22 Temmuz 2018 Pazar

Bir Türk ABD Vatandaşı olmuş

Dün bir ahbabımla karşılaştım, Amerikan vatandaşı olmuş. Bana enteresan geldi, biraz heyecanlı olmasını beklermişim gibi hissettim ama o gayet heyecansız, sanki ellerini yıkamak filan gibi çok normal bir şeymiş havasında konuşuyordu.
Kılavuz kitapta 100 tane soru olduğunu, bunların çoğunu zaten okul sıralarından bildiğini, yeni bir iki şeyi de bir iki kere okuyarak öğrendiğini söyledi. Bu sürecin hiçbir aşamasında zerre kadar heyecan duymadım, dedi. Oysa duyduğum başka hikayelerde, bu işin o kadar da kolay olmadığına dair bir izlenim edinmiştim.
Aslında, dedi, seni görüşmeye çağırıyorlarsa, otomatik olarak düşünüyorsun ki, seni vatandaş yapmaya uygun bulduk, diyorlar; sadece gidip kendini gösteriyorsun, çok salak mısın, ebleh misin falan.
Çağırdıkları tarihte, dün yani, gitmiş, sırası gelsin diye beklemiş. "Salon boşaldı ama beni kimse çağırmadı" diye anlattı. Gitmiş teee gerilerde bir yerdeki bir penceredeki görevliye sormuş, saatlerdir bekliyorum, niye beni kimse çağırmadı, demiş. Latino kızın çok kötü bir İngilizcesi vardı, dedi. Çağırırlar, bütün dosyalar dağıtıldı, demiş, kız. Bekle bekle yine kimse yok. En sonunda biri gelip sormuş, siz niye bekliyorsunuz, diye. O da anlatmış hikayesini, böyle böyle. Hay alah, demişler, siz elinizdeki mektubu bu kıza verecektiniz, vermemişsiniz, o yüzden kimse sizi çağırmamış.
Niye öyle yapmadın, dedim.
Ne bileyim, dedi, bir tek kişiyi görmedim gidip oraya bir şey verirken.
Bir de şu var, diye kndi haklılığını açıklamaya çalıştı: Bu bir bilgisayar işi; beni çağırmışsın, şu gün şu saatte şuraya gel, demişsin, gelmezsen hakkını kaybedersin, demişsin. O halde benim o gün o saatte orada olacağımı biliyorsun. E ortada herhangi bir işaret de yok, git kağıdını şu kıza ver, diyen!..
Güldüm, tabii. Demek Amerika'da da sistem bu kadar logic işlemiyor.
Neyse, bu belki de benim için bir şans oldu, dedi. En son orada kalmış olan memur, benim sorunumu da çözüp evine öyle gitmeyi seçti.
Odasına gitmişler. Bir koridor boyunca sonsuza doğru uzayan bir odalar silsilesi vardı, birine girdik, dedi. Daha kapıdan girer girmez, doğruyu ve sadece doğruyu söyleyeceğine dair sağ elini kaldırarak yemin ettirmiş memur. Ondan sonra ilk sorusu, Osmanlı imparatorluğu ne zaman yıkıldı, olmuş. Nokta bir tarihi yok ama 29 Ekim 1923'te cumhuriyet kurulunca, Osmanlı bitti, , dedim, dedi. Ona göre, memur bu cevaptan sonra kararını vermiş zaten. Sonra usulen şeyler yapılmış. Bir cümle söylemiş, bunu yaz, demiş. Freedom of speech is one of human rights, demiş. Sonra, ABD'de en yüksek hukuk kurumu nedir gibi bir şey sormuş. Cevap anayasa, dedi.
Ondan sonra, yok terörist misin, yok başka soyadın var mı, yok herhangi bir kraliyet ailesine tabi misin filan gibi, zaten cevabını ekranda gördüğü soruları sormuş.
Anlattıklarından onu anladım ki, memura verdiğin izlenim önemli. İyi bir kompozisyon sergilemişsen, kimse pürüz çıkartmıyor.
Ha, dedi, enteresan bir şey olarak, Amerikan devleti senden yardım isterse yardım eder misin, diye sordu, tabii ederim, demiş.
Sonra, tamam, demiş adam, bir mektup alacaksın, yemin töreni için çağırılacaksın.
Ne diyeyim, hayırlısı olsun, dedim. 

2025'e kadar Türkiye'nin burnu boktan kurtulmayacak!

Facebook'ta bir haber gördüm: Brezilya, Arjantin, Paraguay ve Uruguay'ın altına yayılan bir su yatağı varmış ve Nestle ile Coca Cola bu su havzasını özelleştirip devrelmak için çalışıyorlarmış. Devrede herhalde dünya bankası filan da var.
Hemen sonra bir başka görüntüyle sarsıldım: Okyanusların celladı kocaman bir köpekbalığı sanki damdan düşer gibi dibe doğru kayıp gidiyordu. En sonunda okyanus tabanına düştü, gördük ki birileri yüzgeçlerini kesmiş ve balık bitmiş!
Başka örneklerini de gördüm.
Bunlar nedir, nereye kadar gider böyle bir hayat, bundan sonra yeryüzünde hüküm sürecek elemanın bilegeldiğimiz insan olacağından emin olabilir miyiz, nasıl bir yüzyılda yaşıyoruz!

Bunu vesile ederek, çoktan beri zihnimde dönüp duran yıldızlar meselesine girmek istiyorum. Artık dünyada olup bitenleri izah etmekte kullanılabilecek makul bir araç yok. Tamam dünya nüfusunun çok artmış olması hayatı ucuzlattı ve hatta o kadar değersizleştirdi ki öldürdü bile diyebiliriz. Yanı sıra, bilim ve teknoloji, o düzeye geldi ki, artık insana ihtiyaç yok, aşamasına az kaldığı bile söylenebilir. Ve tabii, kölelik geliyor. Bunlar elbette, yeryüzünde hayatın kötüleşmesinin izahında kullanılabilecek malzemeler olabilir ama, her şeye rağmen şunca bin yıldır insanlığın getirdiği kültür, vicdan, iyilik, utanç filan gibi derin hisleri, bilinç durumunu bir anda silip atamayız; onlar varken de dünya vicrdan sahibi için böylesine tiksinti verici bir hale gelemez, getirilemez. Ama getirildi. Nasıl oldu, sorusunun cevabı olarak ben gökyüzüne ve yıldızlara bakıyorum; astrolojide bu bağlamda işe yarayacak bilim dışı çok şey var.

Son 7-8 yıldır, cevabı olmayan ve açıklayamadığım en önemli soru şu: Neden hiçbir şekilde rte'ye bir şey olmuyor ve hiçbir şekilde engellenemiyor? Neden her şey ona yol veriyor, neden hayatı keyfine göre biçimlendirmesine karşı bir şey yapılamıyor?

Ben hayatını okumadım, ama yaşama biçimi ve zihin dünyasından onu çıkartıyorum ki, birileri çocukluğundan itibaren buna işlemişler, bildiğinden şaşma, allah yardımcın olacak, hiçbir şey seni muradına ermenden alıkoyamayacak filan demişler. Bunu "derin hocalardan biri" söylemiş olmalı ki, zihninde yer etsin ve bütün dünyasını biçimlendirsin... Tekel'in işçi olarak dahi işe almadığı sefalet şartlarında yaşayan bir şahsın, normal şartlarda, üstelik engellenemez bir şekilde diktatörlüğe kadar varacak bir iktidara erişmesinin normal şartlarda anlaşılabilir bir yanı yok. Bu zata esasen devlet tapu dairesinde odacı diye bile iş vermez ve fakat 15 yıldır Türkiye'ye hükmediyor ve ayrıca Türk olmadığı gibi, Türk figürünü de eline geçen her fırsatta eziyor. Ve 80 milyonluk ülkede tık yok! Ne askerinde, ne sivilinde, ne üniversitesinde, ne iş adamında, ne işçisinde...

İşin daha da garibi, onun dışındaki her şeyin neredeyse her noktada bu zatın lehine işlemesi. En son askerin Suriye'nin Afrin kasabasına girip oraları tutmasında bile "kaderin bu yardımını" gördük. ABD'nin eli kolu bağlı, zavallı bir pozisyonda kem küm ediyorlar; ABD savunma bakanına, Türk askeri saldırırsa ne yapacaksınız, gibi bir soru sorulabiliyor ve o da görüşmelerimiz sürüyor diye cevap veriyor. ABD'nin bu kadar sefil bir tablo çizdiği bir dönemi hatırlamıyorum; ABD her daim Türkiye'nin başına bela olmuş bir "müttefik"tir ve Türkiye'yi oltadaki balık olarak görmüş ve değerlendirmiştir. Fakat Atatürk Türkiyesi'nin, modern cumhuriyetin her gün bir duvarının yıkıldığı bu zatın iktidarında, ABD, tarihinin en aciz dönemini yaşıyor. Yıkılmış Türkiye'nin, ABD'nin daha lehine olacağına elbette kuşku yok, neden yıkılmasını önlemeye çalışsın ki! Bu da doğru. Ama neden bu süreç bu zatın kar hanesine, başarı hanesine yazılıyor!..

Bunun, zamanında bu çocuğun falına bakan hocanın yıldızname bilgisiyle ilgili olduğuna kanaat getirdim. Bu zat balık. Öyle bir günde doğmuş ki, Neptün'ün nesi var nesi yok arkasına almış. Yani Türkiye dostu birinin bu ölçüde kayıtsız şartsız desteklendiği bir uygar kişiyi düşünüyorum da, atılacak adımlarla Türkiye Japonya'yı yakalardı.

Tarihte bugün Türkiye'nin ve çevresindeki ülkelerin yaşadığı karmaşaya benzer dönemler olmuş. Bunu Neptün'ün "ayırıcı, bölücü, uzaklaştırıcı" etkisiyle açıklıyorlar.

https://www.keen.com/CommunityServer/UserBlogPosts/Astrology_readings_Leslie_Hale/Dissolving-realities-and-changing-times-again--Saturn-square-Neptune--November-2015-2016/727699.aspx
Neptune-rules dreams, illusions and delusions, drugs and alcohol , addictions, theater and TV, personal delusions, creativity, religion, inspiration, the sea and water, fantasies and things magical and enchanting. Also lies, deception, confusion, sometimes mental issues, psychics, mediums and artists or artistic expression. In Pisces, it is at home and very powerful.

Neptune in Pisces 2012 thru 2025

December 28, 2013 | By  Reply
neptune in piscesSpirituality, economics, literature, music, utopian visions and endings. Who knew Neptune could be such a powerful influence in so many areas?
Neptune entered Pisces in early 2012. It remains in Pisces–the sign that it co-rules with Jupiter–through 2025. To get a sense of what this might mean for us, let’s consider what happened the last time Neptune transited Pisces, 1848-1861.

Spirituality

Several significant spiritual events occurred during Neptune’s prior visit to Pisces in the mid-1800s. Spiritualism, with its emphasis on communication with the dead, became wildly popular in the United States. The Blessed Virgin Mary appeared to Bernadette Soubirous at Lourdes, France. And spiritual maverick Rudolf Steiner, founder of the Anthroposophical Society, was born.
Neptune’s current transit of Pisces is one of the most important astrological factors accelerating spiritual awakening around the world. With a new Golden Age now blossoming, this period is already witnessing vast numbers of people awakening to their true spiritual nature. (As of 12/28/13, according to Oneness University, over 1.6 million people have awakened, and nearly nearly 800 million are experiencing awakened states.)
Those who are conscious of their true divine essence will function not as human beings having a spiritual experience, but as spiritual beings having a human experience. Having achieved this state, they will help uplift those around them as they naturally radiate unconditional love and compassion. Society will naturally evolve to reflect this growing unity and interdependence, since inner change always precedes outer transformation.
If spiritual awakening is on your wish list, use whatever metaphysical approach gets you there! All legitimate spiritual paths are getting juiced up as the veils between the worlds grow ever thinner. (These simple, powerful invocations have helped hundreds of people awaken more fully to their spiritual nature.)

Economics

Economic headlines of the mid-1800s trumpeted the Gold Rush. A financial crisis spread throughout Europe, caused by speculation in US railroad shares. And the first oil well was drilled at Titusville, PA.
A financial crisis in Europe: sound familiar? And in regard to oil, it makes a handy bookend that we are now seriously seeking alternatives to this toxic fuel during the first Neptune-in-Pisces era after it was first commercialized.

Literature

Many of the great masterworks of Western literature were written during Neptune’s last transit of Pisces. Charles Dickens published David CopperfieldBleak HouseA Tale of Two Cities and Great Expectations. Whitman’s Leaves of Grass and Flaubert’s Madame Bovary came off the presses.
Hawthorne’s The Scarlet Letter, Melville’s Moby-Dick, Stowe’s Uncle Tom’s Cabin, and Thoreau’s Walden all hit bookstores for the first time. In addition, notable literary births included Bernard Shaw, Oscar Wilde and Anton Chekhov.

Music

Opera dominated the musical achievements of this era. Wagner premiered Lohengrinand completed the text of the epic Ring Cycle. Verdi completed Rigoletto and La Traviata, and Gounoud finished Faust. And the groundwork for future musical masterworks was laid by the births of Puccini and Mahler.
Neptune and Pisces rule divinely inspired creativity. So don’t be surprised if the years 2012 thru 2025 are unusually fertile ones for writing, music, movies, and all other forms of creative expression!

Utopian Visions

Neptunian idealism was at the heart of Marx & Engels’ Communist Manifesto, published during the mid-1800s. The world was not yet ready to actualize such utopian ideals in their purest form. But we have powerful astrological support to create a more fair and egalitarian society during this Neptune in Pisces period.

Endings

Neptune, like Uranus and Pluto, is often associated with the dissolution of old structures that have outlived their usefulness. While this can bring a sense of loss, clinging to outmoded structures only creates suffering. The caterpillar must become a butterfly, no matter how fervently the powers-that-be try to keep it cocooned!

Challenges and Opportunities

Some people may experience some of Neptune’s more challenging manifestations. Addiction to drugs or alcohol, or escapist behavior that interferes with worldly responsibility, will tempt some. Disillusionment, loss of vitality, and becoming a victim or martyr are other negative possibilities.
But Neptune will have less energy available to cause you trouble if you keep it busy on the high side. Consciously choosing Neptune’s more life-affirming possibilities can keep it functioning as your ally.
Strive to be guided by your inner wisdom, and allow your creative inspirations to flower in the physical world. These kinds of actions will help keep Neptune and Pisces as positive forces in your life!
Originally published in the 1/30/12 newsletter as “The Astrology of 2012, Part 4: Neptune Enters Pisces.” Revised 12/28/13. Some of this article’s ideas originated with astrologer Eric Meyers, and are drawn with his permission from our joint “Big Change Now” presentations.

Siktir git geldiğin yere diyende zerrece kusur yok!

Facebook'ta şöyle bir yazı karşıma çıktı. Çoktan beri zihnimde dönüp duran şeyleri ifadeye aracı olduğu için, kendimi şanslı bile saymalıyım.

Ben şurada duruyorum:

İnsanlar keyifleri öyle istediği için göç etmezler. Göç etmek, kalmaktan daha kolay olduğu için göç ederler. Daha kolayı seçen insan, esasen ucuz insandır. Çünkü hem uyanık, hem de ataktır. Biryerleri kollamış, uygun anı ve yeri yakalamış ve hücum etmiştir. Ve esasen zanneder ki hayat hep bu kolaylık çizgisini çekmeye devam edecektir.

Oysa gün gibi bellidir ki, gittiğin yer senin yerin değildir; ne dilini bilirsin, ne kültürünü, ne hayatını, ne adetini; ne yediğini yersin ne içtiğini içersin! E peki niye geldin buraya! Çünkü benim, yediğimi, içtiğim, söylediğim ortak insanlarla anlaşamadım da, ondan!

Ne yaptın peki!

Mücadele etmek ve bu yolda hayatını feda etmek yerine kaçmayı seçmişsen, kimsenin seni bir kahraman diye kabul edip bağrına basmasını beklemeyeceksin!

Biraz utanacaksın!

Eğer kolay hayata kaçmak yerine oturup mücadele etseydin, oraya sadece sen değil, milyonlarca öteki de gelmeyecekti!

Şimdi sana siktir git diyorlarsa, ağlama!

Siktir git geldiğin yere! 

Sevgili Annette, ben Türkiye’ye giderim de, siz nereye gideceksiniz?

Şubat 20th, 2018 | by Sadi Tekelioğlu
Sevgili Annette, ben Türkiye’ye giderim de, siz nereye gideceksiniz?
YAZARLAR
0
Sadi Tekelioğlu
Yıllar önce bir gece, çalıştığım işyerinin yakınında Türklere ait bir büfenin camlarına ırkçı sloganlar yazılmış, büfenin cephesi tahrip edilmişti. Sabah çalıştığımız işyerinin kapısından içeri girince, işe gelirken aynı ırkçı tahribatı gören Danimarkalı iş arkadaşlarımdan biri, “Böyle olayları görünce korkmuyor musun? Bir yabancı olarak bu ülkedeki geleceğinden endişelenmiyor musun, ülkene geri dönmek zorunda kalacağını düşünüyor musun?” diye sormuştu.
Aslında o meslektaşım empati duygusu nedeniyle bu soruyu sormuş, benim için endişelendiğini dile getirmek istemişti. Kendisine teşekkür ettim ve şu cevabı verdim, “Bak Annette, yabancı düşmanları, beni bu ülkeden gitmeye zorlayacak kadar işi azıtırlarsa aslında benim için değil, senin için endişelenmek gerekiyor. Çünkü benim anavatanım var. Buralar artık bana göre değil, çocuklarımın hayatı tehlikede, diye düşünmeye başlarsam alırım ailemi, çocuklarımı, Türkiye’ye giderim. Ama senin gideceğin yer yok. Gün olur da sıra bana gelirse, aklından hiç çıkarma ki, sıra sana da gelecektir.”
Şimdi bu anıyı neden hatırladığıma gelelim:
Danimarka hükümeti, Sosyal Demokrat Parti’nin de destek verdiği yeni yabancılar yasası kuralarını kamuoyuna açıkladı. Yeni kurallara göre “Getto” olarak adlandırılan konut bloklarında oturan kişiler aile birleşimi hakkından yararlanmak için başvuruda bulunamayacaklar. (Bu, Nazi Almanya’sında Yahudilerin pazularına takmak zorunda kaldıkları Sarı Davut yıldızının bugünkü tekabülüdür.)
9 Şubat 2017 günü Danimarka Parlamentosu kimlerin Danimarkalı olarak adlandırılabileceğini karara bağladı. Evet, yanlış okumadınız Danimarka Parlamentosu Genel Kurulu’nda 55 evet, 54 hayır oyuyla, dede ve nineleri Danimarkalı olmayan kişilerin Danimarkalı sayılamayacakları kayıt altına alındı.
Bu ne demektir biliyor musunuz, yakın bir gelecekte bu ülke sınırları içinde genel olarak veya bazı bölgelerde ikamet edebilmek için kan bağı şartı aranacak, belli bölgelerde oturmanız ya da oturmamanız istenecek. (Varşova Yahudi Getto’sunu hatırlayan var mı?) Nazi Almanya’sını hatırlatıyor değil mi?
Daha dün Almanya’da ırkçı AFD partisinden bir siyasetçi Alman halkına çağrıda bulunarak Türk işyerlerinden alışveriş yapmamalarını istedi. (Kristal gece)
Belki politik doğruculuğa karşı gelecek bu yazdıklarım. Belki de beni paranoyak olmakla, abartmakla, korku pompalamakla suçlayacaksınız. Ama Nazi Almanya’sı döneminde bu tür korkuları dile getirmeyip çevresini uyarmayan çok insan vardı.
Ne yapılabilir peki?
Bu da bir sonraki yazımızın konusu olacak.

5 Mayıs 2018 Cumartesi

Muharrem İnce'nin şansı var...

CHP, başkan adayı olarak Muharrem İnce’yi gösterdi.
Doğum tarihi 4 Mayıs 1964.
Baştan beri ilgimi çeken, kimsenin şans vermediği ama Alabama’dan Senator seçilen Demokrat Doug Jones’a baktım: 4 Mayıs 1954.
Muharrem İnce ve Türkiye adına heyecanlandım ama sorun şu ki, Çin astrolojsine göre Doug Jones At ve rte de aynı yıl doğmuş.

17 Nisan 2018 Salı

Pazartesi ve Salı günleri bundan böyle boş...

Enteresan bir şey oldu. Olanı aslında facebook sayfamda dostlarla paylaşmak isterdim ama yanlış anlamalara yol açacağı ve başıma dert alacağım endişesiyle buraya yazmak durumundayım. 

Çalıştığım yere haftada iki kere bedava yiyecekler geliyor, bağış adı altında. Bir kız, bir Ford'a yüklüyor o günün bağışlarını, elindeki adres listesine göre dağıtıyor. Adı Lisa olan bu kızla, daha ilk karşılaştığımız andan itibaren bir elektriklenme oldu. Çok cana yakın, doğal ve kibar, anlayışlı ve çok sempatik, hep ölçülü davranan bir kız. Fizik yapı olarak şişman şekilsiz bir vücudu var, yüzü de öyle resim güzellerine benzemiyor. Fakat çok içten, gözlerinin içi gülen ve en azından benimle etkileşiminde hiç sahtesini görmediğim bir sempatisi var. Benim kırık dökük İngilizcemi hep söylediğim şekilde anlıyor ve gayet kısa ve net, benim anlayacağım şekilde sıcak, saygılı, sempatik karşılıklar veriyordu. Adeta, birbirimizi görüp şenlenmek için haftanın iki gününü, pazartesi ve salıyı bekliyorduk. Gün ne kadar berbat olursa olsun, Lisa ile karşılaşıp bir iki cümle de olsa konuşmak, onu görmek bana iyi geliyordu.

Bu gün yine gözleri parlayarak selamladı beni. Arkadaş, onun manevra yaptığını söyledi, ben de kapıya çıktım, o da gelmiş kapıda durmuşmuş. Rutin mallarımızı seçip yükledikten sonra, bana, bazı gelişmeler olduğunu, benimle konuşmak istediğini söyledi. Ayrılıyor musun yoksa, dedim. Evet, dedi. Yeni bir iş mi buldun, dedim, evet, dedi. Fakat sevinçten uçuyor olmaktan çok, bu allahın belası fırsat da nerden çıktı, der gibi, mahzun ve sevinçsizdi. 

Seçtiklerimizi içeri taşırken, patrona da veda etmek isteyeceğini düşünüyor, ona göre yükleri indirip kaldırıyordum. Bir ara baktım, elinde küçük bir kart, mutfağın kapısının önünde beni bekliyor. Hemen hamle edip karta uzandım. Herhalde o ara bana teşekkür etti, her şey için. Fazla vakit kaybettirdim diye telaşla onu kapıya yönlendirirken, başka biriyle, patronla da vedalaşmak istersin belki, dedim. Yok öyle bir ihtiyacım makamında karşılık verdi. Ve birden gözleri sulandı, yüzü karıştı, ağlamaya başladı. O kadar içten, o kadar çocuk gibi ağlıyordu ve sanki birazdan çok sevdiği evini terk etmek zorundaymış, bunu zorla yaptırıyorlarmış gibi bir his veriyordu.

Artık beni göremeyeceğinin üzüntüsü idi bu. Uzun bir aradan sonra ilk kez bir arkadaşım benden ayrıldığı için üzülüyor, ağlıyordu. Müthiş şaşırdım, beni bu ölçüde sevdiğini hiç düşünmemiştim. Çocukça bir saflıkla birbiriyle oynayan iki temiz insandık benim için, o kadar. Fakat ona göre, bu işten ayrılırken beni de kaybediyordu. Artık böyle haftanın iki günü çok sevgili ikimizi bir araya getiremeyecektik. Durdu durdu, ağladı o beş dakika içinde. Bana kendimi çok değerliymişim gibi hissettirdi. Bana böyle izlenim veren bir insani ilişkimi hatırlamıyorum. 

İki defa kucaklaştık. 

Direksiyona geçip oturdu, el salladım. Hala gözlerinden yaş geliyordu. İçeri girdim. Aklıma İngilizce her güzel şeyin bir sonu vardır sözü geldi, tekrar çıktım, arabanın camını tıklattım ve söyledim. El salladık birbirimize, o giderken ben yeniden içeri girdim. 

Doğruca, bana verdiği kartı okumak üzere odama gittim ve açtım. 

Kartın fotoğrafını aşağıya koydum.

Ben ona tam olarak ne anlam ifade ettim bilemiyorum. Belki bir mentor gibi gördü beni, karşılaştığında iyi iz bırakan, ayrılırken kendini mutlu hissettiğin bir akil adam. Veya artık hemen hemen hiç rastlanmayan türden bir iyi adam. Belki bir baba figürü. Herzamanlık, ölmez bir dost belki.  Bilemiyorum. O, kartta ilham kaynağı olarak tanımlamış -ki facebook paylaşımlarında tam da yapmak istediğim bu, Lisa bunu kapmış, o bakımdan ayrıca sevindim. 

Fakat her şeyin sonunda, kesin olan bir şey var ki, artık pazartesi ve salı günleri Lisa gelip beni genellikle karanlık olan ruhumdan çıkarmayacak. Ve bir süre sonra, ne kadar keep in touch desek de unutup gidecek.





1 Nisan 2018 Pazar

Bir şey akrebi balığa bağladı, Türkiye'nin kadersizliği bu!

2000'li yılların başıydı.
Yakınımda bir akrep vardı ve uzun yıllar sürmüş yalnızlığını bir evlilikle aşmak istiyordu.
Kendinden yaşlıca, nur yüzlü görünen bir koca adayı çıkmış.
Biz de görüştük, yanlış bir şey görmedik ve teşvik ettik.

Bu dönem akrep Türkiye'nin balık rte ile yeni yeni flört dönemiydi.

Birkaç ay sonra öğrendik ki, bizimkinin koca adayı da balık imiş.

Havada o dönem demek ki akrepleri balığa bağlayan bir elektrik var idi.

Bu şahısların arasındaki ilişki bazen çok gergin, gerilimli oluyor; onların ilişkisi bana Türkiye'deki iktidarın sürekliliği bağlamında bir işaret gibi geliyor.

Bu akrep ve balık ikilisi benim gönül ve zihin dünyamdan uzaklaştı. İşin garip yanı şu ki, Türkiye de; artık memleket derdiyle uykusuz kalmıyorum -belki memlekette nihayet uyanmış olan geniş muhalefet atmosferi beni bu tasadan özgürleştirdi!

22 Mart 2018 Perşembe

ABD yönetiminde dejenerasyonu durdurma formülü: 50 Vali

Büroya stajyer olarak musevi bir çocuk geldi, 3-4 ay oluyor. Geldiği andan itibaren bir izzet bir ikbal, o kadar olur. Patronun bir önünde diz çöküp ayağının altını öpmediği kaldı. Bir jimnastik sınıfı örgütlediler; katılanlara "Filancanın jimnastik dersine katılmıştır" şeklinde diploma verdik!
Her neyse.
Çocuk kendi adına fena bir tip değil, olgun, saygılı, ilgili, biraz genç ama aklı başında biri; iş buldukça, iş düştükçe, iş verildikçe, en iyisini yapmaya çalışıyor. Fakat çevresindekiler o kadar yalaka ki, sürekli "ey sahip" şeklinde yaklaşıyorlar -ben hariç tabii.

Dün bir şey olmuş.
Onun çalışmalarını takip eden süpervizörü, her nereden çıkardıysa Adam'ın bizim büroda canının sıkıldığına hükmetmiş ve ona daha eğlenceli bir yer bulma telaşına düşmüş ve gitmiş patronuyla konuşmuş. Patronu, Başkan Yardımcısı!..

Vay, demek Adam'ın canı sıkılıyor ve bizim o şubenin reisi bu meseleye çözüm bulmuyor diye gürlemiş. Yarın bizim ofise, çocuğun ayağına gelecek ve Adam'ın mutluluk durumunu ölçtükten sonra belki patrona fırça geçecek.

Çocuğun cazibesi nereden geliyor bilmiyorum, fakat arkası çok kuvvetli belli ki; neredeyse bütün şirket titriyor onun çalışması bağlamında.

Bu gün benim yanıma geldi, biraz anlattı da oradan haberdar oldum. Benim öyle bir beklentim yok, dedi; süpervizör nereden çıkardı bu tatsızlığı ben de anlamadım, diye biraz ahlandı.

Benim sohbetimden hoşlandığını bir kere daha gördüm; neredeyse 2 saat karşımda oturdu, beni dinledi, zaman zaman fikrini söyledi.

O arada, demokrasiye inanmadığımı, en iyisinin "demokratik oligarşi" olduğunu söyledim.

ABD için de, Trump gibi büyük risklere karşı, 50 Vali formülünü önerdim. 50 valinin bir miktarı, hepsini toplantıya çağırabilir ve bu heyet belli bir çoğunlukla karar verip başkanı görevden alabilir. Böylece başkan denilen şahıs meclis çoğunluğuna dayanarak bütün sistemi dejenere etmeye kalkışamaz.

Bakalım yarın ne olacak...

*-*

"Yarın" pek bir şey olmadı. Başkan Yardımcısı gelmedi. Bizim direktörün mahçup bir eda bu çocuğu görüşmeye çağırdığını gördüm. 

19 Mart 2018 Pazartesi

Bence FETÖ'ye devletin kapılarını ardına kadar açan bir adamdı ölen!

Sabah sabah facebook'ta Hasan Celal Güzel'in öldüğüne dair bir haberle karşılaştım ve anında aklıma FETÖ geldi. Sonraki zamanlarda mesela gördüğüm şeylerden biri "Laiklik elden gidiyormuş, gitsin, cehenneme kadar yolu var" mealindeki ifadesi.
Yıldızı asıl Turgut Özal'la birlikte parlayan bir Atatürk Cumhuriyeti hainiydi Hasan Celal Güzel. 38 yaşında, Türkiye'nin en genç Başbakanlık Müsteşarı olmuş imiş.
Sadece bu bile Hasan Celal Güzel'in bir nakşibendinin ayağını öptüğü ve onun kulu kölesi olduğunu göstermeye yeter; belli ki çocukluğundan badelenmiş bir zat idi bu. Daha o zamandan (bu işler sadece ABD'de veya İngiltere'de olmuyor, gizli iktidarların olduğu her yerde istikbali garantiye alacak yatırımlar yapılır) bendelere istikbal açanlar bu parlak çocuğa da yol verdiler. Muhtemelen hayatı boyunca efendisine köle oldu bu zat; ekmeğini yediği suyunu içtiği cumhuriyet ve Atatürk, yıkılması gereken düşman saflarıydı.
Başbakanlık Müsteşarı olduğu sıralarda, Harp Okullarında dersler verdiği yazılıyor. Sonraki yıllarda Hulusi filan gibi masa paşalarının önünü açan, orduyu Fetullahın çiftliği yapanların önde gidenlerinden biri bu zattır; kimbilir o dönemlerde hangi fetullah kuzusuna ne notlar verdi de yıldızını parlattı ve kendisi gibi, efendilerine köle yaptı.
Bu zatın aslan burcu olduğunu sanıyorum ve şaşıyorum sürekli birilerine köle durmasına, etrafında hep efendiler olmasına!
Günün birinde bütün bunlar bir şekilde derinlemesine araştırılıp yazılacaktır, o zaman göreceğiz bu zatın fetö için nasıl bir nimet olduğunu ve devlet kapılarını fetöcülere nasıl açtığını, tabii o zamana kadar Türkiye cumhuriyeti yıkılıp tarihin çöplüğüne atılmamış ve Anadolu Türklerin elinden çıkmamış olursa.
Bu zatın bir kopyası Efgan Ala'dır.
Bakalım tarih onu karşımıza tekrar ne zaman ve nasıl çıkaracak.

16 Mart 2018 Cuma

Belki de yaşlanmanın bir aşaması bu...

Bu gün, hayatta beni daha ileri çeken, gelecekte daha güzel, daha heyecan verici şeyler olacağına dair herhangi bir motivasyonumun olmadığı gerçeğiyle karşılaştım. Mesela 10 yıl daha yaşasam n'olacak sorusuna yanıt veremedim. Niye 10 yıl daha yaşamalıyım sorusu başka: Bu sorunun yanıtı, başkalarını, eşimi, oğlumu ilgilendiriyor. Onları hiç değilse bir süre daha yalnız bırakmamak "düşünceliliği" önemli. Bu, istersen, onlar için yaşamak şeklinde de yorumlanabilir. Ama bu halde bile hayat, bir özne olarak, beni ileri çeken, bana ışıklı gelen, bana yeşil ve sıcak gelen, benim müziğimle tınlayan bir şey olmayacak. Yani mutluluktan çiçek açmayacağım! Bu halde bir insanın, çevresine mutluluk vermesi, en azından çevresinde mutluluğu teşvik edici, arttırıcı olması pek mümkün değil gibi görünüyor.
Bu gerçekliği, yakıtın bittiği realitesini gördükten sonra orada duramadım; dünyada acaba benim konumumda kaç milyon insan vardı... Gerçi babam, "insan karınca kadar bile kalsa, ölmek istemez" derdi hep. Ama onun var oluş koşulları ile ben ve benim kuşağımdaki dünya insanlarının var oluş koşulları çok farklı. Her şeye rağmen yaşamaya çalışmakla, "bu aşk burada biter" deyip gitmek arasında, bir tür bir doygunluk da var: 50 yıldır içtiğin çorbayı değiştirme şansın yoksa, bunu akli olarak görebiliyorsan, neden 25 yıl daha aynı çorbaya kaşık sallayacaksın?..

*-*

Fakat bir gerçeği en açık şekilde buraya yazmak isterim: İçimdeki yaşama heyecanını bu kadar darmadağın eden şey, Recep Tayyip Erdoğan diye bir kişinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin esir alabilmesidir. Ülkenin en az yarısının bu kişiye köpek durmasıdır. Sahip olduğumu düşündüğüm tek şey, Türkiye idi; Türkiye benim her şeyimdi. Bir şey oldu ve Türkiye'yi bu çarıklı kenar mahalle kabadayısına teslim ettiler, o da, benim için değerli, anlamlı ne kadar güzelliği varsa ülkemin ısrarlı bir yıkıcı olarak yerle yeksan ediyor. Varlığımın anlamını hissedemememin arkasında, ülkemin içine düşürüldüğü çaresizlik duygusu var! Çaresizlik, hayatta en fena bir şey! 

12 Mart 2018 Pazartesi

Burç açıklamaları sinir bozucu şeyler

Burçlarla ilgilenmeyeyim diyorum ama sağda solda gözüme ilişen haberlerle, söylediklerini karşılaştırıyorum, şaşırtıcı sonuçlar çıkıyor.

Geçenlerde bir yerde mesela akrep burcu ile bir ayrılış yaşayacağıma dair bir iki şey okumuştum. Çok canımı sıkmıştı, çünkü Türkiye akrep burcu idi ve ben Türkiye'yi düşünmeden nefes alabilen bir insan değilim; 24 saatim Türkiye neredeyse. O kadar ki, son 15 yılda içinden geçtiği süreç, benim burada hayatı burnumdan getiriyor ve orada her şeye rağmen yaşayan ve direnen, çağdaş insanlara gıptayla bakıyorum; hepsi bana birer kahraman gibi görünüyorlar.
En son, önce CHP İstanbul İl Başkanlığı, ardından gelen Genel Başkanlık seçiminden sonra, memleketin düzelebileceğine dair umutlarım iyice köreldi ve baktım ki, memleketi düze çıkarmak asli görevleri olan siyasi insanların, ezberlerini bozmamak için Türkiye'yi harcamayı tercih ettiklerini gördüm. Canım daha da sıkıldı. Benim buradan canımı sıkarak zaten bir şey yapamayacağımı daha fena idrak ettim.
Bu CHP'ye oy vermeyeceğim kesin.
Belki bir umut İYİ parti, bu mevcut iktidar güruhunun etkisiz hale gelmesine yol açabilir, diye dumanlı bir umudum var.

Akreple kopuş veya ters düşüş veya aykırılık artık nasıl söyleyeceksek, olumsuz gidişin ilk göründüğü örnek, birlikte çalıştığımız ve hakikaten çok taktir ettiğim Courtney'in işten ayrılması oldu. Patron sahip çıksın, bu kızı bırakmasın diye ciddi çaba sarfettiysem de, daha yukarıdaki patron, haftanın 2 günü iş gördürüp 5 günlük para vermem deyip çıkmış işin içinden; oysa bu sadece 4 aylık bir süreç idi: Courtney öğrenci idi ve bir yerde 4-5 ay intern olarak çalışması gerekiyordu diploma alabilmek için.
Courtney'i kaybettik; tekrar kazanacağımızı sanmıyorum.

Ondan sonra, bir nevi bir aile ferdi olan baldızla külahları değiştik. Ortak aldığımız evi neredeyse 13 yıldır boşuna tutuyoruz; boşuna tutturuyor. Ne alıyor, ne sattırıyor. En son, ne yaparsanız yapın diye topu bize atmıştı, biz de satmaya karar vermiştik. Bir müşteri 85 bin lira vermiş. Biz tamam dedik, bu, bu sefer de 90'dan aşağı olmaz diye tutturdu. Evi satsak, payımıza düşen parayı dolara çevirecek buraya getirecektik; evin çatısını yeniletecektik, 10 bin dolar istiyordu adam. O gün 1 dolar 3.65 lira idi; şimdi baktım bu gün 3.8277.  Payımıza 38 bin 250 lira düşecekti. 10. 479 dolar yani. Bu gün aynı paraya satılsa, alabileceğimiz dolar 10 bin. Yani 3 ayda 479 dolar kaybetmişiz. Bir de bu evin 13 yıldır boş durduğunu ve satılmadığını düşün.
Her neyse, akrep baldızı da sildim defterden.

Derken, çok sıkı facebook arkadaşlarımdan akrep Sevinç de neredeyse 1 aydır çekildi gitti. Onun kalbini kıracak, üzecek bir şey yapmadım. Hatırladığım tek şey, izlemem için gönderdiği bir film linkini, kredi kartı kullanmadan izleyemeyeceğimi, bunu da yapmak istemediğimi, izlemenin başka bir yolunu bulmaya çalıştığımı söylemiştim. O da canının sıkma, ben sana bir yol bulurum demişti. Orada kalmıştık. Bir daha görüşemedik.

Ve, geçen hafta, akrep yeğenim Okan'ın gidip tek kapılı 10 yaşında bir BMW aldığını öğrendim ve sinirlerim tepeme çıktı. Kendisinden evlenip bir yuva kurması gibi makul ve mantıklı adımlar beklerken, hangi akla hizmet olduğu anlaşılamayan böyle bir aptallıkla karşılaşınca, üzüldüm. Annesi de babası da kredi kartıyla bütçe döndüren insanlar ve çocuklarını mutlu etmek için türlü çeşitli sıkıntılara göğüs geren insanlar; senin neyine tek kapılı spor araba.
Kendisiyle görüşmüyorum.

Fakat bu burçlar meselesine dair yazacağım şeyin asıl malzemesi bu akrep hususu değildi. Jüpiter retro mu yapıyormuş ne, hayatta her şey gecikecekmiş diye birşeyler ilgimi çekti.
Arda'nın 2 haftadır yüzme ve müzik derslerine gidemediği aklıma geldi; gelecek hafta yine gidemeyecek, çünkü bir gösteriye katılması gerekiyor.

Bir iki şey daha vardı ama unutmuşum.

Gözleri hep parlayan bir ışıltılı adam öldü

İki gün önce, Cumhuriyet Gazetesi'nden tanıdığım Hasan Uysal'ın öldüğü haberini okudum facebook'ta. Anlaşılmadık şekilde, hayli üzüldüğümü fark ettim. Kendisiyle bir iki yerde ayaküstü karşılaşma ve merhabadan başka bir alışverişim olmamıştı. Fakat bende kendisinin değerli, güleç yüzlü, gözleri parlayan, zeki ve renkli bir insan olduğu izlenimi kalmış. Kendi kendine, özgüven yüklü, sıkı bir karakter idi, diye düşünüyorum. Asıl şu zamanlarda gazetecilik yapması gereken, cesur, dürüst, namuslu bir aydın idi.
86 yaşında alzheimerli annesi ile birlikte yaşadığı Ayvalık'ta gece kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. 64 yaşındaymış.
Ötekileri bilemiyorum ama sadece facebook'ta ölüm haberi o kadar çok paylaşıldı ki, içten içe böyle ölüm de var diye geçirdim içimden...
İz bırakarak gitti.
Bildiğim kadarıyla Aslan burcuydu. Onun ölüm haberine bu kadar takılmamın bir gerekçesi de belki, hemen aklıma İrfan'ı getirmiş olmasıdır. İrfan da aslan. Hayli bir zamandır da sağlıklı bir tablo sergilemiyor. 

*-*

Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde ikamet eden Gazeteci-Yazar Hasan Fevzi Uysal evinde ölü bulundu.
MEDYA AYVALIK – HABER MERKEZİ
SUAT SALGIN
Edinilen bilgiye göre; Ayvalık’ın Sahil Kent Mahallesi’nde Alzheimer hastası olan annesi Sevim Uysal ile birlikte ikamet eden 64 yaşındaki Hasan Fevzi Uysal’ın cansız bedeni sabah saatlerinde evin banyo kapısı girişinde yerde yatar halde bulundu.
Polis’in ve Adli Tıp Doktoru’nun yaptığı ilk incelemelerde Uysal’ın hayatını gece yarısı saat 01.00 sıralarında kaybetmiş olduğu öğrenildi.
Yapılan incelemelerde Uysal’ın ölümünün şüpheli bir ölüm olmadığı belirlendi.
Hasan Fevzi Uysal kimdir?
1954 yılında  Kütahya’da doğan Hasan Fevzi Uysal,ilkokulun ilk üç sınıfını Konya Ereğli’de okuyup geri kalan öğretim hayatını Kütahya’da tamamladı. Bu dönemde genç milli futbol takımına çağırıldı. 72-73 döneminde ODTÜ’yü Türkiye 3. sü olarak kazanarak Ankara’ya adım attı. Okulunu bırakıp yeni açılan Spor Akademisi’ne geçti ve 78’de mezun olan 56 kişi arasına girdi. Bu süreçte otuz beş bin üyeli Amatör Sporcular Derneği Başkanlığı yaptı ve profesyonel sporcuların sendikalaşması için çalıştı.
1 Mayıs 79 tarihinde Politika Gazetesi’nde gazeteciliğe başladı. Gazete kapatılınca THA’a geçti. Kısa dönem askerlik yapmak için THA’dan ayrıldı. Asker dönüşü Cumhuriyet Gazetesi’nde dokuz yıl çalıştı. Bu süreçte on biri yılın gazetecisi olmak üzere kırkın üzerinde ödül aldı. 1987’de yılın en çok satan kitabı olan “Gizli Örgüt Nasıl Kurulur?”  yayınlandı. Üçü yılın en çok satan kitabı olmak üzere toplam on beş kitabı yayınlandı. Son yirmi yıldır çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yayınlanan dört binin üzerinde makalesi bulunan Hasan Fevzi Uysal, çevresinde sevilen bir kişilik olarak tanınıyordu.

9 Mart 2018 Cuma

Spagettiyi öyle yemeyi bilmiyorsan bıçak kullanırsın!

Zavallı patron bu gün bana içinde ne zamandır taşıdığı kompleksini kusma fırsatı buldu. Esasında bu fırsatı ben verdim.
Masamda tetris oynuyordum, arkadaşlardan biri, öğlen yemeği hazırlığı yapan patronun halen bilgisayarda birşeylerle meşgul olduğunu, bu yüzden benim spagetti ile ilgilenmemi istediğini söyledi.
100 bini devirmeyi denediğim bir anda beni dağıttığı için burnumdan soluyarak tetrisi beklemeye aldım ve kalktım sandalyemden.
Baktım su daha kaynamamış; altını açtım. Fakat bizim ocak elektrikli, kolay kolay su kaynatmıyor. Çok geçmeden canım sıkıldı ve patrona malzeme olacak hatayı yaptım: Spagettiyi ortadan kırarak attım suya.
Bir süre sonra onun işi bitti, geldi mutfağa. Beni bir sürü yönden eleştirdikten sonra sıra, spagettiye bakarak, bunları niye kırdın, dedi. Kırılacak olsa bunu bu pakete değil daha küçük pakete koyarlar değil mi, dedi.
O arada, o iş için aramızda aracılık eden arkadaş, bizim orada var o küçük paketten dedi, ben güldüm. O spagetti değildir diye sıyrıldı bizimki. Bana dönüp, spagetti neden uzundur, çünkü böyle çatalına sararsın ve öyle yersin, dedi. Evine hasbelkader bir İtalyan gelir de böyle bir spagetti ile karşılaşırsa, senin İtalyan mutfağı hakkında hiçbir şey bilmediğine hükmeder, bu böyle yenir.. böyle yiyemeyeceksen, gözümün içine bakıyordu, bıçakla kesersin, öyle yersin filan diye mal bulmuş mağribi gibi uzattıkça uzattı.
Böyle lafı ağdalandırırken aklıma gelmediği için şimdi biraz canım sıkılmıyor değil; diyebilirdim ki, ya, biz de lüks sınıf restoran hizmeti veriyoruz, çatal bir yanda kaşık bir yanda, bıçak bir yanda...
Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim: Kendisini yemekte bir kere olsun bıçak kullanırken görmedim, oysa ben ne yersem yiyeyim çatalım ve bıçağım masadadır ve kullanırım. Bu alışkanlığım sadece onu değil, Amerika filan diyoruz ama milletin böyle bir yönelimi yok, büro arkadaşlarımın hepsini rahatsız ediyor; kimsenin çatalın yoldaşı bıçakla arası yok.
Böyle işte: Zavallı patron bana haddimi bildirdi.

3 Mart 2018 Cumartesi

Paul'ün neden huzursuz olduğu anlaşıldı: Öteki yanındaki komşu Lilly Grace'in annesi onu hiç iplememiş...

Malzeme yetmediği için, küçük kaldırımı tamamen bitiremedim ama, diyelim, 10'da 9'unu kapladım; hiç fena da olmadı.
Dün cuma idi ve komşu Paul'le bir şekilde karşılaşacağımı umarak güne başlamıştım; bütün gün gerilim sürdü zihnimde, stres fena bir şey. Biliyordum bir şekilde bu sürecin tamamlanacağını ama belli bir sonuca varıncaya kadar stres insanı yemeğe devam ediyor.
Dün çok kuvvetli bir fırtına ve ağır yağmur yağışı vardı. Sabah işe giderken hani iliklerime kadar ıslandım denen şey gibi oldu; üstümde gerçi naylondan bir şey vardı, bebek tulumu gibi bir şey; ama kısa olduğu için sırtımdan doğru akıp gelen damlalar yüzünden bacaklarımın arkası tamamen su oldu. Büroya döndüğümde çıkardım, o salak kızın odasında özel malı gibi tuttuğu ısıtıcıyı istedim, onun üzerine serdim, çoraplarımı da çıkardım, kuruttum; o arada, çekmecemde geçen yazdan kalma kısa pantolonu giydim, öyle çalıştım.
Neyse sonuç olarak akşam eve geldiğimde, fizik olarak çalışma olanağım yoktu, bu fırtına ve yağmurda kimse çalışmazdı. Netekim akşam yemeği yerken elektrikler de kesildi. Bütün geceyi buz gibi evin bir odasında yatakta geçirdik.
Bu sabah, elektrik belki gelmiştir ümidiyle uyanmaya çalıştıysak da, gelmemiş olduğunu gördük, çok sarsılmadan üzüldük. Bir süre sonra, kahvaltıdan sonra sinemaya gidelim, bu soğukta evde beklemekten daha cazip dedi my better half; sinemaya gittik. Orada haftalık manav alışverişine gittik, eve dönerken elektriğin hala gelmemiş olduğuna dair internet bilgimiz vardı ve canımız sıkılıyordu. Fakat eve yaklaştıkça, trafik ışıklarından, bazı evlerde lambaların yandığını görmekten filan cesaret alarak ümitlendik. Eve girdiğimizde, Arda ve annesi elektriğin gelmiş olduğunu coşkuyla fark ettiler ve elektrik geldi dansı etmeğe başladılar. Beni de davet ettilerse de pek yanaşmadım, işim vardı.
Ve hemen bahçe yolunu düzenleme işine sıvandım. Paul evde yoktu, arabası park halinde değildi. Ben onu rahatsız eden köşeden çalışmaya başlamıştım, beş dakika geçti geçmedi, geldi. Ben işime devam ediyordum, merhabalaştık. Bana doğru geldi. Çömeldiğim yerden ayağa kalktım. Daha önce zihnen hazırlandığım şekilde, onu rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştığımı, belki keskin kenarlı birkaç taştan huzursuz olduğunu düşündüğümü ve onları alıp yerine başkalarını koyduğumu söyledim. O yine başladığım noktanın aslında onun mu bizim mi olduğunun her zaman çok kolay anlaşılmadığını, o yüzden bu tür işlerin, sınır diye belirlenmiş görünen yerden 12 inç içerden başlatıldığını filan söyledi. Ayağıyla, belediyenin asfalttan yaptığı kaldırım gibi şeyin nasıl bir açıyla sıfırlandığını filan işaret ediyordu. Dedim burası çizginin de gösterdiği gibi bizim evimizin toprağı. Maksadım bir tür huzursuzluk çıkarıp kimseyi rahatsız etmek filan değil, sonuçta güzel bir görüntü ve işlevsel bir yol yapmaya çalışıyorum, dedim. Gözlerinin içine bakarak konuşuyordum, o da benim gözlerimin içine bakıyor ve sanki ona hesap veriyormuşum hissiyle dinliyor görünüyordu. Bir ara, yani sen tam buradan arabanla geçemezsin zaten, niye rahatsız olacaksın ki, dedim. Sonuç olarak ben istediğim şekilde işi bitireceğimi ona göstermiş oldum. Tam açık bir dille tatmin olduğunu ifade etmediyse de, evine doğru gitti. Çok geçmeden, 10 dakika filan sonra yeniden çıktı, bindi arasına yine bir yere gitti, ilgilenmedim. 10 dakika sonra geri geldi. Yine yanıma yaklaştı. Mülklerin sınırları konusunda bir survey yaptığını söyledi, hala da yapıyormuş. Bir iki cümle sonra, onun bütün huzursuzluğunun esası ortaya çıktı: Lilly Grace'in annelerinden biri, onlarla bitişik bahçe duvarını hiç ona danışıp sormadan yıktırmış. Ne yapıyorsunuz, demişse de sonuç alamamış. Benim bu hareketim de ulan bir başka darbe daha mı alacağım tedirginliğine itmiş onu belli ki. Benin kimseyi rahatsız etmek gibi bir kastım olmayacağını, huzurlu bir komşuluk ilişkisinden yana olduğumu söylediğim sırada lafı ağzımdan alarak, tam benim bakış açım da bu, dedi. Sonra laf onun evine / bahçesine bakım projelerine geldi; dinler gibi yaptım, fırtınadan, yıkılan ağaçlardan bahsettik, gitti.
Bu gün sonuç olarak 4 metrelik yürüyüş patikası projeme başlamış ve önemli bir kısmını geride bırakmış bulunuyorum. Yarın belki 1 saatlik bir işim daha var, sonra facebooka koymak üzere fotoğrafını çekeceğim; belki buraya da koyarım.

1 Mart 2018 Perşembe

Bahçeme çek düzen verirken komşumdan izin mi alacağım...

Sabah sabah tam Arda ile çıkmak üzereydik, kapıyı açtım baktım yan komşu Paul tam kapının önünde, arabasının içinde bana birşeyler söylemeye çalışıyor. İndim yanına gittim.
Anladığım kadarıyla, hafta sonunda yapmak üzere yol kenarına koyduğum taş tuğla yığını rahatsız etmiş onu. Taşları yerleştirmeye ilk koyduğum köşeden başlamamamı istedi. Yüzü bembeyazdı ve sanki ilk kez birisinden bir şey istiyormuş gibi, sanki dudakları da titriyordu, sinirliydi belli ki. Bir sürü birşeyler söylediyse de ben bir iki kırıntı anladım. Beni engellemek için ne yapsam ne yapsam diye sanki bütün gece düşünmüş ve nihayet bulmuş sanki; ben oradan taş döşemeye başlarsam arabasının lastiklerine bir şey olurmuş. O kadar ipe sapa gelmez, komik ötesi bir "gerekçe" ki, gülünemez bile. Bir defa taşlar dümdüz, üstünde dikenli tel yok, bu taşlardan korkuyorsan sokağa çıkmaman lazım. İkincisi, o taşı koyduğum yerden senin arabayla geçmen zaten mümkünsüz. Ve son olarak, ben kendi bahçemde çalışıyorum, sana ne!
Ön bahçenin onun yoluna bitişik parçanın yola yakın kenarında kendiliğinden otlar bitiyor ve bütün zamanlarda kötü bir görüntü veriyor. Ne kesebiliyorum, ne koparabiliyorum. Yoldan geçenler de oraya bassınlar mı basmasınlar mı bilemiyorlar. Dedim, ben arka bahçedeki tuğla ve taş parçalarından oraya şöyle artistik bir yürüme yolu yapayım. Ne kadar eski tuğla ve taş varsa oraya taşıdım ve yol olacak yere yaydım. Beyefendi kendi sınırına dayanmış taşa her ne sebeptense takılmış ve bana sinirlenmiş belli ki. Muhtemelen benim yaptığım şeylerden hoşlanmıyor, yine hoşlanmayacağı bir şey yapacağımı düşünüyor. Yanı sıra, bu adam birazdan benim arazime de tecavüz edecektir diye de mi bir zehaba kapıldı herhalde. Veya da, "yok öyle kardeş, istediğini yapamazsın benim evimin sınırında" direk bana ders vermek için de itiraz ediyor olabilir.
Hiçbir şekilde benim işime karışma hakkı yok. Çünkü ben hiçbir şekilde "onun olan bir yerle" ilgili değilim. Kendi bahçe sınırlarım içinde, yoldan geçenlere bir hizmet olsun diye kaldırım yapıyorum; bu yoldan bir menfaat de sağlayacak değilim. Maksadım çirkinliği ortadan kaldırıp biraz güzelleştirmeye çalışmak. Kaldı ki beğenmezsem sökmek için adam tutmaya filan da gerek yok, 1 saatlik iş; nihayet birbirinin yanına konmuş taş ve tuğlalardan bahsediyoruz. Kendi bahçemde çalışmak için neden senin fikrini almak ihtiyacım var!
Her neyse, sabahın o dar zamanında yarım yırtık anladığım kadarıyla ok dedim. Sonra bütün gün içime dert oldu. Bütün gün bütün enerjimi bu münasebetsiz davranışı anlamaya ve nasıl def edeceğime harcadım. Resmen kendimle uğraştım; işte ilk kez, birine karşı savunulacak bir varlığın var ve bakalım ne yapacaksın, pozisyonu. Şu şöyle yapmıyor bu böyle yapmıyor diye çok rahat eleştirdiğim pozisyonlar geldi geçti zihnimden. Bakalım ben nasıl yapacaktım. İlk fırsatta, belki yarın sabah kendisini karşıma alıp, defalarca kendi kendime prova ettiğim şekilde soracağım.
Tabii beni asıl gerdiren husus, dil. Onun ne söylediğini yine tam olarak anlamayacağım. Onun için kendisine benim duruşumu açıklamak esas. Burada seni rahatsız eden ne, diye soracağım. Senin toprağına girmiş miyim? Hayır. Tehlikeli bir iş mi yapıyorum, tehlikeli bir malzeme mi kullanıyorum, hayır. O halde yanlış olan ne, neye itiraz ediyorsun? Nihayet kendi evimin ön bahçesinde çalışıyorum.
Çok keyif alarak düşünüp tasarladığım ve heyecanlandığım bu hafta sonu projesini her şıkta yapacağım tabii ama onun istediği, istediği değil de adeta "dayattığı" şekilde, sınırdan 12 inch içerden başlamam gerektiği gibi bir sınırlama asabımı bozuyor; keyfimi kaçırdı.
Mahkemelik olmak ihtimali geçti zihnimden. Belediyeye gidip sormak ihtimali var. Fakat belediye de şak diye tamam yap veya yapamazsın diyebilecek durumda değildir ki, rica edeceksin, bir uzman görevlendirecek, onun uygun vaktini kollayacağız vs vs. Belki de diyecek ki bu bizim işimiz değil, mahkemeye verin birbirinizi, mahkeme karar versin vs.
Böyle şeyler düşünürken bu samimiyetsiz çocuğun, daha taşındığı ilk günlerde sergilediği bir sersemlik anını hatırladım. Taşındığının ikinci haftası mı neydi, sanki ben yapmışım da adeta itham eder gibi, eve birileri girmiş, duvarda delik açmışlar filan diye birşeyler söyledi. Ben de şaşırdım, allah alah dedim, görmek ister misin, dedi yüzüme dik dik bakarak, sanki beni olay mahalline götürüyormuş gibi, arkadaki küçük kapıdan girdik, baktım duvarda yere yakın, birilerinin profesyonel olarak tasarlayıp pencere gibi boş bıraktığı bir delik var, 15 santime 25 santim gibi bir şey. Sonradan bizim evde de gördüm aynı türden bir deliği; sanki bacadaki dumanın çıkışını kolaylaştıracak bir sistemin unsurlarından biri. Sonradan kendi de meseleyi sordu soruşturdu ve anladı herhalde. Yani çok rahat kafalı biri değil, biraz pimpirikli bir tip.
Hiç ummadığım bir tepki! Ben kendi bahçemde bir kaldırım düzenlemesi yapıyorum, sana ne oluyor! Neden rahatsız oluyorsun! Senin sınırın asfaltla belirlenmiş, benim taşım da sadece sırtını asfalta verecek. Ne oradan araba geçer, ne geçirsen bile lastiğine bir şey olur!
Tabiatımda tatsızlık çıkarmak yok. Ama neredeyse bütün hayatın teslimiyetle geçti, hemen her türlü belayı evet diyerek savuşturdum. Ama burası Amerika, başka bir dünya ve artık arkamda 56 yıl var. Neyin doğru, haklı, anlaşılabilir olduğuna dair bir fikrim var. Birinin keyfi öyle istiyor diye neden öyle yapayım! 12 inch içerden başlayabilirmişim, çünkü komşu sınırından 12 inch içerden olması gerekiyormuş. Ben böyle bir şey bilmiyorum, aslı var mı yok mu birazdan Google'da birşeyler bulmaya çalışacağım. Öyle olsa bile, sen benim bahçe sınırıma kadar asfalt döktürmüşsün, neden 12 inch içerden sınır belirlemedin!
Yarın sabah çıkarken konuşup karara bağlayacağım diye bir planım var, bakalım n'olacak...
Bütün gün, burada yalnız olduğumuz hissi döndü dolaştı kafamda. Arkamızı dayayabileceğimiz birileri olsaydı ne kadar güçlü hissederdim kendimi, ama yok işte, sen kendin mücadele edeceksin.
Sonra, neredeyse 10 yıldır her ay 17 dolar ödediğimiz hukuk bürosu geçti zihnimden. Mahkemelik filan olursak, veya mahkemeden önce açıp onlara bir fikir sorsak filan gibi...
Sonra biz konuşurken yoldan geçen komşular işe müdahil olur da, "adamın hakkı, niye senin söylediğin gibi yapmak zorunda olsun ki" derler ve bana güç verirler gibi şeylerden güç devşirmeye çalıştım. Belki Jason köpeğini gezdirmeye çıkmış olur veya Becky merak edip gelir...
Hatta belki başına kötü bir şey gelir de durum tamamen değişir gibi çocukça şeyler de geçti zihnimden.
"Belki evi satıp gitmek zorunda bile kalabiliriz"e kadar geldim. Hadi kardeşim anca gidersin deyip işin içinden sıyrılmaya çalışmak yerine, allah kahretsin yine yenileceğim hissine az kalsın teslim olacaktım.
Düşman her yerde idi; düşmanı araman gerekmiyordu. İşte buraya taşınalı beri geçen 5 yıl boyunca yaşayageldiğimiz huzurlu günlerin de sonuna gelmiş bulunuyorduk.
Adam acaba benim tutumum karşısında bir kötüük yapmaya kalkışır mıydı... Beni dövmek gibi mesela; benden iri ve güçlü kuvvetli biri. Mesela beni felç ediyormuş. Sonra hapis filan. Ama sonuç olarak burası Amerika, bu işler o kadar kolay değil diye kendime teselli vermeye çalıştım.
Böyle aşağı koy yukarı kaldır derken gidip google baktım, bir ara "ev satılığa çıkarılmış" diye bir rivayet çıkmıştı. Ev satış aracıları, 53 Ryder'ın Forclosure'da olduğunu gösteriyor, mortgage'ı veren banka tarafından satışa çıkarılmış filan gibi bir şey. Bu rivayet çıkalı bir yıldan fazla oluyor ama sayfada hala öyle görünüyor.
Arda'yı arkadaşlarıyla oynarken izlediğimde, oynamayı bilmediğini görüp üzülüyorum, bir iki kere dolambaçlı bir şekilde ima da ettim, başkaları oynuyor, sen onları eğlendiriyorsun gibi birşeyler söyledim. Artık beni gördüğünde, arkadaşlarıyla oynadığı oyunu bırakıp yanıma geliyor ve gidiyoruz, kendini arkadaşlarıyla oynarken göstermiyor bana.
Benim durumum da hemen hemen aynı: Ben de mücadele etmeyi bilmiyorum.
Bu olaya, belanın üzerine git, öğüdü doğrultusunda yaklaşacağım. Tamamen haklı olduğum bir pozisyonda, başkasını mutlu etmek gibi bir seçimim söz konusu olamaz; kaldı ki, benim yapacağım işin kimseyi mutsuz etmesi de düşünülemez.

28 Şubat 2018 Çarşamba

Ayağa düşmek bütün iyilerin kaçınılmazı oldu

Sevgili bok

Sevgili mikrop

Sevgili sırtlan


Sevgili
 kerh

Sevgili
 duvar

Sevgili
 lağım

Sevgili
 kuduz

Sevgili
 tiksinti


Sevgili
 yüzsüz 


Sevgili
 h
ırsız


Sevgili ahlaksız

Sevgili
 katil

Sevgili
 cani

Sevgili
 bela

Sevgili sıfatını acaba hiç kirlenmemiş gibi alıp kullanabilecek miyim ölmeden bir daha, çok şüpheli...

21 Şubat 2018 Çarşamba

O kötü etrafı katmerli kötü

Magnificent Seven'den sonra Tarantino'nun Django filmi üzerinden bir gerçekliği daha idrak ettim. 
Aslında her an her dakika hayatımızın bir parçası olan bu gerçekliği, hani biraz yabancılaşarak, algılamak çok etki ediyor insana.
Şöyle bir şey:
Kötü olmak olağan bir şey. Doğrduğunda kötü değilsin, tamam ama öyle şartlar altında şekillenip gelişmişsin ki, ağırlığın kötüden tarafta teşekkül etmiş. 
Bu, hayatta kötüyü oynayacaksın demek. 
Ama kötü, iki ayağı üzerinde hiç de etkili olabilecek bir şey değil. Herhangi bir iki ayaklı bu kötünün hakkından gelip soluğunu kesebilir. 
Fakat hayatta öyle öteki figürler var ki, bunların adını belki zayıf diye koymalıyız, veya belki uyanık veya hain, o kötüye yamanıyor ve onu varlığıyla besliyor.

Bu iki film özelinde konuşacak olursak, Magnificent Seven'deki Bartholomew Bogue, sadece bir hırslı ve uyanık adam; parası var ve her an kardeşini, arkadaşını, komşusunu, tanıdığı veya tanımadığı insanları insanları katletmeye hazır köpek sürüsü gibi adamı "istihdam ediyor". Bu insan türü, bu katil balinaya yapışacağına, kendi adına var olmayı seçse, hayatta berbat şeylerin gelişimine belki de hiç katkısı olmayacak, tersine belki iyiye evrilecek. Fakat boşluktaki bu adamlar, bu karakter, yapışacağı ve yalayacağı, karnını doyuracağı, köpek duracağı bir kapı arıyor ve bulduğu zaman, gözlerini, kulaklarını bağlıyor.

Ne dediğimi anlamayanlar, mümkünse bu iki filmi birlikte izlesin, değilse, bir teki de yeter.

Türkiye'nin bugününün meselesi de budur: Kötü adam bir tanedir ve esasen tek başına yapabileceği hiçbir şey yoktur. Fakat o kadar çok, kötüdeki enerjiye yapışmaya hazır hain, sırtlan, asalak, beyinsiz, adını nasıl koyarsan koy, var ki, bunların teşvikiyle kötü, kendi kabiliyetinin sınırlarıyla yetinemiyor ve daha yaratıcı, daha yırtıcı, daha yıkıcı olmanın yollarını arıyor.

rte ve kk'ye bu vizyonla bak.

Bu ikisini de var eden, yanları sıra taşıdıkları kudurmuş sürüdür! Bu gün Türkiye her gün biraz daha çağ dışına savrulup biraz daha yıkıma gidiyorsa, bunu yapabilen o tek kişi değildir: Etrafındaki ihanet çemberi her dakika aktif haldedir!

Hayır!

O iyi, etrafı kötü değil!

O kötü, etrafı katmerli kötü!

Hayatı herkese zahir eden o tek kişi değildir; sürekli onu alkışlayan mahlukattır.

19 Şubat 2018 Pazartesi

Fili tutan bir kazık veya CHP lideri kk

Yenilmeye alışmış olmak diye bir gerçeklik var.
Facebook’ta sık sık karşılaştığımız, dağları devirecek bir manda öküzünün çaresizce 4 yaşında bir çocuğun peşisıra gitmesi veya bir filin iple kazığa bağlanmayı kabul edip beklemesi gibi bir şey; güdüsel bir şey.
Akranlarının yıllardır Dünya Satranç Şampiyonluğu’nu koruyan Magnus Carlsen’i bir türlü yenememeleri de böyle bir şey; rakiplerinin beyinleri onu yenemeyeceklerini öğrendi ve ikna oldu. Onunla maça yenmek üzere çıkmıyorlar, yenilmezlerse iyi...

Arda durup dururken Magnificent Seven filmini bulup açınca bir kez daha sanki ilk seyredişimmiş gibi soluğumu tutarak izlerken Kemal Kılıçdaroğlu geldi aklıma; zavallı köylüleri, haydutun her gelişinde perişan ettiği insanlar kurtaramazdı. Tıpkı evin danası öküz olmaz hikmetli sözündeki gibi, kasabaya dışardan gelen ve defalarca yenilme gerçeğine duçar olmamış bir figür kurtarıcı oluyor.

Kemal Kılıçdaroğlu gibi yenilmeyi üstünde yakıştırmış bir palto hissiyle taşıyan bir adam Türkiye’nin kurtarıcısı olamaz, en önce kendi beyni buna engel!.. İstediği kadar diri resim versin, tıpkı Carlsen’in rakipleri gibi, o da donuyor!
O yüzden, CHP’yi Türkiye’yi içine düştüğü çaresizlikten çekip çıkarak bir örgüt haline getirecek olan lider, ahırın danalarından biri olmayacak.
Veya şöyle diyelim: Türkiye’yi başına musallat olmuş mütegallibe karşısında içine düştüğü çaresizlikten çekip kurtaracak olan, bildiğiniz damın bilriğiniz danalarından biri olmayacak.
Magnus Carlsen’in elinden şampiyonluğu alacak olan da, yenilgiye alışmamış bir diri beyin olacaktır!
O henüz bilinmedik bir yerde!