30 Ocak 2012 Pazartesi

Sıkışmış bir olmayan kuyruk davası

Sıkışmış bir olmayan kuyruk davası
Atatürk’ün gençliğe hitabesi de kaldırılsınmış…
Yani bir fikir olarak ileri sürülebilir.
Fakat Allah için biraz samimi olun.
Siz bu işin neresindesiniz?
Atatürk bir büyük adam, bunun tartışılacak bir yanı yok; üzerinde soluk alıp küfür etme ozgürlüğünü kullandığın bu topraklar, Yozgat dahil, onun dehasıyla vatan kimliğini korumuş. Herhangi bir gavurun sömürgesi veya kontrolü altında azınlıktan biri değilsen, bunu ona borçlusun.
Bunu idrak edemeyene nankör derler. Atatürk’ün nankörlere hitaben yaptığı bir konuşma yok.
Atatürk güvendiği gençliğe yapmış bu konuşmayı; ben onlardan değilim diyorsan, keyfin bilir, istediğin şemsiyenin altında bağır çağır…
Bu yolda hangi emirlere uydun da yoruldun; bu emirlere uyarak hangi canım emeklerini zayi ettin?.. Bu emirler hayat yolunda senin hangi bulunmaz zenginliğini eritti bitirdi?.. Hangi mahvolmuşluğun birikimiyle şikayet ediyorsun?
Belki aynı yaşlardayız veya gençsin benden; bunca yıl ben zerre kadar zararını görmedim Atatürk’ün gençliğe hitabının. Ne ırk ayırdım, ne millet, ne inanç, ne siyasi görüş ne komşularla savaşı arzuladım ne de mazlumun acısına sırtımı döndüm, ne şu ne bu… Insanı hep başımın üstünde tuttum. Atatürk buna hiçbir zaman engel olmadı; sen hangi tecrübelerden geçtin ki, inatla karşına Atatürk çıkıyor? Ne yapmana engel Atatürk? Hangi iyi bir şeyi yapmak istedin de Atatürk’ün gençliğe hitabı karşına çıkıp “dur” dedi?
Bu etkiyle uğraşırken biraz düşün –ve aynaya bak, faydası olur, ben diye başla, birşeyler söyle- hangi dünya şahanesi çiçeklerinin açılmasını engelledi o hitabe Mustafa…
Kimin adına konuşuyorsun?
Kim eğitti seni Mustafa?
Bir entellektüel olarak, burnumu sokmak için üzerime vazife olmasını beklemem bir şeyin, diyorsan; niye uyudun şimdiye kadar? Hitabe 80 küsur senedir orada Mustafa…
O çok yukardan baktığın yer senin kafa göz hizan değil; bindiğin geminin yakaladığı yükselen dalga Mustafa. Gemi hep orada kalmaz Mustafa. Deniz, kaptanı da takmaz, seni de takmaz Mustafa. Geminin battığı dahi olur Mustafa.
Zavallılık anadan doğma değildir, fakat sonradan olmadır Mustafa.
Okumak cehaleti giderir Mustafa…

19 Ocak 2012 Perşembe

İsmet Arasan’ın Zelenika’sından

Salınarak akıp gidiyor, oynaşan renklerle yüklü bir hava, göz hizasında, tee uzakta, pırıl pırıl, sonsuz gökyüzü, bir sıcaklık; gıptayla el salladım içimden.
Kendisine sordum, itiraz etmedi.
Buraya bir k
ısmını kopyalıyorum İsmet Arasan’ın Zelenika’sından: 



Hayatımdaki ilk resimleri düşlüyorum: Uçsuz bucaksız buğday tarlaları ve kuşlar… Babaannemin kerpiçten evi önündeki altın sarısı harman… Istranca Dağları’nın yeşili ile kucaklanmış köyümüz… Gövermiş, her daim yeşil kalan, adını ‘Zelenika’, diye bildiğimiz mor orman gülleri! Aşağılarda derelere kavuşan, kıvrılarak ışıklı tepelere çıkan patikalar… Öksüren sigaralı adamlar. Susuz rakılı, çengili düğünler; kahırlı asker alayları… İçi saman dolu hışırtılı yastıklar… Çingene komşularımız; Pomak, Boşnak,Arnavut  ve Patriyot arkadaşlarım…  Bulutlar, ağaçların şekilleri ve rüyalarım!

Akşamüstleri yemekte toplaşan kalabalık ailemin, gülüşlü çatal bıçak sesleri! Yazları köyümüze gelen üzümcüler, kavun karpuzcular… Kurtuluş günlerinde kasaba meydanları, Balkan göçmenlerinin kaynaştığı panayırlar! Nedense hepsi, belleğimin en berrak yerinde kalmış, tuhaf ve uzak, siyah beyaz bir mutluluk resimleri gibi şimdi. Ben nerelerden geçmişim? O ne cümbüşmüş? Çağrısını her daim hissettiren, ısrarla bana bir şey tembihleyen o güç neymiş öyle?..

Ben; özellikle Balkanlar, Akdeniz, Anadolu ve Mezopotamya insanının; ancak şiir, felsefe, bilim ve metafiziğin olanaklarının bir arada olmakla mümkün kıldığı ve sanatın diğer dalları ile birlikte içinden çıkılabilir, tanımlanması zor başka bir kimlik ve derinlik taşıdığını düşünürüm. Bu, belki de günümüzü ve geleceği de şekillendirmekte olan kökler ve ilklerin coğrafyasına doğmuş olmamdan dolayıdır…

Şiir benim için bir bilgidir, özsudur, evrenseldir. Her yerden yağabilir. Evrenin ritmine uyarak, hep gezer. Eğer erişebilir, lâyık olunur ve izinden sapılmazsa, bizi çok yücelere taşıyabilen bir bilgi kaynağı olabilir. Şairler içinse, çoğul bir teklik adresinde ışımalar zinciri ve bilgeliktir. Gerçek şairler; ancak kalbi, hayatı ve zihni temizse şiir yazabilirler. Bu temizliğin darası, sadece ve sadece vicdandır.

13 Ocak 2012 Cuma

Zavallılık anadan doğma değildir

www.100ler.com a ilgi çekmek için
elime geçirdiğim her e posta adresini kullanıyorum.

Ne kadar çok kişi katılırsa anketlere
ortaya çıkacak tablo o kadar anlamlı olacak.

Bazen
e posta adreslerinin elime geçmesini beklemek yerine
potansiyel odakları ziyaret edip
adres derliyorum.

Taşradan bir üniversitenin sitesine girdim
bazılarının adreslerini aldım
ve sahiplerini www.100ler.com adresinden haberdar edecek
e postalar gönderdim.

Değişik üniversitelerden
yaklaşık 300 adres.

Birinden
genç bir araştırma görevlisinden
bir karşılık geldi:
Lütfen spam gönderme

Adresini listemde aradım, bulamadım.
Durumu izah ettim.

Yine bir karşılık:
Şu adresime spam gönderdin

Benim gönderdiğimin spam olmadığını anlamak için allame olmak gerekmiyor
velakin ABD'deki bir üniversiteden mezun bu genç
anlayamamış bunu.

Bu zavallı genç üniversite öğretim görevlisini
keyifle listemden sildim.

Bir şeyi anlama çabasını göstermemesi bir yana
kendinden
sorgulanamaz şekilde emin.

Bu vesileyle yine söyleyeyim:
Eskiden beri inanırım,
zavallılık anadan doğma bir durum değildir,
sonradan edinilir...

Bu çocuk bana bayağı çabalamış göründü...

12 Ocak 2012 Perşembe

Amerikalı politikacılardan bir büyüğe nasıl hakaret edilir dersleri (*)


Yanlış isimle bana yollanmış bir katalogdan yola çıkarak
bir kitap kulübüne üye oldum.
Hangi kitabı alırsan al, fiyatı kaç dolar olursa olsun, 1 dolar ödüyorsun...
Oh ne güzel, diye düşünüyordum ki,
sadece kulübe üye oluncaya kadarmış.

Üye olduktan sonra 1 dolara kitap yok, ama her kitapta piyasa fiyatının en az 30’u kadar indirim var.

Ben hala, taktığım bazı kitapları nasıl edip de 1 dolara edinebilirimin hesaplarını yapıyorum.

Mesela Da Vinci Kodu’nu dünyanın neresinde 1 dolara alabilir meraklısı...
Ben aldım.

Her neyse...

Bunun yanında asıl söyleyeceğim şey, bu kategoriden aldığım bir kitapta okuduklarım.
ABD’nin başkanları hakkında söylenmiş tesbit sözleri...

(12 Ocak 2012 notu: Bugünün Türkiyesi’nde olup bitenleri anlamak için de bir anahtar olabilir)

Bana ilginç -ve ABD üzerine çok düşündürücü- gelen bazılarını buraya geçireyim istedim:

(George Washington) bilgili bir adam değildi;
çok cahil,
öğrenmemiş,
okumamış kendi eşitleri arasında bile geride biriydi.
(John Adams, ABD’nin 2. Başkanı)

(George Washington) karanlık,
entrikacı,
adi,
hırslı,
kendini beğenmiş,
gururlu,
küstah,
kinci,
üçkağıtçı biriydi.
(General Charles Lee)

Bir adamla bir milletin ahlakı bozulabilirse,
Amerikan milletinin ahlakı Washington’la bozulmuştur.
Bir adamla bir millet aldatılırsa,
Amerikan milleti, Washington’la aldatılmıştır. (Benjamin Franklin’in gazeteci oğlu Benjamin Franklin Bache)

(5. Başkan James Monroe hakkında)
.. seçilmiş en kifayetsiz ve uygunsuz başkan.
Anlayışsız,
aptal,
çok cahil,
inanılmaz derecede kararsız...
Hiçbir konuda bir fikri yoktu ve hep kötü adamlarla çalıştı.
(3. Başkan Thomas Jefferson’un yardımcısı Aaron Burr)

(James Monroe) Fransız Hükümetinin elinde bir maşa (idi).
George Washington

(7. Başkan Andrew Jackson hakkında)
Kendi adını bile heceleyemeyen,
düzgün bir bile cümle yazamayan bir barbar.
6. Başkan John Quincy Adams

(9. Başkan William Henry Harrison hakkında)
Mevcut şefimiz bir ahmak!
(7. Başkan Andrew Jackson)

(10. Başkan John Tyler hakkında)
Orospunun huysuz yaşlı oğluydu.
(33. Başkan Harry Truman)

(16. Başkan Abraham Lincoln hakkında)
Cahil,
kaba saba maval okuyucu,
despot,
yalancı,
hırsız,
palavracı,
soytarı,
gasıp,
canavar,
yaşlı alçak,
yalan yere yemin içen,
dolandırıcı,
tiran,
meydan kasabı,
kara korsanı...
Harpers Magazine

(18. Başkan Ulysses S. Grant hakkında)
Washington’dan Grant’a kadar yapılacak başkanlık konusunda bir çalışma,
Darwin’i yalanlamak için yeter.
Henry Adams, tarihçi

(26. Başkan [1901-09] Theodore Roosevelt hakkında)
Şimdi bak,
bu lanet olası kovboy ABD’nin başkanı...
Mark Hanna, Senatör

(28. Başkan [1913-21] Woodrow Wilson hakkında) Dönemin aptal doktrineri,
büsbütün bencil,
sevimsiz bir politikacısıydı.

Lanet olası ikiyüzlü Presbiteryan, Bizans oyuncusu.
Beyaz Saray’da cehennemlik bir kokarca.
26. Başkan Theodore Roosevelt

(29. Başkan Warren G. Harding hakkında)
Harding kötü bir adam değildi, sadece salaktı.
Roosevelt’in kızı Alice Roosevelt Longworth

Kadın, erkek veya çocuk dahil,
bir cümle yazarken 7 tane hatayı sadece o yapabilir.
E. E. Cummings

Ben bu ofise uygun değilim, burada olmamalıyım. (Harding kendi kendine)

(30. Başkan [1923-29] John Calvin Coolidge hakkında)
Mobilyadan farkı sadece hareket ettiğinde görülebilirdi.
Wilson’un kabinesinden George Creel

(32. Başkan [1933-45] Franklin Delano Roosevelt hakkında)
Ekoseli bukalemun. (**)
Selefi, Herbert Hoover

Binlerce fotoğraf çekildi,
askerin başarısını gösteren bir tane yoktur;
hepsi FDR’nin başarısını gösterir.
General George S. Patton

(34. Başkan [1953-61] Dwight David Eisenhower hakkında)
Omurgasız ödleğin biriydi.
Domuz Pazar gününü bu adamın politika hakkında bildiğinden daha fazla bilir.
Selefi, Harry S. Truman

General kendini çoğunca bu kamusal yapının bir köşe taşı gibi hissetti
ve kendini buna adadı. (***)
Başkan adayı, Adlai Stevenson

(37. Başkan [1969-74] Richard Milhous Nixon hakkında)
Richard Nixon iyi bir yalancı piç değildi.
Aynı zamanda ağzının iki yanıyla yalan söyleyebilirdi;
hasbelkader doğru bir şey söylerken kendini yakaladığında da eliyle ağzını kapatırdı.
33. Başkan Harry S. Truman

(38. Başkan [1974-77] Gerald Rudolph Ford hakkında)
Jerry Ford o kadar aptaldır ki sakız çiğnerken osuramaz.
İyi adamdır ama başlık giymeden çok futbol oynamış...
36. Başkan Lyndon Baines Johnson

(*) Kime dersiniz!..
(**) Bizim, eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in, dillere destan, “ekoseli levrek” tabiri belki de buradan mülhem.
(***) Başbakan Süleyman Demirel’in, teamüllere hiç uymayan bir şekilde, 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz’ü çizerek, 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener’i Genelkurmay Başkanı yapmak isterken zihninde belki de, bir köşede taş gibi duracak, Eisenhower örneği vardı.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Sadece kendi dilinizi okur yazarsınız siz di mi? Whaaaaat?


Bu vesileyle Türkiye’nin, Anglo-Sakson dünyasından nasıl kopuk -ve dış- olduğunu -biraz da gururla, desem yeridir- en somut bir biçimde idrak ettim.

Kim ne derse desin, Batı denen şey, İngilizce!..
Alman, Fransız, İspanyol sadece falan ve filan...

Nedir yani gurur tablosu?
Şu:
Yazar, İngilizce’yle iş görebileceği veya şu veya bu zamanda İngiliz nüfuz bölgesi olan ülkeleri gezmiş ve oraların kedilerini -toplamış mı artık, yoksa sadece fotoğraflarını mı çekmekle yetinmiş- konu edinmiş.

Kitapta her zaman orijinal olan Van Kedisi ve bizce çok cazip olan Ankara Kedisi yoktu.

Avrupa’nın muhtelif ülkelerinden ve Rusya’dan sonra İran’a atlıyor yazar oradan Mısır ve Hindistan darken Güneydoğu Asya’dan kedilerle tablosunu tamamlıyor.
Kediler hakkında kitap hazırlayan birinin, haydi Ankara Kedisi’ni bize ayıralım, uluslararası şöhreti olmayabileceğini kabul edelim, fakat, uzman -olması gereken- bir kişi, nasıl olur da Van Kedisi’ne kör olur...

Mamafih,  kitapta iki gözü ayrı renkte bir kedi fotoğrafı vardı ama bilgisi Van Kedisi şeklinde değildi; Türkiye ile ilgisi yoktu.

Atlıyor kadın veya umursamıyor, anlam dünyasında Türkiye’nin yeri yok, kimse öğretmemiş, kimseden duymamış veya gayet sıkı bir bilinçle çizmiş Türkiye ‘yi.

Ben bu ihmalden veya kapalı kapıdan, ayrı olduğumu, onlardan biri olmadığımı görüyorum ve bu hoşuma gidiyor.

Biz hiçbir zaman üzerinde güneş batmayan imparatorluğun bir parçası olmadık.

Bu dünyada varsak, her şeye rağmen ayaklarımızın üstünde olduğumuz için varız, birileri elimizden tuttuğu için değil.

Az şey mi...

Ha, denebilir ki, bu yaklaşım günümüz dünyası için bir an önce yıkılması çok istenen, eskidiğinde diretilen bir model...

Birileri eline büyük bir silgi almış, bilegeldiğimiz pek çok şeyi tarihten ve hayattan silmek peşinde...

E bu akıllı batı...

Ona şimdilik bir soran olmasa bile bir de doğu var...

Diye bitirmişim yazıyı, herhalde 2006 yılı. İki gün önce, benim üzerimden bir proje ile para bulmaya çalışan Mary Ellen anlattı; proje konuşuluyormuş, nasıl olduysa laf Türkiye’ye ver oradan bana kadar gelmiş. Patron yerinde oturan Hintli kadın, Türkiye Asya’da demiş ve her nedense ben de mutlaka siyah olmalıymışım –siyaha para yok anlamında. ME, hayır beraber çalışıyoruz, beyaz demiş ama kadından olur alamamış.
Bu ilk örnek değil: Hindistan insanı Türkiye’yi pek bilmiyor; belki de İngiltere üzerinden dünyaya bağlandıkları için…
Bana enteresan geldi. 

Büyük Pamuk 200 dolardan gidiyor…

 
Nobel vesilesiyle Orhan Pamuk kitaplarına bakınıyordum.
Amazon.com'da büyüğü Şevket Pamuk'un yayınlarına rastladım.
[O d
önemden bahsediyorum tabii]

3 örnek aldım:

The Ottoman Empire and European Capitalism, 1820-1913:
Trade, Investment and Production (Cambridge Middle East Library) by Sevket Pamuk (Sep 25, 1987)
Used & new from $129.95

The Mediterranean Response to Globalization Before 1950
(Routledge Explorations in Economic History) by Sevket Pamuk
(Library Binding - Jun 2000)
Buy new:  $200.00
Used & new from $90.00

A History of Middle East Economies in the 20th Century
by Roger Owen and Sevket Pamuk (Hardcover - Dec 31, 1998)
Buy new:  $93.03
Used & new from $66.63

Kendisi,
bizim öğrenci olduğumuz yıllarda
SBF’de hocaydı,
odası bizim okuldaydı...

Sonra Boğaziçine gitti.

Bulanabilecek bir mide ne kadar az bulunur bir şey bu devirde


http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=201484&tarih=14/10/2006

Gündüz Aktan’ın
linkini verdiğim Mide Bulantısı başlıklı
hayatta kendine saygı diye bir şeyin olduğunu hatırlatan
ve dürüst batılıların da Türkiye’nin sesi olarak mutlaka dikkate alacağı
yazısından
bir bölüm...

Samimiyetle alıp
her türlü batılıya Türkiye’de kösemen olmaya kendini adamış
entellektüellikleri batı borazanlığından menkul
tabiaten yalaka
sözde uygar
ve hepsi Bizanslı, gazeteci - aydın makuleleri karşısında
başımın üstüne koyuyorum.

Bize özgün karakter lazım
batının rengine boyanarak atıp tutanlar değil.

Eksikliğinin genel olarak çok hissedildiğini sanıyorum; hakikaten ekstra lüks kalite, hakkıyla devlet adına konuşabilecek bir büyük adamdı. Yokluğu “devlet adamı fıkdanı” tâbirinin resmidir.

... Fransız halkının çoğu, diğer Avrupa halkları gibi, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığına inanıyor.
Bu gerçeği itiraf etmemizi istiyor. Tıpkı Chirac Fransa’sının zenci ticareti, sömürgecilik, Cezayir olayları ve Yahudi soykırımında yaptığı ya da yapmış gibi gösterdiği gibi. Zira Fransa, sanıldığının aksine, tarihte işlediği suçları gerçek boyutlarıyla itiraf edip, özür dilemiyor. Aslında tarihle pazarlık yapıyor.
Papon, Vichy yönetiminin kaymakamı olarak 1600 Yahudiyi, Nazi Drancy kampına teslim ettiği için, soykırıma iştirakten değil, insanlığa karşı suçtan, o da 84 yaşındayken (1998) hüküm giydi. Suçları bilindiği halde, De Gaulle zamanında getirildiği Paris Emniyet Müdürlüğünde barışçı gösteri yapan 200 Cezayirli genci (kendi ifadesiyle sadece 80 civarında) Sen Nehrine atarak boğulmasını sağladı. Yetmedi, Giscard D’Estaing tarafından Maliye Bakanı yapıldı. Papon dan daha önemli görevlerde Yahudi soykırımına katkıda bulunan Bousquet, kendisi gibi bir Vichy memuru olan Mitterrand'ın dostuydu, yaptıkları açığa çıktığında intihar(?) etti. Kilise Paul Touvier adlı Naziyi yıllarca sakladı. Fransa çıkardığı bir yasayla sömürgeciliğin uygarlığa katkıda bulunduğunu iddia ediyor ve Cezayir soykırımını reddediyor.
Irkçı ve Holoskost inkârcısı Le Pen geçen seçimin ikinci turunda Chirac’ın karşısında yarıştı. Irkçı akımın gelişmesini engellemek isteyen diğer partiler, önce söylemlerinde, sonra da icraatlarında aşırı sağa kaymaktan kurtulamadılar. Parçalı Fransız parti sistemi ve kamuoyu giderek yabancı düşmanı ve ırkçı görüşlere kaydı. Bugün anketlerde Fransız halkının üçte ikisi, sanki bir meziyetmiş gibi, açıkça ırkçı olduğunu kabul ediyor.
Fransızların ırkçı yaklaşımı içlerindeki Müslüman diyasporayı entegre etmelerine imkân vermiyor. Gettolarda yaşayan, devletle ilişkisi polisten ibaret olan, yüzde 50’si işsiz genç Müslüman nüfus, geçen yıl isyan etti. Fransızların hemen hepsi, politik elit ve basının büyük kısmı olayın sorumluluğunu Müslümanlara attı.
Bu şartlarda ikide bir Fransız devrimine ve Aydınlanmaya gönderme yapıp, Fransa’yı demokrasi ve özgürlüklerin beşiği saymak, gelişmeleri takip etmeyenlerin aymazlığından ibaret. Aynı şekilde asırlık dostluk gibi safsataları da bir yana bıraksak iyi olacak.
Fransa günlük reformları bile yapamıyor. Yaşlanıyor. Hastalıklı bir bencillikle içe dönüyor. Dünyadaki ve AB’deki yerini kaybetmekten korkuyor.
İşte mazisini ve halini taşımaktan aciz bu Fransa, tüm nefret, endişe ve korkularını atmak için muhtaç olduğu hedef grubu Türkiye’de buldu. Zaten Türkler, Fransa’nın tarihi ötekisiydi.
Bu Fransa bizim AB üyeliğimizi kaldıramaz. Fransa’ya acıyalım ve üyelikten vazgeçelim

Kimin çenesinde çukur olur?


Çenemin ortasında bir çukur var,
Dün direktöre gelen bir arkadaşı,
doğrudan oraya bakıp,
ya Sicilyalı veya muhakkak ortadoğulu
dedi benim için...

Ona göre,
başkalarında olmazmış...

Direktör,
aldırma,
makamında,
başını salladı, yukarı doğru...

Bugün
her çeşit milletin dolaştığı pazarda
kendimi
onların çenelerine bakarken yakaladım...

Bu saatte
o kanaate vardım ki,
tipik Meksikalılar
Sicilyalı veya ortadoğulu olamazlar...

10 Ocak 2012 Salı

Namussuz dedem o kadar kabiliyetsizdi ki, kapının önüne bir gökdelen dikemedi

Zavallı kargaların adı çıkmış, burnu boktan çıkarmamak için daha uygun aletler var. Aydın diye geçinen, sokaktaki insanla bir kere yüzyüze gelmemiş, cuma cemaati nedir bilmeyen, bu adam Türkiye'ye islamcılar üzerinden demokrasi vaad ediyor. Bana bir tane örneğini göster ilaç için. Efendim "böyle bir dönemden geçmek zorunda kalabilirmişiz". Yahu ne kadar tuzun kuru, nereden biliyorsun oradan "geçeceğini" sana taahhütname mi verdiler. Sen ilk cayırtıda sıvışıp gideceksin ait olduğun yere, alkışlarla karşılanacaksın, hatta kaybedilmiş Türkiye'den gelen bir kahraman olarak ağzına mikrofon tutacaklar ve dahi para keseceksin. Ya bu memlekette ilelebet karanlığa saplanmış ve onun içinde ölüp gidecek kitleler n'olacak? Sen Allah bilir eriyip giden kuzey kutbuna bakarak da "geçici bir dönem" diyorsundur. Aydınmış! Düşünün bu adamın Aydın olduğu toplumun cahilini! Yıkmanın ne kadar kolay olduğunu göremeyen bir adama aydın değil olsa olsa ahmak denir. Efendim padişah ailesi çok batılıymış, konyak filan içermiş padişah. Levent’teki gökdelenlere bakıp Hakkari’ye projeksiyon yapıyor. Aydın bu! Iran şahı da çok batılıydı, bak, "nasıl bir dönemden geçilemiyor", onu da mi görmüyorsun, yahu gözünün önünde, ona da mi körsün!. Zavallı kargalar, adınız çıkmış.

Diye yazdım ama ateşim sönmedi. Adını nasıl koyacağımı bilmiyorum; iş nankörlüğü filan geçmiş, yeminli ihanete kadar gidiyor.
Soru sormayı adamıma lazımlık tutmak sanan yılların kasarı yine aynı pozda, salaklama soruyor, “Atatürk ilerici miydi?” Öteki cevap veriyor, hayır gericiydi demeye aslında o kadar hazır ve hevesli ki, kendini zor tutuyor, belki de yutkunamıyor, çok büyük olacak, “değildi” ile yetiniyor. Haksızlığın bu kadarına bir yerden bir bela çıkar mutlaka, benim önermeme gerek yok:
Ey Aydın kılıklı madrabaz, memleketin her tarafı resmen ve fizik olarak emperyalist işgal altında ve bu adam canını dişine takarak bir direniş örgütlüyor, savaşıyor, kazanıyor  ve bugün, arkasından sadece küfür hakkını kullanmayı tercih edebildiğin bir özgür ülke bırakıyor; sefasını sürdüğün. Bunu bilmiyor değilsin. Yuh yani. Yuh, sana taş kalp bile yakışmaz, hic değilse bir katılık izafe edebiliriz taş kalpliye, bir anlamdır. Sen yürek yerinde burnumun direğini kıran çürük bir et parçası taşıyorsun; hem de kafanda. Ve kendinin farkında olduğunu sanan bir kısım koyun seni ve avaneni hakikaten bir şey sanıyor.
Bu kendini ilerici– sosyalist diyemeceğim, çünkü kendisi biraz girift bir Amerikan kuyrukçusu olduğunu ıspata çalışıyor- sanan zatın simgeledigi gürühun bir yarası var: Bu topraklar, bu ülke, bu halk, Amerikalı genel vali teklifini redderek büyük bir yanlış yaptı. Şöyle memleketi direkman medeniyetin eline teslim edecektik, o zaman adam olmak şansımız vardı, mis gibi Ingiliz hinterlandı olacaktık ve bugün kimbilir nasıl bir Türkiye’de yaşıyorduk… Işte  ingapur şurada, bir bakın, adamlar Ingilizce konuşuyor, Ingiliz şemsiyesi altındalar. Mustafa Kemal adında bir Osmanlı Paşası, memleketin bütün istikbalini değiştirdi...
Işte bu memleketin aydını bu.
Geri kalmışlıktan okuma yazma bilmez, nereye sürsen giden cahili sorumlu tutmak artık çok makul gelmiyor bana; sorumlular kime çalıştığı belli olmayan bu bulanık adamlar, artık iyice ortada.
Aydınmış!
Karanlığı sana tercih ederim; çünkü beni uyanık olmaya zorlar!
İbret için okuyun, adresi şu:
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=5796&nese_duzel-murat_belge%3A_ataturk_ilerici_degildi#.Twsy0rt1lJQ.facebook
Atatürk’ün arkasından gelenleri eleştirmek ayrı bir şey, en ince ayrıntısına kadar gir ve ortaya çıkart her türlü pisliği, aldatmayı, oyunu, tezgah, ihaneti, korkuyu; görelim; aydınsan bunu aydınlat. Bir tükenişten yepyeni bir hayat çıkartma mucizesini karartma. Azıcık insaf et. Hiç değilse avanenin zehabına uygun dur,  şunun bunun elinde dolaşan bir kör bıçak olma!
Adam sanki Osmanlının harcayıp bitirdiği, iflas etmiş, çökmüş, çürümüş, bitmiş, sıfır bir imparatorluk artığından değil de, 1800lerin sonlarındaki Manchester vilayetinden söz ediyor. Bir elde yağ ötekinde bal, oh ne ala… Benim, evine bir lokma ekmek götürebilmek için yapmadığı iş kalmamış dedeme, “Cehennem olası adam, şu kapının önüne bir gökdelen dikememiş” dememe benziyor.
Hakikaten, birisi çıksa, Osmanlı bittiğinde Konya’nın Londra’dan bir farkı yoktu, dese, gösterse; nüfusun en az yarısı okur yazardı, dese, gösterse; memleketin her yanında fabrikalar, silah fabrikaları cayır cayır çalışıyordu, dese, gösterse… Ve bizler –herhalde benim gibi düşünenler de vardır, herkes gaflet, dalalet ve hamakat içinde değildir- de tarihsel gerçeği öğrensek ve şunca yıldır kandırılmışlığımızdan uyansak.

8 Ocak 2012 Pazar

Aç adama iktidar vermek üzerine

Herhalde 10 gün oldu (*)
çalışıyorum.
İngilizce öğrenmeye başladığım okulun ana binasında.
Organizasyon
bir yandan kilise,
bir yandan da bir tür yardım teşkilatının bir hizmeti.
Daha çok, yaşlı ve yalnız İtalyan kadınların devam ettiği,
onların sağlıklarına, ne yiyip içtiklerine, giyim kuşamlarına dikkat edilen,
sosyal süreçleriyle ilgilenilen bir yer.
Egzersiz yaptırılıyor,
yemek veriliyor,
doğum günleri kutlanıyor,
kağıt vb türden oyun oynatılıyor,
sohbet etmeleri sağlanıyor vs...

En yaşlıları 1914 doğumlu.

Aslında
yoksul yaşlılar evi hizmeti veriliyor.

Geçende bir senatöre gönderilmiş
ödeneklerinden kesinti yapılmamasını isteyen mektupta gördüklerim,
hepsinin,
bir ölçüde,
belki de esasen,
karın doyurmak için geldiğini gösteriyor.

Ama hiçbirinin yüzünde bir “zavallılık” veya “muhtaç” resmi yok.
Bu hiç hissettirilmiyor.
İhtiyaç sahibi de, bu ihtiyacı karşılayan da,
arkadaş – dost insanlar.

Eğleniyorlar da.

Zaman zaman çok yoğun İtalyanca duyuluyor içerden.

Birbirlerini seviyorlar;
birbirlerine ve hayata bağlılar.

Öte yandan,
İngilizce öğrenmek isteyen yabancılara bilabedel okul hizmeti de veriliyor.
Katolik, Ortodoks, Müslüman, Yahudi ayırt etmeden
gelen herkes kabul ediliyor ve İngilizce öğrenmeleri için gayet yakından ilgi gösteriliyor.

Bu hizmetlerin sunumunda
önemli ölçüde “kamu kaynakları” kullanılıyor.
Henüz künhüne nüfuz edemedim ama,
öyle görünüyor ki,
biraz bağış da var.

Bağış
her şey:

En büyük perakende zincirlerinden biri
buradaki yaşlı kadınların belki de bir yıllık ihtiyacını karşılayabilecek kadar,
filanca konserveyi gönderiyor.

Zaman zaman dağıtılan hediye paketleri var örneğin;
o paketlerle başları göğe değmiyor kuşkusuz yaşlı kadınların
ama
nedir nedir, diye
merak ederek heyecanlanmadıkları da söylenemez.

Organizasyonun bir başka ayağı da,
başka yerlerdeki başka yaşlı organizasyonlarına katkıda bulunmak.

Konuyu buraya taşıma ihtiyacı hissetmeme yol açan da,
bu türlü bir deneyimde
yardımcı eleman rolü alışım:

Geçen yıllardan yakın zamandaki birinde
sıtma salgını olmuş
ve 100 kadar yetişkin ölmüş ABD’de.

Aman ne yapalım da yaşlıları sıtmaya karşı uyaralım,
sinek sokmasından hasta olup ölüm yoluna girmesinler
diye bir telaş bir telaş...

Öğretmen Helga, daha önceki birinde
yanına yardımcı olarak Asjah’yı
ve
dağıtılmak üzere
bir araba dolusu hediyeyi alarak
Çin Mahallesi’ne gitmişti.

Golden Age Yaşlılar Merkezi’ndeki sunuşunda ben asistanlık yaptım.
Yine, kura çekilerek dağıtılacak hediyeler de götürdük.

Helga meseleyi anlattı,
anlaşıldı mı diye bir de test yaptı...
-Bu, kendilerini denetleyecek olanlar için bir ısbat belgesi de; ayrıca katılımcılardan imza da aldık-

Sonra kura çektik.
Neredeyse, oradaki 50 kişiye de kura isabet etti;

Her birine
1 tişört,
1 şapka,
1 sıtmadan korunma rozeti
ve
1 de anofel sineği uzaklaştırıcısı ilaçtan oluşan
set
dağıttık...

Maksat herkesi memnun etmek.
Netekim şapka sayısı tişörte eşit değilmiş, bitiverdi;
şapka alamayanlar mahzun olmasın diye liste çıkardık,

Helga, o listeyi firmaya iletecek ve yetişmeyen şapkaların talihlilere gönderilmesini isteyecek.

Bizim organizasyon böylece Boston’un bir başka kısım yaşlılarını da
hem bilgilendirdi,
hem heyecanlandırdı,
hem sevindirdi,
hem de
bir gün için bile olsa
hayatlarını renklendirdi.

Bu arada,
renklendirdi
tesbitimi abartmamak lazım:
Çünkü özellikle Golden Age’deki yaşlılar
misler gibi keyif keka yaşıyorlar.
Türlü çeşitli masa oyunları, kahveler, yemekler, tatlılar, her şey...
Aslında hiçbir şeye ihtiyaçları yok.
Zengin görünen tipler.

Doygun
da diyecektim
ama,
hatırımda kalan
kendisine bir şey çıkıp çıkmayacağını
sanki bir kasa altın kazanacakmış gibi
heyecanla ve hırsla bekleyen yüzler
beni engelliyor.
Burasını yaşlılığa da verebilirim.
Ama ABD’de bedava mezarın da cazip olduğuna ilişkin bir tevatür yok değil...

Her neyse,
bu bir ton malumattan sonra sadede geliyorum:

Beni bu meseleyi ele almaya zorlayan en esaslı unsur
süreç içindeki hiç kimsenin bir şey çalmamasıydı!..

Mesela,
bu sivrisinek sokmasına karşı uyarı önlemi organizasyonunu Türkiye’de yapacak olsaydık
diye geçti içimden,
birine şapka,
birine tişört
ve birine de
rozet olmak üzere
belki sadece 3 kişiye
sadece 3 parça hediye
verilebilirdi;
yani
gerçekten
kura çekilmiş olurdu.

Çünkü paketler oraya gitmeden önce,
başkan,
başkan yardımcıları,
müdür,
müdür yardımcıları,
ve
onların odacıları
ve daha devrede olabilecek bilumum beleşçiler tarafından
lazımlığına veya lazımsızlığına bakmaksızın
yağmalanır
geriye de ancak
işte o artık 3 parça kalmış olurdu.

Burada
kimse
bir şey
çalmıyor.

Büroda
benden başka
bu duruma şaşırmış görünen biri de yok;
gelen
her ne ise
amaca uygun olarak
dağıtılıyor.

Ahlak veya ahlaksızlık
biraz zenginlikle de ilgili herhalde.

-Derken, yeni bir şaşkınlık tablosu: Bizim memlekette en çok çalanlar da, en zenginler değil mi!-

Geçende
Enron şirketini kuran adamın kalp krizinden öldüğü haberini veriyordu televizyon
herhalde ABD’nin sayılı zenginlerinden
ve üstelik
iktidara sırtını dayamışlardan biriydi,
ellerini arkadan kelepçelemişlerdi!

ABD, her bakımdan uyguladığı politikalarla dünyanın başına bela
evet
ama
aşağıda
insanların iradesine bağlı olan mekanizma
iyi çalışıyor;
kabul etmek lazım...

(*) Bugün itibariyle, yaklaşık 6 yıl önceden bahsediyorum.

Gresham’dan mülhem olarak


Mutlaka kötülüğü organize edenler de vardır, fakat hayat bizatihi bu bakımdan süper hiper bir fidanlık, bostan, fabrika.
İronik olarak, kötülük çok bereketli, çok verimli: Bakım istemiyor, özen istemiyor, ilgi istemiyor, ışık hava su sevgi vs gibi bir derdi yok; her yerde yeşeriyor yetişiyor, hiçbir şeyi dert etmeden büyüyor. Çok özel olarak bir amaca hizmet etmiyorsa bir alan, bir kalp, bir beyin, kötülük çok çabuk sarıyor orayı da.
O halde, diyorum, her zaman pek nadir ve narin olan ve çok dikkati, özeni, çalışıp çabalamayı gerektiren iyilik üzerinden giderek hayatı anlamlandırmak yerine, birinci boyunduruğa kötülüğü bağlasak.
Bir kağnı arabası gibi mesela: İyilik hep birinci öküz; büyük sorumluluk altında, o bilir, o çeki düzen verir, nodulu o yer ve her zaman yanındakinin yerine de çabalar. Öteki zoraki orada, olmasa olmaz ama varlığı bizatihi pürüz; her fırsatta ötekini ittirip sarsar, olmadık pürüzler çıkartmak için fırsatlar kollar ve esasen onları yaratır.
Yalanla doğruda da var bu zenginlik yoksulluk dengesizliği: Yalan ne kadar zengin, üretken ve albenili ise doğru o kadar yoksul, kısır ve işte öylesine bir şey. Doğru ne kadar kolayca unutulup bir köşeye itilirse ve gık demezse, yalan o kadar asabidir, diri durmak kararlılığındadır ve sürekli ilgi ister, bırakıp gitmek hayatta olmaz.
Şu da var ki, kötülüğü ortadan kaldırıp her şeyi iyi yapmaya insanoğlunun gücü yetse bile bu iyi bir şey olmazdı; çünkü iyilik, bir durgunluk hali; çok geçmeden ölüm! Halbuki hayattan iyiyi çekip alsan, çok şey değişmez genel olarak. Dünyadaki açlık meselesini halledeceğim demek zorunda kalmaz bitkilerin GDO’suyla oynayan bilim adamları / sermayedarlar! Hayır, kötülük uçak uçuramaz, gökdelen dikemez, süper arabalar yapamaz, hayatta dijital olamayız diye bir şey yok. Çünkü onları yapan, bizatihi kötülük; hiçbiri, adıyla sanıyla söyleyelim, iyilik olsun diye yapılmıyor. Halbuki iyilik, iyilik olsun diye yapılır, değil mi!
O zaman bütün gökyüzü ilhamlı ilahi akılların ve yeryüzü gerçeklerinden damıtılmış ayaklı tavsiyeleri.. sistem “iyinin / iyiliğin çaresizliği üzerine kurulmuş”.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Çare ormanların yok olması mı!

Bir gariplik var:
Birey olan masa oluyor, sandalye dolap oluyor, vazo oluyor, kapı pervazı, tekerek epsiti oluyor, at arabası oluyor, bıçak sapı resim çerçevesi oluyor, oklava merdane oluyor ve daha neler neler. Sonra resim çerçevesiyle oklava veya sandalye, kapı pervazı vesaire hiçbir şekilde bir araya gelemiyor. Hepsine tek tek bakmak ve görmek lazım; onların birlikteliğini düşünmek bile abes!
Fakat birey olmayanlar oralarda ormanlar; derin, karanlık, korkutucu, vahşi; ve nedense doğa onu besliyor!