Gazeteci Hikmet Tuna'nın kaleminden,
Osmanlı'nın son yılları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet
Dönemi ve 1970'lere kadar olan tanıklığı. Orijinallerini kaybettiğim notları ben
derlemiştim.
OSMANLI'NIN SON GÜNLERİNDE BAŞLAYAN
ÇOCUKLUK
Beş altı yaşlarındaydım. Türklüğü
müslümanlık, müslümanlığı da Türklük sanırdım. Minarelerden evimize gelen ezan
sesini, Türklüğün içinden olan bir ses sanırdım. Vaktimizi bu ezan seslerine
göre ayarlardık. Sabah ezanı, sabahın olduğunu, öğle ezanı, kuşluk olduğunu,
ikindi, akşamın yaklaştığını ve akşam ezanı okunmadan evde sofra başında
olmamızı bize, daha doğrusu arkadaşlarımla çayırda, mahalle arasında oynarken
evin yolunu tutmamı bana hatırlatır ve ben de eve koşa koşa gelir, babamdan
önce sofraya oturur, onun gelmesini sofra başında annem ve ağabeylerimle
birlikte beklerdim.
Çok küçük yaşta annemin Vidin'deki Türk
subay ve paşaları ile ilgili eski olmayan anıları dinlerken kulak kesilir,
Osman Paşa'nın Vidin'den ayrılışını, savaş olacak diye ev halkının erzak
hazırlıkları hikayelerini, kurbanların kesilip kavurma yapılışını, çocukluğuma
rağmen heyecanla, ama zevkli bir heyecanla dinler, kendime göre ahkâm ile olup
bitenleri muhakeme etmeğe çalışırdım.
Ailemizin en küçük çocuğu idim. Benden önce
doğan, çok yaşamadan ölen Ahmet ağabeyimle aramızda 20 - 25 yıl vardı. Ölen
Ahmet ağabeyim çok güzel, ela ve iri gözlü insan güzeli bir yavru imiş. Ecel
onu pek erken almış. Yavrusunu delicesine sevmiş olan babamın üzüntüden yüzü
şişmiş. Yıllar geçmiş, üzüntüyü unutturacak bir yeni yavruya kavuşmak için
bütün denemeler boşa çıkınca, anne ve babamın artık çocukları olmayacağına
hükmedildiği ve hiç beklenilmediği anlarda, günün birinde annem hamile kalmış
ve ben öbür kardeşlerim gibi erkek çocuk olarak dünyaya gelince, babam anneme,
"Düriye, Allah'ın hikmeti bu" der, adımı Hikmet koyarlar.
Çok soğuk bir kurban bayramında, galiba beş
yaşında iken babam bana bir mareşal üniforması yaptırdı. Kurbanlar kesilirken
ben kılıcımı sürterek orada dolaşıyor, yere sürttüğüm kılıcımdan, subay
kılıçları gibi şakır şakır ses gelmemesine üzüntüyle bayram bana zehir
oluyordu. Teneke oyuncak kılıç ses vermiyordu.
(Bu bölüme çok yakın geldiği için, buraya
ekliyorum: Önce daktiloyla yazılmış, sonra el yazısıyla devam edilmiş.)
İnsanın yaşantısı arkada kalan ömrü
anlarından ibarettir. Emeklemekten yürümeyi denemeye geçtiğim günlerde
selamlığın ahşap merdivenlerinden yuvarlanıp bahçede çiçeklerin içine sırtüstü
düşmüş, masmavi bir gökyüzü görmüştüm. Gördüğüm ilk gökmavisi renk buydu.
Merdivenlerden yuvarlanmaya başlarken bir de çığlık kopmuştu. Bu da kulağımda
kalan ilk sesti.
Bir kurban bayramında paşa üniformamı giyip
kılıcımı kuşandığım güne kadar annemin kız çocuğu özlemini gidermek için
çocukluk yaşımın birkaç yılını örülen uzun saçlarımla, devrin son moda güvez
renkte kadife fistanlarıyla ailenin kızı rolünde geçirdim.
Paşa üniformasını giydiğim yıl beş
yaşındaydım. Tuna vilayetimiz Bulgaristan olalı yirmibeş yıl olmuştu. Türk -
Rus Harbinin anıları hâlâ taptazeydi. Annem masal diye bu anıları anlatırdı
bana.
"Murtadlar" (=Mürted. İrtidad
eden, İslam dinini bırakarak eski dinine veya başka bir dine geçen) diyordu
annem, "murtadlar sattı yurdumuzu. Yoksa buraya Moskof hiç girebilir
miydi, bu kale düşer miydi? Bir öğle üzeriydi, baban kuşluğa eve gelmişti,
'Moskofla harp olacak, erzak alınsın, kavurmalar hazırlansın' dedi. Evde bir
harp hazırlığı başladı. Sokaklar bizim zabitlerimizle, askerlerimizle doluydu.
Gazi Osman Paşa da buradaydı. Harp başladıktan bir süre sonra Gazi Osman Paşa
ordusuyla çekilip gitti. Düşman Kalafat'tan Vidin'i toplarıyla dövmeye başladı.
Arada bir, bir gülle bizim bahçeye de düşüyordu.
Yağlı paçavralı bir gülle askerin erzak
deposunu tutuşturdu. Gökyüzüne yükselen alevlerle Tuna gecenin zifiri karanlığında
kıpkızıl olmuştu. Murtadlar sattı bu güzel yurdumuzu. Yoksa dünkü rayalara
(=reaya, raiyye: Sürü, otlatılan hayvan sürüsü, bir çobanın güttüğü hayvanlar;
bir hükümdarın hüküm ve idaresine tabi halk) mı kalırdı bu canım ülke...
Sonra, savaş bittikten sonra bir gün baban
çok üzgün eve geldi. Bıçak çenesini açmıyordu. 'Düriye, Düriye.. kaimeler de artık geçmiyor.. bu musibet de
başımıza geldi' dedi. O gördüğün demir sandık silme kaime dolu idi. Belki
düşmanımız bizim kaimeleri düşmanlık, hainlik olsun diye almıyor sandık.
İstanbul'a götürdüler kaimelerimizi. Devletimizin kaimesidir, orada mutlaka
geçer dedik.. orada da geçmedi kaimelerimiz...
Mütarekenin o kara günlerinde
Nişantaşı'ndaki evimizde eşyalarımızı açık arttırma ile satmak zorunda kalmıştık.
Eşyanın bir kısmını, bu arada kuyruklu bir Bestein piyanoyu satın alan sarayın
kuyumcubaşısı Musevi Horanaci Beyle tanışmış, taksite bağladığı alacaklarımızı
tahsil etmek için bir hayli süre Mehmet Ali Paşa hanındaki bürosuna ya da
akşamları Nişantaşı'ndaki ikametgahına uğramak gerekmişti. Bu münasebetle Jak
Bey Horanaci, kimi geçmiş günlerden, kimi de o günlerin ahvalinden söz açar,
saray bendelerinin nasıl har vurup harman savurduklarını, "devri
saadet" Yıldız'la birlikte kapanınca hazıra yemeğe alışmış, dalkavukluktan
başka ellerinden hiçbir iş gelmemiş olan o zadeganın imparatorluğun dört bir
yanına yayılmış ecdat vediası, her biri bir kanton büyüklüğünde hünkar atiyesi
çiftlikleri, han ve hamamları, maden imtiyazlarını, kaşaneleri hemen hemen hiç pahasına
satıp, tefecilere kaptırıp alışmış oldukları saltanatı miras yedilikle devam
ettirmeye çalıştıklarını anlatırdı.
Bunlardan yerden temennalarla etekleyerek,
boyun bükük, elpençe divan, Horanaçi'nin Mehmet Ali Paşa hanındaki bürosunda ya
da akşamları Galata'da köprübaşındaki "Cenyo" gazinosunda Jak Beyin
karşısına dikilir, onun kulağına eğilerek getirecekleri yüzde yüz faizli borç
senedine karşılık beş on lira dilenen müşir, vezir evlatlarına sık sık
rastlanırdı.
Jak Bey Türkün koca imparatorluğu, işte bu
soydan adamların kurbanı olmuştur, diyordu. İmparatorluğun idaresine musallat
olup ona üşüşen bu insanlar devletin temelini kemire kemire bu devi
çökertmişlerdir.
(*) Yalnız başlığına bakıp da, turizm ile
ilgili bir şeyden bahsedeceğime hükmedilmesin. Meşrutiyetin ilk yılında
İstanbul'a gelmiş olan bir İsveçli dostumun villasındaki kitaplıkta elime bir
katlama İstanbul panoraması geçti. Kabında "panorama" yazılı ama,
daha ziyade bir albümü andırıyor: Yanyana eklenen birkaç resimle Sarayburnu,
Köprü ve Galata görünüyor; ondan sonraki resimlerde bir lokma ekmek gösterip
İstanbul'un meşhur köpeklerini başına toplamış olan bir yabancı bayan, Yeni
Cami önünde kafa kazıyan bir berber, sırık hammalları ve sandık kaldıran
tulumbacılar; feraceli ve çarşaflı kadınlar. Ve en sonunda da "Hürriyet
Kahramanı Enver Bey"in fesi aylı bir resmi, bir de geyikli Niyazi bey.
Aynı arkadaşın kitapları arasında Philip von Schwerin adındaki bir İsveçli
gazetecinin "Türklerle birlikte harp alanında" adı altında Balkan
Harbiyle ilgili anıları da var.
Şöyle bir düşündüm: Kırk bir yıl, ne de
çabuk geçti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir il merkezi olan Manastır'da bundan
kırk bir yıl önceki ilkbaharda sık sık bir "Reval mülakatı" (Reval
görüşmesi) sözü geçiyordu. Bu söz, şimdi bile kulağımda çınlıyor.
İngiltere Kralı Yedinci Edvard,
"Victoria and Albert" yatıyla Reval'e gitmiş, orada Çar İkinci Nikola
ile buluşmuştu. Avrupa gazeteleri, bu hükümdarların "Makedonya
sorunu"nu görüşeceklerini yazıyorlardı. Oysa bizce ne "Makedonya"
ne de "sorun" vardı. Makedonya dedikleri yer, Selanik, Manastır,
Kosova illerimizdi. Bir sorun uydurup çıkaran Rus politikası, Rus emperyalizmi
idi ama, kabahat ondan ziyade onu şımartmış olanlarda idi. Hasılı 1908
baharında Manastır'daki Türk ve müslümanlar telaşlı, tasalı idiler.
Şimdi geçmişi düşünürken, Manastır'ın
çağlayanlarını, şehrin varoşundaki Hanlarönü'nü, halkın bu piknik yerinde
billur berraklığındaki sularının granit dere tabanında körpe kızların
kahkahaları gibi şakırdaya şakırdaya akışını, Manastır'ın ortasından geçen
Drahor deresinin, evler, bahçeler arasından geçen dereciklerin şırıltılarını
işitir oluyorum. Ne güzel memleketimizdi, daha ne güzel memleketlerimiz vardı,
Rumeli'nde, Balkanlarda, onun ötesinde.
Manastır'da Drahor boyunda Kavaklar altı
semtinde Zekirya Paşa'nın yüksek taşdıvarla çevrili konağı, bu konağın selamlık
girişindeki kapısında sabahın erken saatlerinden akşam ezanına kadar oturan,
poturlu, kölelikten azad edilmiş, yaşlı, ak sakallı, sarıklı, lüleli zenci
bekçi gözümün önüne geliyor.
Enver Bey (Enver Paşa) Karaköprü'de
Kolonyalı Hüseyin Beyin evinin bitişiğinde komşumuzdu. Babası top sakallı Ahmet
Efendi (sonra Bey, arkasından Sürre eminliği ile görevlendirilince Paşa
oluverdi) başında oyalı yemenisiyle çiçek bozuğu Ayşe Hanım ise Enver Beyin
annesi idi.
Şehrin en muhteşem yapısı, Drahor boyunda
üç katlı kârgir yapı idâdi mektebi (lise - jimnaz). Atatürk'ün de okumuş olduğu
askeri lise, demiryolu istasyonunun bulunduğu semtte, Beyaz Kışla ile Kırmız
kışlanın önündeki alandaydı. 1908 devriminden sonra bu alan "Hürriyet
Meydanı" adını aldı. Beyaz Kışla piyade, Kırmızısı ise topçu kışlasıydı.
Selanik'ten kalkan trenlerin biri Üsküp
üzerinden Sırbistan'a giriyor, öbürü de Manastır'a kadar gidiyordu, öteye
demiryolu döşenmemişti. Manastır'dan ötesi, yukarıya doğru ta Avusturya -
Macaristan İmparatorluğu'nun sınırına kadar hep bizim topraklarımızdı ama ya
Fransa ya da Avusturyalı, belki de her ikisinden karma karışık uluslararası
kumpanya, kimbilir hangi dolambaçlı hesaplar yüzünden demiryolunu daha öteye
uzatmamışlar.
Halkı soymaktan başka bir şey düşünmemiş
olan yabancı kumpanyaların Osmanlı İmparatorluğunda kurdukları
demiryollarındaki öbür istasyonlar gibi, Manastır istasyonu da şehrin dışında
ve uzakta iki kışlanın karşısındaydı.
İstasyondan bakınca görülen bir bayırlıkta
1897 Yunan Savaşı'nda, düşman bataryalarını dolu dizgin hücumla zaptedip
oradakileri kılıçtan geçirmiş olan süvarilerimizi hatırlatan ve "Dömeke
Bahçesi" diye anılan, meyve ağaçlarının gövdeleri beyaz badanalı, galiba
tarım okulunun malı bir bahçe vardı. Burası, halkın kır safası sürdüğü, bugünkü
deyimle piknik yeriydi.
O günler, 1877 - 78 Türk - Rus savaşından
sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde kalmış olan Rumeli'de ortodoksların,
bazı yabancı politika dolandırıcıları, ajan dediğimiz şarlatan Ruslar
tarafından kudurtuldukları yıllardı. Özellikle Bulgarlar çok azmışlardı;
Manastır'da "komiteciler" lafı herkesin ağzında dolaşıyordu. Bir de
yukarda söylediğim istasyona giden caddede bir karakol önünde astırılan aslan
yürekli, şeref sembolü bir Mehmetçik günün konusuydu. Her Türk ve müslümanın
evinde onun lafı açılır, lakırdısı geçerdi.
Meşrutiyetin ilanından birkaç yıl önce,
1906'da mı, yoksa 1907'de mi olduğunu hatırlamıyorum; herhalde o yıllarda bir
yaz günü Dömeke Bahçesi'nde tertiplenen ziyafete vali ile birlikte il erkânı,
Manastır'daki yabancı ülkeler konsolosları da geleceklerdi. Bu davete geciken
Rus konsolosu, Bonmarşe'nin bulunduğu caddedeki karakol önünden geçerken
arabasını durdurmuş, sürücünün kamçısını kaparak, kendisine selam durmadığı
bahanesiyle nöbetteki Türk erini kamçılamak alçaklığında bulunmuştu.
Alçak Moskofun bu küstahlığı üzerine, görev
başındaki Türk eri, derhal kararını vermiş, mavzerini çevirir çevirmez, bu Rus
kuduzunu it leşi gibi yere sermişti.
Osmanlı Hükümeti, kudurmuş Rus konsolosunun
gebertildiği yerde bu şerefliler şereflisi Türk yavrusunu astı. O yıllarda alın
yazımızı yabancılar yazıyordu.
Sonraları anlatıyorlardı: O gün
"Dömeke Bahçesi"nin komiteciler tarafından basılması ve vali ile
hükümet ileri gelenlerinin dağa kaldırılması kararlaşmıştı. Rus konsolosunun
vurulduğu haberi, valinin ve öbür görevli kişilerin derhal il konağına geri
dönmelerini gerektirmiş, komitecilerin bu tuzağı ile birlikte Bulgar ahalinin
köy ve kasabalarda ayaklanma ve kargaşalık tertibi de suya düşmüştü.
(Üstü çizilmiş: "1908 yazına girerken
olaylar birbirini kovalıyordu. İttihat ve Terakki'nin kolağası Niyazi Beyle,
Kolağası Eyüp Sabri Bey taburlarıyla dağa çıktı.")
1908 yazına girerken olaylar birbirini
kovalıyordu. "İttihat ve Terakki'nin Manastır merkezinin verdiği
direktifle Kolağası Niyazi Beyle Kolağası Eyüp Sabri Bey, taburlarıyla dağa
çıktı. Meşrutiyet ayaklanmasını bastırmak için Abdülhamidin gönderdiği general
Şemsi Paşa, mabeyine telgraf çekmeye gittiği postane önünde İttihat ve
Terakki'nin kura ile görevlendirdiği Teğmen Atıf tarafından tabancayla
öldürüldü. Onun yerine gelen general Tatar Osman Paşa bir gece Drahor boyunda
yattığı evde Eyüp Sabri Bey tarafından basılarak dağa kaldırıldı. Nihayet günün
birinde "Yarın hürriyet, meşrutiyet ilan olunacak, okul tatil!" diye
paydosta söylediler. "Meşrutiyet" ile "Hürriyet"i ilk kez
işitiyorduk; Hiçbir şey anlamadık; yalnız okul tatiline çok sevindik.
Manastır'da okul paydosunda bize haber verilen bu "yarın" o zaman 10
Temmuz 1324 olan 23 Temmuz 1908'di.
Meşrutiyetin ilan edildiği yıl içinde,
Osmanlı İmparatorluğu'nun vasali bir prenslik durumunda olan bizim eski Tuna
ilimiz Bulgaristan haline yetinmedi, silkindi krallık oldu, özgürlüğünü ilan
etti. Avusturya - Macaristan 1878'de ordusunu soktuğu Bosna Herseği kendi
ülkesine resmen kattı. Girit adası da ufak bir ilişiği olan Osmanlı
İmparatorluğu'ndan ayrıldı gitti, Yunan oldu.
Bütün bu olup bitenler karşısında
imparatorluğumuz, "protesto" etmekten başka bir şeye gücü
yetmediğinden, hepsini protesto etti. Zaten moskofu tepelemek fırsatını son kez
1877 - 78'de Tuna ilimizde bir değil birkaç kez kaçırdıktan sonra, Osmanlı
Devleti, devletler topluluğunda bir tür "protesto devleti" olmuştu;
ültimatom alır, karşılığında protesto gönderirdi. Devletlerin küçüğü de bunu
biliyor, hastayı tanıyordu.
Söylemezsek haksızlık olur. Bosna -
Hersek'i Avusturya - Macaristan kendi ülkesine katınca, "Meşrutiyet"
bir yenilik gösterdi: Habsburg İmparatorluğu'nu yalnız protesto etmekle
kalmadı, bir de boykotaj ilan etti. Avusturya - Macaristan'ı ziyana sokacak,
hatta onu iflas ettirecek, ona "aman etme, eyleme!" dedirtecektik.
Onun için feslerimizi yırttık. Önce beyaz keçeden külahlar giydik; sonra
fesleri yeniledik. Avusturya fes fabrikaları ve keçe endüstrisi kuruldu
kurulalı bu kadar kâr etmemişti. Hele o Selanik bezirganları ile
İstanbul'dakilere gün doğmuştu.
Manastır'da meşrutiyet ilanından sonra
çekilmiş bir fotoğrafta, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin manastır İdare Merkezi
üyelerini gösteren bir grup vardır. Bu grubun ortaya yakın bir yerinde,
sakallı, çizmeli bir subay oturmaktadır. Bunun adı Sadık Bey'di. Süvari Yarbayı
idi. Nedense, halk da, "İttihat ve Terakki" de bu sakallı Sadık Beyi tutmadı.
Meşrutiyetin ilk günlerindeki sevinç gösterilerinde, softalarla ortodoks
papaslarının öpüşüp sarmaş dolaş oldukları cümbüşlerde bu Sadık Bey meşhur
olamadı. Plak fabrikalarının güfteletip bestelettikleri şarkılarda,
"..Yaşasın Niyaziler, Enverler!" deniyordu. Nedense "Yaşasın
Sadıklar!" demek kimsenin aklına gelmiyordu. Hattâ bir süre sonra,
sürülmediği, tutmadığı için olacak, ne kırtasiyecilerde, ne de işportacılarda
Resneli Niyazi Bey'in resimleri görülmez
oldu. "Babıalide" Niyazi Beyden ziyade "Resne
Fotoğrafhanesi" meşhurlaştı. "Hürriyet"in kahramanlık ve
mücahitliğin sembolü Enver Bey oldu.
Dram bundan sonra fecileşti. Sadık Bey arka
planda kalmayı hazmedemedi. Eski arkadaşlarını kıskandı. Kendinde olmayan
meziyetlerin vehmi içinde kıskançlığa ve ihtirasa kendini kaptırdı bu zavallı
adam, döndü bir numaralı muhalif oldu. Onun sonra adı Boşo'larla Esat
Toptani'lerle, Taşnak ve Hınçaklarla, şeriatçi yobazlarla bir arada anılmaya
başladı. Meşhur oldu ama, böyle bir meşhur oldu. Kısa, ama ibretle seyretmeye
değer bir panorama. Bu panoramadan sonra Balkan Savaşı'nda sırf "sen -
ben" ve cehalet yüzünden Rumeli'yi kaybettiğimizi söylemeye hacet olmasa
gerek!.
(*)(Devamı varsayımıyla, Panorama / Ulus,
17.8.1949 / Stockholm, Temmuz 1949)