Sabah Mary ile Frank’in olmayacaklarını biliyordum, geçen haftadan söylemişlerdi. Pazartesi’nin yemek günü olduğu da malum. Zayıf da olsa, yeni büyükanne olmuş M.S.’nın Ohio’dan dönmüş olması olasılığı vardı. Patronun durumu malum, hiçbir zaman 12’den önce gelmediği için, öyle birinin varlığından haberdar olsan bile, günün sabah kısmında bir anlam ifade etmiyordu.
Erzak arabası gelecek pazartesi erkenden diye Mary de Frank de uyarmışlardı beni. Bunun için değil de, arabanın getirecekleri arasında mutlaka buzluğa ve buzdolabına konulması gerekenler var, aman ihmal etme, şeklinde. Kazasız belasız kapıya vardığımda, Vito’nun beni beklediğini gördüm –mutlaka biri gelecek ve kapıyı açacaktı, o bendim! Bu adamla, soğuk nevale denir ya, hiç kanımız tutmadı; o beni sevmez ben de onu. Öteki gönüllü Anthony’nin tersine, bana bir kap yemek getirmek, apaçık hissediyorsun ki, adamın gözünde büyüyor. Zaten kendisine kalsa böyle bir şey yapmaz, Anthony yolluyor yemeği ki zaman zaman çok önemli ve saygın bir iş yapıyormuş duygusu vererek kendisi getirir ve beni mahçup eder. Kaç kere ne diyeceğimi şaşırdım, yaşlı başlı bir adamın bana hizmet ediyor oluşu pek kolay tolere edebileceğim bir şey değil, her seferinde, olur mu canım dedi büyük bir olgunluk, hayatın getirip götürdüklerini sindirmişlikle , biz de burada görev yapıyoruz senin gibi, bizim görevimiz de bu, dedi. Fakat Vito’da bu yok, bana yemek getirmek, onun için adeta zül. Aralarında şöyle bir fark daha var: Yemekten sonra Anthony, kahvemi de getirir, yanı sıra artık ne servis ettilerse o gün. Utanarak hatırladığım bir şeyi de buraya ekleyeyim: Birkaç gün önce, Mary ve Frank yıllık izindelerdi, bu Vito yine sabah nöbetçisi şeklinde yalnız idi. Kahve yapmak üzere makinaya suyu koymuş, kahveyi de koymuş ve fakat üzerinden o kadar zaman geçtiği halde kahve yok; bir kısım kaynar su kahvenin üzerinden aşağıya damlamış fakat gerisi gelmemiş; 12 bardaklık demlikte 3-4 bardak kahve var ve makinanın yüzü taşmış dökülmüş bir manzara arz ediyor. Allah Allah, bu ne merakıyla açıp bakınca ne göreyim, kahveyi yuvaya filtre koymadan boca etmemiş mi! O da oraya buraya sıçrarken gitmiş sıcak su kanalına da oturmuş ve yolu tıkamış, su ge le mi yor... Yani bu kadarını bile bilemeyecek bir adam olduğunu düşünmezdim Vito’nun; çünkü hain tabiatlı insanlar kolay kolay aptal kategorisine girmez; onlar hain / katı kalpli insan kategorisindedirler.
Her neyse, kolay gelsin, dedim kendime, hazırla kendini, gün pek kolay geçmeyecek aslanım... Yalandan bir iki hoşbeşten sonra herkes yerine çekildi. Çok geçmeden odanın gediklilerinden Angela geldi. Fakat normalde 9’dan önce kapıda olan kamyon saat 10’u geçtiği halde ortalıkta yoktu –Bu gecikmenin bedelini, on kiloluk iki dondurma paketini erimiş vaziyette teslim alarak ödedik, mi diyeyim... Nihayet geldi ve gördük ki, her zamanki şoför değil bu gelen. Belli ki aramış bulamamış dükkanı, üstünde oturduğu da üç tekerli kaptıkaçtı değil ki, koca kamyon!
Beklediğimin aksine Vito işi oraya buraya çekiştirmedi, ortak çalışabildik; hatta inisiyatif gereken yerlerde geri durdu, benim önayak olmamı bekledi. Burası biraz normal, çünkü o gönüllü, ben kadroluyum.
Çok geçmeden, dondurma kutularındaki sorun hariç –şoför, temmuz ayında dondurma taşımanın her zaman sorun olduğundan bahsetti, 15-20 gün önce gelen kamyonda böyle bir sorun çıkmamıştı halbuki- bütün malı yerine yerleştirdik; hatta, üstün bir başarıyla diyebilirim, çünkü buzluk ve buzdolabındaki boşluklar çok kısıtlıydı ve ben onları “yeterli” hale getirdim; Vito’nun ve bizi köşedeki masasından dikketle izleyen kirli Mary’nin hayretli bakışları arasında.
Fakat hâlâ sadede gelebilmiş değilim...
Vito’nun beklenmedik şekilde orada olması, bugünkü öğlen yemeği işini onun kotaracağı anlamına geliyordu. Nitekim yanında bir torba ekmek vardı sabah ilk karşılaştığımızda. Bana bir şey söylemediği için, ne yapacağını biliyor diye vehmettim –aslında hiçbir şey vehmetmedim, hiç kafa yormadım bu işe. Çünkü hem benim işim değildi, hem de onun işiydi, o halde benim kafa yormam için bir neden de yoktu.
Saat 11’e doğru gelirken, patronu sordu, geliyor muydu, ne zaman burada olurdu, öğlen için bir önerisi var mıydı vs...
Patronu bir saat kadar önce cep telefonundan Angela’nın diş randevusu için aramış ama cevap alamamıştım; herhalde yolda diye düşünmüştüm; geliyor olmalıydı...
Bir saattir gelemediğine göre, yola çıkmamıştı bile...
Bu kez ev numarasından aradım ve.. işte, kadın bu saatte hâlâ evindeydi. Pazartesi, yemek günü, büroda bu işi yapacak işbilir bir kişi yok ve her şeyin bir numaralı sorumlusu görünen kişi hâlâ evinde duşunu alıyor ve artık her ne bok yiyorduysa... May gaş may gaş diye şaşkınlıkla gerçeği idrak etti, evet, Mary yoktu ve artık birinin büroda olması gerekiyordu.
Vito’yla konuştular. Herhalde, kaç kişi var filan diye sordu, sadece üç kişi olduğunu öğrenince de, Mary’nin herkesi Pazartesi yemek olmadığına dair bilgilendirdiğini düşündü. Bu konuşmadan sonra Vito, sabah gelişinde, Mary’nin yumurtalı sandviç yap önerisi doğrultusunda, yumurta haşlamak üzere ocağa koyduğu su kazanının altını söndürmüş; bunu sonradan öğrendim...
Bu arada müdavimlerden birkaç kişi daha geldi. Aaa hayret, patron da geldi. Ve fakat aaa yine gidiyor, Angela’yı dişçiye götürüyor, saat 1’de randevuları varmış. Angela’nın İngilizcesi yok, diye bir gerekçe var ortada ama oradaki herkesle İngilizce iletişim kuruyor, İtalyanca değil; her seferinde bizim patronun refakatinde gidiyorlar oraya buraya.
Çıkarken dedi ki, durumu buradakilere izah edin ve bugün öğlen yemeğinin iptal edildiğini söyleyin.
Ne kadar kolay... Olur’dan başka yanıt yok.
Sanki onların ayrılışını bekliyorlarmış gibi, ötekiler sökün etmesin mi... Biraz abartarak, sanki St. Valentine Day partisi var, diyeceğim... Kendini içeri atan derin bir oh çekiyor, yüzünün terini silerken havanın ne kadar sıcak olduğundan yakınıyordu.
80 yaşındaki teyze veya 73 yaşındaki teyze ve 83 yaşındaki Ida bugün yemek yok, bu sıcakta niye çıktın geldin diye soramıyorsun tabii. Objektif olarak bakılırsa, tablo giderek May Gaş şeklinde gelişiyordu. Fakat ben istifimi hiç bozmadım; Vito da öyle. Söyledik işte yemek iptal oldu diye.
Herkesin bu gün bu işin böyle olduğunu ve durumu kabul ettiğini sanıyordum ki, tıs tıs konuşmasıyla ötekilerden ayrılan ve bütün bu müdavim kalabalığı arasında buradaki yemeğe hiç ihtiyacı olmayacak kadar ferah fağfur yaşayan A. G. başıma dikildi, “kim”, dedi “yeni başkan, John muydu, ara, şikayet edeceğim bu odanın yöneticilerinin hepsini... Bu ne sorumsuzluktur, bu sıcakta bu kadar insanı yemek var diye buraya getiriyorsunuz, sözüm sana değil, ondan sonra da yemek yok, oturun işte diyorsunuz. Ne diye geliyor zannediyorsunuz bu insanlar buraya...” Patrona, yardımcısına verdi veriştirdi; haftanın beş günü çalışır görünüp dünyanın parasını alıp bir defa bile zamanında işyerinde olmayan bu insanların birileri dikkatini çekmeliydi.
John’dan önce bizim patronu beklesen, bir müdavimin dişçi randevusuna refakat için gitti, birdeydi randevu, birazdan gelir, filan diye geveliyordum ki, herhalde çini mürekkebiyle yaptığı kaşlarını daha da çatarak, “John’la şimdi konuşacağım, hemen”, dedi. Merkez ofisin santralının numarasını çevirip ahizeyi uzattım ve bir sebeple yanından ayrılmak zorunda kaldım, herhalde başka bir telefon çalıyordu.
Bu arada içerde en goygoyculardan Frank’in kardeşi Mary tozu dumana katıyor, madem böyle olacaktı neden daha önceden haber verilmedi tezini ayrıntılı şekilde işliyordu. Derken en sevimsizlerden Kathleen, ki en yeni “üye”lerden biriydi ve çok düzensiz olarak yemeğe geliyordu, partilerde filan, gözü dönmüş vaziyette, “ben şeker hastasıyım, içerde başkaları da var, bize yemek yok diyorsunuz, şimdi şurada ölürsem bunun sorumlusu siz olursunuz, bunun farkında mısınız, nasıl böyle bir sorumluluğun altına girebiliyorsunuz” filan diye veryansın etti. Onu duyan Lena da geldi arkasında durdu. Madem yemek olmayacaktı bugün neden açıp bir telefon etmediniz, bu sıcakta insanlar ne sıkıntılarla yollarda yürüyorlar, hiç değilse evlerinden çıkmazlardı...
Haklısın teyze, şöyle izah edeyim filan derken, Çinikaş Ana’nın telefonu bana uzattığını gördüm. Üstüste ve hiçbir şey bilmeyen bir kadının sorularını defalarca yanıtladıktan sonra, şüpheye düştüm, acaba yanlış bir örgütün numarasını mı çevirmiştim, sen kimsin, dedim özetle, bizim büyük patronun sekreteriymiş, ne bizi doğru dürüst biliyor ne de programlarımızı.. yemeği kim yapıyor diye soruyor. Sana ne!.. Nihayet patronumun adını öğrendi, onu arayacağım şimdi gibilerden bir şey söyledi kapattı.
İçerde gürültü dinmek bilmiyor. Karnı toklardan Concetta ve Gloria, kapıdan girişte öğrendikleri “yemek yok”luğunu, zararı yok, işte buradayız, konuşuruz, sohbet ederiz, vakit geçiririz şeklinde karşılamış ve öyle de sürdürüyorlardı. Aynı masanın sakinlerinden, neredeyse bir ay önce gözlüğünü kaybeden ve bir türlü doktora gidip yenisini almayan ve geçen yıl annesinin ölümünün ardından yaşadığı bir iki aylık bulutlarüstü özgürlük rüzgarından sonra girdiği bunalımdan bir türlü çıkamayan, ve sanırım biraz da erken bunama işaretleri veren Jeanette, patlak patlak gözleriyle etrafta yemekten çok ilginç bir şey arıyor gibiydi.
Californiya’dan transfer kocamış kabak çiçeklerinden Karen ve ekürisi Julie yanlarına aldıkları masa arkadaşları Frankgillerden Mary ve orada bütün ailesini kaybettiği ve yapayalnız kaldığı için buraya transfer olmuş öteki Californiyalı Josephine ile bir yerden yiyecek birşeyler almak üzere kapıdan çıkıyorlardı ki telefon çaldı; patron! “O müzevir -müdavimlerin en çirkini de aslında, onunla yarışabilecek bir tek neredeyse kötürüm Catherine var- hâlâ orada mı” dedi, “evet”, dedim; bir gün, bir öğlen vaktini idare edemedi mi, açlıktan ölüyorlar mı –starving sözcüğünü kullandı- diye kendi kendine mi söyleniyordu, bana mı konuşuyordu pek çıkaramadım, açlıktan ölecek değiller ya..
Ana’yı telefona getirmek üzere gidiyordum ki, bizim yemeğe en çok ihtiyacı olmakla beraber süper sessizlerden Ida ile Anita’nın ayrılmakta olduklarını gördüm, umutlarını yitirmiş olmalılardı...
Ana peşim sıra geldi, başı gayet dik, kendinden gayet emindi; “kızmıştır, kızarsa kızsın, umurum değil” dediğini duydum. Ahizeyi eline alırken bile yüzünü buruşturuyor, patronu aşağılıyordu içten içe. Nitekim patronu bir iyi silkeledi de; bir nevi başkalarının adına konuşuyormuş gibi, tablodaki sorumsuzluk, ilgisizlik ve koordinasyonsuzluk hususlarına dikkat çekti; bu insanlar buraya yemek yemeğe geliyorlar, bunun bu insanların hayatı bakımından ne kadar önemli olduğunu nasıl idrak edemiyorsunuz, yıllardır bu işin, bu insanların içindesiniz, bunu nasıl göremiyorsunuz gibi, sanki akademik bir toplantıda kürsünün arkasındaymış gibi gayet serinkanlı bir tarzda söyledi.
Daha başka şeyler de konuşmuş olsalar gerek. Patron beni istedi, Vito’ya direktifini söyledi: Yumurta haşlasın, ekmeğin arasına koyun sandviç yapın verin. Ta başa döndük. Başüstüne. Vito’ya gidiyordum ki yanında Kathleen’le arkamda dikiliyormuş. Böyle böyle diye anlatıyordum, Kathleen neee sadece yumurta mı, dedi, yüzünü buruşturarak, sanki kötü bir şey söylemişim gibi. Vito da onun izinden yürüdü; yumurtanın yanına bir sürü şey bulmak ve hepsini bir yerde karıştırmak filan lazımmış vesaire. İşi yokuşa sürüyordu her nedense; bildiği tek şey herhalde yumurta salatasıydı, tavuk, mayonez filan gerekiyordu ve bunu kim ne zaman yapıp karıştıracaktı...
Peki o zaman dedim, tuna (ton) balıklı sandviç yapalım; ve hemen erzak dolabına yürüdüm inisiyatif alarak. Patron, sorun, kaç kişi istiyorsa, demişti. Dönüp halka sordum, herkes, açlıktan gözü dönmüş bir umutla elini kaldırdı.
Çok sürmedi, yarım saat içinde sandviçler yapıldı, yanına elma suyu koyarak dağıttık. En yakın masada denizaslanıgillerden Pauline, yağmur kar çamur demeden bir kez bile yemeği sektirmeyen süperfodul Sebastiana, geldiğini beş metreden gözün kapalı anlayabileceğin pasaklılık abidesi Mary, onun kuyruğu, ezeli şikayetçilerden felaket tellalı Chiky ve şeker hastası cortizon şişkini Kathleen oturuyordu; sadece sonuncusunun gerçekten yemeğe ihtiyacı olabilirdi, ötekilerin verdiği acıkmışlık resmi inandırıcı hiç değildi.
Sonra öteki masaları tamamladım. Herkesin yüzünde, sorunu çözen kişi şeklinde bir algıyla, bana karşı geniş bir sempati ışıltısı vardı; Vito hazırlıyor, ben getiriyorum, dedim, fırsat düştükçe.
Damaklarındaki son his tatlı olsun diye, yeni gelmiş erzakların arasından üç kutu şeftali konservesi aldım, açtık, güzel güzel onu da servis ettik. Herkes bayıla bayıla yedi. Zavallı astımlı Ida ve Anita, keşke erkenden pes etmeseler, hak mücadelesi veren arkadaşlarından kopup gitmeselerdi!..
İçerdekiler sandviçlerini bitirmiş şeftalilerine başlıyorlardı ki, Karen ve avanesi kapıdan girdi. Karınları tok olmalı, teorikman. Fakat her nasıl olduysa hemen öğrendiler, kendilerinin peşinden balıklı sandviç servisi yapıldığını. Saniye sektirmeden bizim tunalı sandviçlerimiz nerde, biz de isteriz, diye tutturmasınlar mı... En çok da kızkurusu Mary, aman Allahım her zaman bir vesile bulur ve bağırışı çağırış ortalığı birbirine katar; kimse bir şey diyemiyor da bu olur olmaz kıyametlere, çünkü Frank’in kızkardeşi, hiç haz etmese de Mary’nin de görümcesi. “Benimkine mayonez koymasın” demez mi... No mayonez, dedim. Bu sefer ötekiler, “nee, no mayonez mi!” diye şaşıp kaldılar, olur şey değildi... Ve fakat oldu.
Hülasa bir fasıl da bu dörtlü için çalıştık.
Herkesi memnun ettik herhalde rahatlığıyla makinamın başına dönüp ne var ne yoku kontrol ettim. Tesadüfen fark ettim ki, normal çıkış saatimden neredeyse yarım mesai günü fazla çalışmıştım. Bunun bana herhangi bir ölçülebilir getirisi yoktu, bedavaydı. Sağa sola cevaplarımı yazdım, yine halkın yanına döndüm. Artık kim veya kimler yaptıysa, bütün tabak bardak artıklarını toplamış –herhalde Vito yaptı- çöpe atmıştı; masaların üstü de temiz görünüyordu.
Tok karnına ilk ayrılanlar Lena ile arkasından yine dimdik ama ekstra hiçbir şey olmamış, fevkalade normal bir gün yaşamış ve tatmin olmuş bir edayla yürüyen Ana oldular. Ana yanımdan geçerken, gözlerime bakarak, “umurum değil” dedi, “kızarsa kızsın. İşini doğru dürüst yapsın o da...”
Geri kalanlar yine kaldıkları yerden sohbetlerini sürdürüyordu. Birazdan, 100 – 150 metre ilerde oturan Concetta’nın ucuz belediye binek arabası gelirdi. O ayrılınca Gloria kalkar. Masada yalnız kalacak olan Jeanette benim camekana yaslanıp günün anlam ve önemine ilişkin değerlendirmelerimi sormaya gelir.
Bugün yaşadığımız bu tabloyu 6 yıllık geçmişimde hiç görmemiştim, duymadım da. Herkesi doyurmuş olmamızın üzerinden çok geçmeden Angela kapıda göründü, arkasından da patron. Aslında biraz sinirim bozulmuş olmalı, çünkü patronun gelişini beklemek istemiyordum, keşke biraz daha sonra, ben çıktıktan sonra gelseydi. İçeri girdikten sonra ilk işi telefonda Ana ile konuştuktan sonra, halinin nasıl değiştiğini öğrenmeye çalışmak oldu. “Omuzları çöktü, yaptığının ne kadar büyük bir yanlış olduğunu idrak etti ama çok geçti artık” dedim, “ayrılırken de ben buraya bir daha hangi yüzle geleceğim diye endişeli görünüyordu” diye ekledim, “çok üzgün görünüyordu...”
Söylediğine göre, patronunun sekreteri aramış, Allah’tan telefonu titreşimdeymiş de, dişçide dizlerinin üzerine koyduğu çantasının titremesi üzerine telefonu duymuş, yoksa duymayabilirmiş ve o zaman kimbilir ne olurmuş. Sanki çok umurummuş gibi kadının John’un sekreterinin neler söylediğini, kendisinin nasıl anlayışla karşıladığını filan anlatıp durdu. Buraya 28 yılını vermiş ve böyle bir olay geçmişte hiç yokmuş.
Bir punduna getirip, “çıkabilir miyim”, dedim. Saatine baktı, hâlâ öğrenemedi benim saat kaçta Arda’yı kreşten aldığımı, “aaa” dedi, “tabii tabii, sen çok geç kaldın...” Ben çıkarken, halen içerde oturanlara açıklama yapıyor gibiydi.
Bilgisayar kontrollü oda serinliğinden fırın sıcağına doğru dışarı çıkarken, baştan beri zihnimi kurcalayan soruyu biraz öne çektim: Bu insanlar –yani kadınlar, çünkü hiç erkek müdavim yok aralarında- evlerinden çıkmadan rujlarını, göz kalemlerini, pudralarını, küpelerini, kolyelerini vs –Ida ve Anita dahil- ihmal etmeyecek kadar dünyaya diri mesaj verebilen ve yalnızlığı neredeyse yüzyıldır sürükleyebilen bu teyzeler, gerçekten burada kendilerine verilecek olan bir balıklı sandviçe gerçekten muhtaç olabilirler miydi...
Ertesi gün, gayet iyi bir damak tadı ile hazırladığı balıklı yumurtalı salatayı sandviç ekmeğinin arasına koyup götürürken, her şeyi yiyip yutmaya alışkın tosun bir sokak köpeği -sol bacağı kesildikten sonra böyle oldu aslında- imajı veren tek bacaklı Frank’e sordum. Hakikaten bu kadar muhtaç mı bu insanlar? “Hayır”, dedi, kendinden çok emin bir ifadeyle, “hepsinin bankada parası vardır ama el sürmezler, hep başkalarının hesabından yemeye çalışırlar, hatta bazılarının H. Street’te bugünün hesabıyla milyon dolarlık evleri vardır. Ayrıca, hepsinin emekli maaşı da vardır. Hiçbir şeye ihtiyaçları yok. Her zaman böyledir, hep gözleri dışardadır.”
Sahipsiz İtalyan göçmenlerinden, bu mahallede doğmuş, içinde bulunduğumuz bu binada okumuş, buralarda bu insanların arasında büyümüş Frank bunu söylüyorsa, 56 yıllık karısı Mary de onu doğruluyorsa, bana inanmaktan başka bir yol kalmıyor.
E, n’olacak yani?
Ne bileyim... ABD deyince bizim aklımıza hemen başkan, cia filan geliyor da... Başka cepheleri de var olayın!..