünya ile
eklemleştiği çok önemli bir yerde. Karadeniz Marmara'dan açılıyor, bir
tarafta Kafkaslar, İran var, öteki tarafta Balkanlar var. Bu coğrafya,
bir yanda ABD ve Avrupa'nın oluşturduğu Batı, öteki uçta Japonya ve
Çin'in başını çektiği büyük petrol tüketen doğu ve petrol zengini orta
bölge. Türkiye orta bölgede, çok önemli bir mafsal noktada veya zincir
halkası durumunda. Bu coğrafya önemli, burada kaos, bu coğrafyada
sıkıntı, birçok başka insanı rahatsız eder. Bu bakımdan Türkiye çok
önemli. Ama Türkiye piyasası, oluşturduğu askeri güç, oluşturduğu
siyasi güç, dünyada başka ülkelerin hükümetlerini etkileme gücü
açısından önemli bir güç değil. İnsanın kendisine atfettiği, ben büyük
adamım imajı, çok megalomanyak bir olaydır. Başkaları sen önemli bir
adamsın, demiyorsa, benim kendimi önemli saymam önemsizliğimi
arttırabilir. Türkiye dünya iktisadi akımlarında, ticaretinde,
finansal akımlarda önemli bir ülke değil. Ve bunu idrak etmeyen bir
siyasi ve bürokratik elit var. Türkiye, dünyadaki bu küreselleşme
süreçlerinin piyasa ölçeği bakımından ya da ülkelerin birbirlerini
etkileme gücü açısından önemli bir ekonomiye veya devlete sahip değil.
Bereket versin coğrafyası önemli ki, bir miktar bu önemsizlikleri
dengeleyebiliyoruz. Deminki örnekten giderek sorunuzu bağlayayım:
Küreselleşme süreci içinde her ülke, esasta bu süreci iptal edecek bir
amaçla gücünü kullanmıyor, bu süreci yönlendirebilecek bir amaçla
gücünü kullanmaya çalışıyor. Rusya'nın Sovyetler Birliği'ni çözerek
kendisini oluşturması bunun teyit edici bir örneğidir. Yani güçlerini
koruyamadıklarını, israf ettiklerini fark ettiler. Çok ciddi bir
tarihi, kültürel birikimleri vardı, çok ciddi bir insan güçleri vardı
ve dünyayı tersine akıtmaya çalışmak yerine, dünyanın gidişatı içinde
bir yön aramak kararını aldılar. Türkiye, belki son Doğu Avrupa
rejimidir.

ED: Ne yapmalı?
YST: Bu süreç muhtemelen kontrolsüz çözülmelerden sonra belki
kontrollü bir şekilde yeniden yönlendirilebilir. Ben bu son
Amerika'nın Irak'a müdahalesinden sonra başlayan tezkereler ve en son
Kuzey Irak'taki gelişmelerin çok önemli olduğu kanaatindeyim.
Türkiye'de bence devlet geleneğimizdeki, 1960'dan sonra pekişerek
oluşmuş olan, çok ciddi yanlış yapılanmadan vazgeçilmesi açısından
fevkalade önemli işaretler var. Çünkü bence yanlış olan dış politika
ve güvenlik stratejisi, büyük ölçüde kontrolden çıkmıştır. Yani
Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlayıp bugüne gelen yakın
dönemindeki dış politika ve askerlerin dış politikası, ordunun bir
kurum olarak politikası anlamında, güvenlik politikası şu anda
çözülmüştür. Şu anda gördüklerimiz, eski paradigmanın dağıldığı, eski
ilişkilerin, yerine yeni bir şeyin gelmediği bir yeni durumun
işaretleridir. Bakın bugün insan haklarına dayalı demokrasiyi aşan bir
özel anlamıyla, laikçilik diyorum, ben laikim, ama laikçilik bir
anlamda iç sömürgeciliğe varan bir hal aldı. Laisizm bu değil. Ben
kardeşim başını örttürmem sana. Niye? Çünkü sen bana başımı
örttüreceksin, gibi bir korkuya dayanarak, ya da ben senin kendi ana
dilinde eğitim imkanı tanımam; her insan doğduğu vakit bir dili
konuşan bir anne babaya doğuyor, bu insani bir durum. Bir insanın
Kürtçe konuşan bir anne babaya doğması tercihi değil, bu sarışın
doğması gibi bir insani durum. Şimdi bizim, ben sana kendi ana
dilinde, çocuklarına kendi ana dilini öğretmek için kurs açmana,
okulda ders aldırtmana izin vermem diyen bir milli güvenlik
anlayışımız var. Ya da ne bileyim, "Anadolu'nun içine sıkıştırmak
istiyorsunuz beni..." Eee? Kıbrıs'ta olacağım. Irak'ta isteseniz de
olacağım, istemeseniz de olacağım gibi, uluslararası siyaset ve hukuk
koşulları üretilemeyen bir dış politika üstünde ısrar etmek...
Bunların çözüleceği, bunun yerine inşallah daha evrensel değerlere ve
dünya pratiğine uyan bir yeni ilişkiler, yeni süreçler ortamının
gelebileceğini ummak istiyorum. Bunu da aslında garantiye bağlayan bir
şey yok. Ama şundan eminim: 1960'da başlayıp 80'den sonra
pekiştirilerek devam eden, devletin içinde maaşlı ve atanmış bir
kadronun, kendini Türkiye'nin sahibi, devletin içinde maaşlı, kamu
görevine talip olmuş atanmış bir kadronun kendini Türkiye'nin gerçek
sahibi sanması ve rızası üretilmemiş, iç ve dış politika
emrivakilerini, bu benim sahiplik hakkımdan doğan, devleti ve milleti
koruma görevimin gereğidir diye, dünyaya ve Türkiye'ye empoze
edebileceği durum bitti veya bitiyor gibi geliyor, bundan eminim.

2 Şubat 2012 Perşembe

Beyinsiz aydın kuyuya atlamaya bayılır

İster inan ister inanma, bir kısım “Amerikalı milliyetçi”, ülkelerinin bir kısmını yabancı sermayenin tasallutundan korumak için savaş veriyor:
İsyan ediyorum şeklinde başlayan mektup bana da geldi, mücadalelerine destek olmak bakımından, en az 25 dolar istiyorlar.
Robert Redford’un adıyla gönderilmiş bu protesto mektubunda, Rio Tinto’nun altın çıkarmak için giriştiği proje “gelmiş geçmiş en Allahın belası bir proje” olarak belirtiliyor. 
Yabancı sermayenin, dünyada adam başına yarım ton zehirli atık üreterek, ülkenin en cennet vahşi yaşam alanlarından birini çöplüğe çevireceğine dikkat çekiliyor; özellikle yerel halkın tepkileri dile getiriliyor.
Bakınız aşağıdaki bağlantı.
http://wilderness.org/content/video-pebble-mine-1000-pounds-waste-every-person-planet
Hemen aklıma Türkiye’de olup bitenler geldi.
Derken vahim bir soru:
Halkın istemediği bir felaket projesine onay veren hükümetler kimin hükümetidir ve kime hizmet eder!
Amerika Birleşik Devletleri’nden bahsediyorum; maşalardan, maymuncuklardan değil!..
Ne biçim bir güçtür bu şirketlerin kontrol ettiği ve bu gücü nereden alırlar; korkusuzluklarının gerisinde yatan nedir?
Sanki dünya kirletilmek üzere onlara teslim edilmiş gibi, neye dayanarak bu kadar rahat at oynatabiliyorlar…
Bu arada bizim memleketin yeminli kör baltaları, Atatürk’ün gençliğe hitabesi, andımız vesaire ile oynayarak ne kadar aydın ve liberal olduklarını –acaba kime- göstermeye çalışıyorlar.
İşte pek bayıldığınız “liberalizmin” vardığı yer!
Bu memleketi parça parça edip sonra da çöplük yapmaktan başka projesi olmayanlara verin yolu, verin yolu…
Güzel bir dünya özgür bir yaşam ha!
Kötü niyet dahi değil bunlarınki - kötü niyet biraz zeka gerektirir; salak bunlar –bizimkiler diyemiyorum, çünkü en küçük bir yakınlık hissetmiyorum kime çalıştığı belirsiz bu taifeye.
Süzme salak!
Üstelik bedavaya gidiyorlar…
Gerçekçi olalım:
Ey demokratik bilinci yüksek, açık ufuklu aydın makuleleri, bir şekilde üçün birini aldığınızda çok çok geç olacak!
ABD durduramıyor akışı, nasıl bu kadar kör olabiliyorsunuz!