25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI



Gazeteci Hikmet Tuna'nın kaleminden, Osmanlı'nın son yılları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet Dönemi ve 1970'lere kadar olan tanıklığı. Orijinallerini kaybettiğim notları ben derlemiştim.
 
OSMANLI'NIN SON GÜNLERİNDE BAŞLAYAN ÇOCUKLUK
Beş altı yaşlarındaydım. Türklüğü müslümanlık, müslümanlığı da Türklük sanırdım. Minarelerden evimize gelen ezan sesini, Türklüğün içinden olan bir ses sanırdım. Vaktimizi bu ezan seslerine göre ayarlardık. Sabah ezanı, sabahın olduğunu, öğle ezanı, kuşluk olduğunu, ikindi, akşamın yaklaştığını ve akşam ezanı okunmadan evde sofra başında olmamızı bize, daha doğrusu arkadaşlarımla çayırda, mahalle arasında oynarken evin yolunu tutmamı bana hatırlatır ve ben de eve koşa koşa gelir, babamdan önce sofraya oturur, onun gelmesini sofra başında annem ve ağabeylerimle birlikte beklerdim.
Çok küçük yaşta annemin Vidin'deki Türk subay ve paşaları ile ilgili eski olmayan anıları dinlerken kulak kesilir, Osman Paşa'nın Vidin'den ayrılışını, savaş olacak diye ev halkının erzak hazırlıkları hikayelerini, kurbanların kesilip kavurma yapılışını, çocukluğuma rağmen heyecanla, ama zevkli bir heyecanla dinler, kendime göre ahkâm ile olup bitenleri muhakeme etmeğe çalışırdım.
Ailemizin en küçük çocuğu idim. Benden önce doğan, çok yaşamadan ölen Ahmet ağabeyimle aramızda 20 - 25 yıl vardı. Ölen Ahmet ağabeyim çok güzel, ela ve iri gözlü insan güzeli bir yavru imiş. Ecel onu pek erken almış. Yavrusunu delicesine sevmiş olan babamın üzüntüden yüzü şişmiş. Yıllar geçmiş, üzüntüyü unutturacak bir yeni yavruya kavuşmak için bütün denemeler boşa çıkınca, anne ve babamın artık çocukları olmayacağına hükmedildiği ve hiç beklenilmediği anlarda, günün birinde annem hamile kalmış ve ben öbür kardeşlerim gibi erkek çocuk olarak dünyaya gelince, babam anneme, "Düriye, Allah'ın hikmeti bu" der, adımı Hikmet koyarlar.
Çok soğuk bir kurban bayramında, galiba beş yaşında iken babam bana bir mareşal üniforması yaptırdı. Kurbanlar kesilirken ben kılıcımı sürterek orada dolaşıyor, yere sürttüğüm kılıcımdan, subay kılıçları gibi şakır şakır ses gelmemesine üzüntüyle bayram bana zehir oluyordu. Teneke oyuncak kılıç ses vermiyordu.
(Bu bölüme çok yakın geldiği için, buraya ekliyorum: Önce daktiloyla yazılmış, sonra el yazısıyla devam edilmiş.)
İnsanın yaşantısı arkada kalan ömrü anlarından ibarettir. Emeklemekten yürümeyi denemeye geçtiğim günlerde selamlığın ahşap merdivenlerinden yuvarlanıp bahçede çiçeklerin içine sırtüstü düşmüş, masmavi bir gökyüzü görmüştüm. Gördüğüm ilk gökmavisi renk buydu. Merdivenlerden yuvarlanmaya başlarken bir de çığlık kopmuştu. Bu da kulağımda kalan ilk sesti.
Bir kurban bayramında paşa üniformamı giyip kılıcımı kuşandığım güne kadar annemin kız çocuğu özlemini gidermek için çocukluk yaşımın birkaç yılını örülen uzun saçlarımla, devrin son moda güvez renkte kadife fistanlarıyla ailenin kızı rolünde geçirdim.
Paşa üniformasını giydiğim yıl beş yaşındaydım. Tuna vilayetimiz Bulgaristan olalı yirmibeş yıl olmuştu. Türk - Rus Harbinin anıları hâlâ taptazeydi. Annem masal diye bu anıları anlatırdı bana.
"Murtadlar" (=Mürted. İrtidad eden, İslam dinini bırakarak eski dinine veya başka bir dine geçen) diyordu annem, "murtadlar sattı yurdumuzu. Yoksa buraya Moskof hiç girebilir miydi, bu kale düşer miydi? Bir öğle üzeriydi, baban kuşluğa eve gelmişti, 'Moskofla harp olacak, erzak alınsın, kavurmalar hazırlansın' dedi. Evde bir harp hazırlığı başladı. Sokaklar bizim zabitlerimizle, askerlerimizle doluydu. Gazi Osman Paşa da buradaydı. Harp başladıktan bir süre sonra Gazi Osman Paşa ordusuyla çekilip gitti. Düşman Kalafat'tan Vidin'i toplarıyla dövmeye başladı. Arada bir, bir gülle bizim bahçeye de düşüyordu.
Yağlı paçavralı bir gülle askerin erzak deposunu tutuşturdu. Gökyüzüne yükselen alevlerle Tuna gecenin zifiri karanlığında kıpkızıl olmuştu. Murtadlar sattı bu güzel yurdumuzu. Yoksa dünkü rayalara (=reaya, raiyye: Sürü, otlatılan hayvan sürüsü, bir çobanın güttüğü hayvanlar; bir hükümdarın hüküm ve idaresine tabi halk) mı kalırdı bu canım ülke...
Sonra, savaş bittikten sonra bir gün baban çok üzgün eve geldi. Bıçak çenesini açmıyordu. 'Düriye, Düriye..  kaimeler de artık geçmiyor.. bu musibet de başımıza geldi' dedi. O gördüğün demir sandık silme kaime dolu idi. Belki düşmanımız bizim kaimeleri düşmanlık, hainlik olsun diye almıyor sandık. İstanbul'a götürdüler kaimelerimizi. Devletimizin kaimesidir, orada mutlaka geçer dedik.. orada da geçmedi kaimelerimiz...
Mütarekenin o kara günlerinde Nişantaşı'ndaki evimizde eşyalarımızı açık arttırma ile satmak zorunda kalmıştık. Eşyanın bir kısmını, bu arada kuyruklu bir Bestein piyanoyu satın alan sarayın kuyumcubaşısı Musevi Horanaci Beyle tanışmış, taksite bağladığı alacaklarımızı tahsil etmek için bir hayli süre Mehmet Ali Paşa hanındaki bürosuna ya da akşamları Nişantaşı'ndaki ikametgahına uğramak gerekmişti. Bu münasebetle Jak Bey Horanaci, kimi geçmiş günlerden, kimi de o günlerin ahvalinden söz açar, saray bendelerinin nasıl har vurup harman savurduklarını, "devri saadet" Yıldız'la birlikte kapanınca hazıra yemeğe alışmış, dalkavukluktan başka ellerinden hiçbir iş gelmemiş olan o zadeganın imparatorluğun dört bir yanına yayılmış ecdat vediası, her biri bir kanton büyüklüğünde hünkar atiyesi çiftlikleri, han ve hamamları, maden imtiyazlarını, kaşaneleri hemen hemen hiç pahasına satıp, tefecilere kaptırıp alışmış oldukları saltanatı miras yedilikle devam ettirmeye çalıştıklarını anlatırdı.
Bunlardan yerden temennalarla etekleyerek, boyun bükük, elpençe divan, Horanaçi'nin Mehmet Ali Paşa hanındaki bürosunda ya da akşamları Galata'da köprübaşındaki "Cenyo" gazinosunda Jak Beyin karşısına dikilir, onun kulağına eğilerek getirecekleri yüzde yüz faizli borç senedine karşılık beş on lira dilenen müşir, vezir evlatlarına sık sık rastlanırdı.
Jak Bey Türkün koca imparatorluğu, işte bu soydan adamların kurbanı olmuştur, diyordu. İmparatorluğun idaresine musallat olup ona üşüşen bu insanlar devletin temelini kemire kemire bu devi çökertmişlerdir.
(*) Yalnız başlığına bakıp da, turizm ile ilgili bir şeyden bahsedeceğime hükmedilmesin. Meşrutiyetin ilk yılında İstanbul'a gelmiş olan bir İsveçli dostumun villasındaki kitaplıkta elime bir katlama İstanbul panoraması geçti. Kabında "panorama" yazılı ama, daha ziyade bir albümü andırıyor: Yanyana eklenen birkaç resimle Sarayburnu, Köprü ve Galata görünüyor; ondan sonraki resimlerde bir lokma ekmek gösterip İstanbul'un meşhur köpeklerini başına toplamış olan bir yabancı bayan, Yeni Cami önünde kafa kazıyan bir berber, sırık hammalları ve sandık kaldıran tulumbacılar; feraceli ve çarşaflı kadınlar. Ve en sonunda da "Hürriyet Kahramanı Enver Bey"in fesi aylı bir resmi, bir de geyikli Niyazi bey. Aynı arkadaşın kitapları arasında Philip von Schwerin adındaki bir İsveçli gazetecinin "Türklerle birlikte harp alanında" adı altında Balkan Harbiyle ilgili anıları da var.
Şöyle bir düşündüm: Kırk bir yıl, ne de çabuk geçti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir il merkezi olan Manastır'da bundan kırk bir yıl önceki ilkbaharda sık sık bir "Reval mülakatı" (Reval görüşmesi) sözü geçiyordu. Bu söz, şimdi bile kulağımda çınlıyor.
İngiltere Kralı Yedinci Edvard, "Victoria and Albert" yatıyla Reval'e gitmiş, orada Çar İkinci Nikola ile buluşmuştu. Avrupa gazeteleri, bu hükümdarların "Makedonya sorunu"nu görüşeceklerini yazıyorlardı. Oysa bizce ne "Makedonya" ne de "sorun" vardı. Makedonya dedikleri yer, Selanik, Manastır, Kosova illerimizdi. Bir sorun uydurup çıkaran Rus politikası, Rus emperyalizmi idi ama, kabahat ondan ziyade onu şımartmış olanlarda idi. Hasılı 1908 baharında Manastır'daki Türk ve müslümanlar telaşlı, tasalı idiler.
Şimdi geçmişi düşünürken, Manastır'ın çağlayanlarını, şehrin varoşundaki Hanlarönü'nü, halkın bu piknik yerinde billur berraklığındaki sularının granit dere tabanında körpe kızların kahkahaları gibi şakırdaya şakırdaya akışını, Manastır'ın ortasından geçen Drahor deresinin, evler, bahçeler arasından geçen dereciklerin şırıltılarını işitir oluyorum. Ne güzel memleketimizdi, daha ne güzel memleketlerimiz vardı, Rumeli'nde, Balkanlarda, onun ötesinde. 
Manastır'da Drahor boyunda Kavaklar altı semtinde Zekirya Paşa'nın yüksek taşdıvarla çevrili konağı, bu konağın selamlık girişindeki kapısında sabahın erken saatlerinden akşam ezanına kadar oturan, poturlu, kölelikten azad edilmiş, yaşlı, ak sakallı, sarıklı, lüleli zenci bekçi gözümün önüne geliyor.
Enver Bey (Enver Paşa) Karaköprü'de Kolonyalı Hüseyin Beyin evinin bitişiğinde komşumuzdu. Babası top sakallı Ahmet Efendi (sonra Bey, arkasından Sürre eminliği ile görevlendirilince Paşa oluverdi) başında oyalı yemenisiyle çiçek bozuğu Ayşe Hanım ise Enver Beyin annesi idi.
Şehrin en muhteşem yapısı, Drahor boyunda üç katlı kârgir yapı idâdi mektebi (lise - jimnaz). Atatürk'ün de okumuş olduğu askeri lise, demiryolu istasyonunun bulunduğu semtte, Beyaz Kışla ile Kırmız kışlanın önündeki alandaydı. 1908 devriminden sonra bu alan "Hürriyet Meydanı" adını aldı. Beyaz Kışla piyade, Kırmızısı ise topçu kışlasıydı.
Selanik'ten kalkan trenlerin biri Üsküp üzerinden Sırbistan'a giriyor, öbürü de Manastır'a kadar gidiyordu, öteye demiryolu döşenmemişti. Manastır'dan ötesi, yukarıya doğru ta Avusturya - Macaristan İmparatorluğu'nun sınırına kadar hep bizim topraklarımızdı ama ya Fransa ya da Avusturyalı, belki de her ikisinden karma karışık uluslararası kumpanya, kimbilir hangi dolambaçlı hesaplar yüzünden demiryolunu daha öteye uzatmamışlar.
Halkı soymaktan başka bir şey düşünmemiş olan yabancı kumpanyaların Osmanlı İmparatorluğunda kurdukları demiryollarındaki öbür istasyonlar gibi, Manastır istasyonu da şehrin dışında ve uzakta iki kışlanın karşısındaydı.
İstasyondan bakınca görülen bir bayırlıkta 1897 Yunan Savaşı'nda, düşman bataryalarını dolu dizgin hücumla zaptedip oradakileri kılıçtan geçirmiş olan süvarilerimizi hatırlatan ve "Dömeke Bahçesi" diye anılan, meyve ağaçlarının gövdeleri beyaz badanalı, galiba tarım okulunun malı bir bahçe vardı. Burası, halkın kır safası sürdüğü, bugünkü deyimle piknik yeriydi.
O günler, 1877 - 78 Türk - Rus savaşından sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde kalmış olan Rumeli'de ortodoksların, bazı yabancı politika dolandırıcıları, ajan dediğimiz şarlatan Ruslar tarafından kudurtuldukları yıllardı. Özellikle Bulgarlar çok azmışlardı; Manastır'da "komiteciler" lafı herkesin ağzında dolaşıyordu. Bir de yukarda söylediğim istasyona giden caddede bir karakol önünde astırılan aslan yürekli, şeref sembolü bir Mehmetçik günün konusuydu. Her Türk ve müslümanın evinde onun lafı açılır, lakırdısı geçerdi.
Meşrutiyetin ilanından birkaç yıl önce, 1906'da mı, yoksa 1907'de mi olduğunu hatırlamıyorum; herhalde o yıllarda bir yaz günü Dömeke Bahçesi'nde tertiplenen ziyafete vali ile birlikte il erkânı, Manastır'daki yabancı ülkeler konsolosları da geleceklerdi. Bu davete geciken Rus konsolosu, Bonmarşe'nin bulunduğu caddedeki karakol önünden geçerken arabasını durdurmuş, sürücünün kamçısını kaparak, kendisine selam durmadığı bahanesiyle nöbetteki Türk erini kamçılamak alçaklığında bulunmuştu.
Alçak Moskofun bu küstahlığı üzerine, görev başındaki Türk eri, derhal kararını vermiş, mavzerini çevirir çevirmez, bu Rus kuduzunu it leşi gibi yere sermişti.
Osmanlı Hükümeti, kudurmuş Rus konsolosunun gebertildiği yerde bu şerefliler şereflisi Türk yavrusunu astı. O yıllarda alın yazımızı yabancılar yazıyordu.
Sonraları anlatıyorlardı: O gün "Dömeke Bahçesi"nin komiteciler tarafından basılması ve vali ile hükümet ileri gelenlerinin dağa kaldırılması kararlaşmıştı. Rus konsolosunun vurulduğu haberi, valinin ve öbür görevli kişilerin derhal il konağına geri dönmelerini gerektirmiş, komitecilerin bu tuzağı ile birlikte Bulgar ahalinin köy ve kasabalarda ayaklanma ve kargaşalık tertibi de suya düşmüştü.
(Üstü çizilmiş: "1908 yazına girerken olaylar birbirini kovalıyordu. İttihat ve Terakki'nin kolağası Niyazi Beyle, Kolağası Eyüp Sabri Bey taburlarıyla dağa çıktı.")
1908 yazına girerken olaylar birbirini kovalıyordu. "İttihat ve Terakki'nin Manastır merkezinin verdiği direktifle Kolağası Niyazi Beyle Kolağası Eyüp Sabri Bey, taburlarıyla dağa çıktı. Meşrutiyet ayaklanmasını bastırmak için Abdülhamidin gönderdiği general Şemsi Paşa, mabeyine telgraf çekmeye gittiği postane önünde İttihat ve Terakki'nin kura ile görevlendirdiği Teğmen Atıf tarafından tabancayla öldürüldü. Onun yerine gelen general Tatar Osman Paşa bir gece Drahor boyunda yattığı evde Eyüp Sabri Bey tarafından basılarak dağa kaldırıldı. Nihayet günün birinde "Yarın hürriyet, meşrutiyet ilan olunacak, okul tatil!" diye paydosta söylediler. "Meşrutiyet" ile "Hürriyet"i ilk kez işitiyorduk; Hiçbir şey anlamadık; yalnız okul tatiline çok sevindik. Manastır'da okul paydosunda bize haber verilen bu "yarın" o zaman 10 Temmuz 1324 olan 23 Temmuz 1908'di.
Meşrutiyetin ilan edildiği yıl içinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun vasali bir prenslik durumunda olan bizim eski Tuna ilimiz Bulgaristan haline yetinmedi, silkindi krallık oldu, özgürlüğünü ilan etti. Avusturya - Macaristan 1878'de ordusunu soktuğu Bosna Herseği kendi ülkesine resmen kattı. Girit adası da ufak bir ilişiği olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrıldı gitti, Yunan oldu.
Bütün bu olup bitenler karşısında imparatorluğumuz, "protesto" etmekten başka bir şeye gücü yetmediğinden, hepsini protesto etti. Zaten moskofu tepelemek fırsatını son kez 1877 - 78'de Tuna ilimizde bir değil birkaç kez kaçırdıktan sonra, Osmanlı Devleti, devletler topluluğunda bir tür "protesto devleti" olmuştu; ültimatom alır, karşılığında protesto gönderirdi. Devletlerin küçüğü de bunu biliyor, hastayı tanıyordu.
Söylemezsek haksızlık olur. Bosna - Hersek'i Avusturya - Macaristan kendi ülkesine katınca, "Meşrutiyet" bir yenilik gösterdi: Habsburg İmparatorluğu'nu yalnız protesto etmekle kalmadı, bir de boykotaj ilan etti. Avusturya - Macaristan'ı ziyana sokacak, hatta onu iflas ettirecek, ona "aman etme, eyleme!" dedirtecektik. Onun için feslerimizi yırttık. Önce beyaz keçeden külahlar giydik; sonra fesleri yeniledik. Avusturya fes fabrikaları ve keçe endüstrisi kuruldu kurulalı bu kadar kâr etmemişti. Hele o Selanik bezirganları ile İstanbul'dakilere gün doğmuştu.
Manastır'da meşrutiyet ilanından sonra çekilmiş bir fotoğrafta, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin manastır İdare Merkezi üyelerini gösteren bir grup vardır. Bu grubun ortaya yakın bir yerinde, sakallı, çizmeli bir subay oturmaktadır. Bunun adı Sadık Bey'di. Süvari Yarbayı idi. Nedense, halk da, "İttihat ve Terakki" de bu sakallı Sadık Beyi tutmadı. Meşrutiyetin ilk günlerindeki sevinç gösterilerinde, softalarla ortodoks papaslarının öpüşüp sarmaş dolaş oldukları cümbüşlerde bu Sadık Bey meşhur olamadı. Plak fabrikalarının güfteletip bestelettikleri şarkılarda, "..Yaşasın Niyaziler, Enverler!" deniyordu. Nedense "Yaşasın Sadıklar!" demek kimsenin aklına gelmiyordu. Hattâ bir süre sonra, sürülmediği, tutmadığı için olacak, ne kırtasiyecilerde, ne de işportacılarda Resneli Niyazi Bey'in resimleri  görülmez oldu. "Babıalide" Niyazi Beyden ziyade "Resne Fotoğrafhanesi" meşhurlaştı. "Hürriyet"in kahramanlık ve mücahitliğin sembolü Enver Bey oldu.
Dram bundan sonra fecileşti. Sadık Bey arka planda kalmayı hazmedemedi. Eski arkadaşlarını kıskandı. Kendinde olmayan meziyetlerin vehmi içinde kıskançlığa ve ihtirasa kendini kaptırdı bu zavallı adam, döndü bir numaralı muhalif oldu. Onun sonra adı Boşo'larla Esat Toptani'lerle, Taşnak ve Hınçaklarla, şeriatçi yobazlarla bir arada anılmaya başladı. Meşhur oldu ama, böyle bir meşhur oldu. Kısa, ama ibretle seyretmeye değer bir panorama. Bu panoramadan sonra Balkan Savaşı'nda sırf "sen - ben" ve cehalet yüzünden Rumeli'yi kaybettiğimizi söylemeye hacet olmasa gerek!.
(*)(Devamı varsayımıyla, Panorama / Ulus, 17.8.1949 / Stockholm, Temmuz 1949)

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -2



İTTİHAT TERAKKİ, İKİ DÜNYA SAVAŞI, BİRKAÇ NOT 


Yıl 1912, Ekim ayı

Yağışlı, kasvetli bir hava. Akşam saati. Kale içinde, müslüman mahallesinin, kahvehaneler, bezhane ve simitçi fırını ile çevrili meydana, Bulgar ordusunun savaş tebliğini yüksek sesle okuyor bir subay. Halkın dikkatini çekmek için trampete çalan neferin işini bitirmesini bekliyor. Bu tebliğ yalnız müslüman mahallesinde okunuyor. Bulgar ordusu istikametinde ilerliyor. Her gün bir şehir ya da bir kasaba Bulgarların eline geçiyor. Kırk Kilise, ertesi gün Lüleburgaz, arkasından Babaeski, nihayet İmparatorluğun hükümet merkezi önüne, Çatalca'ya gelip İstanbul kapılarına topları dayanıyorlar. 1293 seferinin acısı dinmeden bu beklenmedik felaket Türk ve müslüman halkının maneviyatını bir harabezara çeviriyorlar.

Halil - İbrahim kardeşlerin vakfiyesi olan kitaplıkta "Neue Freie Presse" adındaki Viyana gazetesinden, yanan içimize biraz su serpecek, felaketimizle ilgili haber bulup çıkarmağa, bunu kahvelerde bekleyen yaşlı Türklere yetiştirmeğe çalışıyorum. Bazı muhabirler, "Türk ordusunun karşı taarruza geçmesi bekleniyor" türünden haberler veriyorlar. Bu cinsten haberlerin gerçekleşmesini bekleyerek oyalanıyoruz. Günler haftalar geçiyor. Türk ordusunun zafer haberlerini beklerken, Selanik'in Yunanlıların eline geçtiği, Manastır'a Sırpların girdiği, Yanya'nın, İşkodra'nın elimizden çıktığı, nihayet Edirne Kalesinin de düştüğü, Bulgarların şehre girdiği haberleri birbirini kovalayarak geliyor.

Rumeli, Taşlıca'daki Avusturya sınırından İstanbul kapılarına kadar elimizden bir anda çıkıyor.

1912, 22 Ekim, Balkan Harbi
           
22 Ekim 1912'de Bulgarlar Çatalca'ya dayanmak üzereydiler.

O günlerde Hürriyet ve İtilafçılar, İttihatçılardan intikam almak çabasında idiler. Hatta o şeametli Balkan Harbinin öncülüğünü yapmış olan Arnavutluk ayaklanmasında vatana hıyanet etmiş olan Osmanlı ordusu subaylarından teğmen Arnavut Tahsin, Beyoğlu inzibatı askeri subaylığına getirilmişti. (Bu Tahsin, Ferit Paşa'nın mütareke hükümetinde İstanbul polis müdürlüğü ile görevlendirildi).

16 Ekim 1912'de Kamil Paşa Başvekil oldu. (Sakatatçı, dendikten sonra eski yazı notlar) Gazeteler resmi bir bildiri yayınlayarak Rumeli'de (**) şark ordusunun gereken savunmayı daha ziyade kolaylık ve başarıyla yapabilmek için Çatalca savunma hattına gelip yerleşmesi kararlaşmış olduğu ilan edildi.

"Bulgarlar Çatalca'da!" Bu korkunç bir hayal kırıklığı idi. İttihat ve Terakkiyi deviren hükümetin (Kamil Paşa) vatana yaptığı ihanetti. Son Arnavutluk isyanı, ordunun içinde Türk olmayan bazı subayların (Arnavutların) bu harekete katılmaları ve İstanbul'daki Halaskâran fesadı neticesinde İttihat ve Terakki'nin düşmesi ve ordunun Mahmut Şevket Paşa tarafından hazırlanan ve hazırlatılan tertibat ve teşkilata halel gelmesi gibi ahvaldir ki bu felaketi başımıza getiriyordu." H. Cahit

(**)Rumeli, 1877 - 78 Türk - Rus savaşından sonra, İstanbul'dan Avusturya - Macaristan sınırında "Yeni Pazara" kadar uzanan, Edirne, Selanik, Manastır, Kosova illerinden ibaretti.

***

"Babıali" baskını 1912 yılının kanunusani 10'unda olmuştu. Kamil Paşa çekilmiş, yerine Mahmut Şevket Paşa geçmişti.

Baskında oraya biriken halk arasında meali uzun bir beyanname dağıtılmıştı. Baskında vurulup ölenler şunlardır: Harbiye Nazırı Nazım Paşa, Sadaret Yaverlerinden Nafiz Bey, Harbiye Nezareti Yaveri Tevfik efendi, ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden Mustafa Necip Bey.

***

Bu baskına karşı Prens Sabahattin de Satvet Lütfü Bey aracılığıyla ittihatçıların kabinesini bir hükümet darbesi ile devirmek için bir komplo tertibine girişmiş, fakat İstanbul Muhafızı Cemal Paşa tarafından izlenen komplocular 1329 yıl şubat ayı içinde yakalanmışlardır. Albay Cemal Bey şubatın 14'ünde Prens Sabahattin'in Kuruçeşme'deki kıyıboyu köşkünde araştırma yaptırmış, ancak ihtilal teşebbüsünün reisi durumunda olan Satvet Lütfü'yü aramada bulup yakalayamamıştı.

"İttihat ve Terakki, Balkan hezimeti faciasının kat'i bir mağlubiyeti kabul ile neticeleneceğini görünce, yeis ve ıstırap içinde kalmış bir vatanperverlik duygusunun galeyanına kapıldı. Son bir ümit ile bir hayat hamlesi göstermek zorunda kaldı. Babıali baskının tertip etti." H. Cahit.

***

Mahmut Şevket Paşanın katillerinin muhakeme ve mahkum edilmeleri üzerine Manastır'da ittihatçı, sonradan İstanbul'da Hürriyet ve İtilaf Partisinin kurucularından Albay Sadık, Rusya Çarına aşağıdaki telgrafı çekmişti.

Majeste,

Bugün Türkiye'nin geçmişte eşi görülmemiş bir korku ve terör idaresi altında inlediği şu saatte adalet ve insanlık duygularına başvurmak ve uygar Avrupa'nın gerektiğinden fazla tahammül ve tecviz ettiği şu hal ve duruma bir son verilmesinin sağlanması için majestelerinin nüfuzlarını kullanmalarını istirham eylemek üzere müslüman, hırıstiyan bütün Osmanlıların bendelerine katıldıklarına majestelerinin kanaat getirmiş olacaklarını ummaya cüret etmiş oluyorum.

Sadık.

Bu telgraf Türk ve müslümanlar üzerinde bir bomba tesiri yapmış, bunların ne mal olduklarını görmeyen körlerin bile gözlerini açmağa hizmet etmişti.

***

Birinci Dünya Harbi.

"Cemal Paşa, kanal seferi tertip edilmeden önce, bir komutanlık ile İstanbul'dan harbe gitmesi bahis konusu olduğu sıralarda onun Odesa'ya mı gitsem, Mısır'a mı, diye ciddi surette düşündüğüne şahidim. Görülüyor ki Odesa'ya asker çıkararak orada Ruslarla döğüşmeyi bile düşünmüşlerdi. Fakat sonradan bu tasavvurdan vazgeçilmiş olacak ki, Yavuz'un geçtiği yoldan Mısır'a gitmeyi münasip gördü." H.Cahid.

***

1916

Berlin'de, Kürfürstendamm'da  Kaiser Wilhelm Gedächtnis Kirche'yi geçince solda Cafè Schiling patiserisi, onun karşısında Engliche Cafè, onun az ilerisinde Ungarische Restaurant.

Kürfürstendamm sonunda Halensee Köprüsü ve ondan önce solda Kutschere Bar. Bize Türk Milli Marşı diye "Ersatz" olarak Leblebici Horhor'u çalar, akıllarınca gönlümü almış olurlardı. Çünkü o tarihte milli marşımız yoktu. Milli marş yerine çoğu defa İzmir Marşını ya da Cezayir Marşını çalarlardı.

Kürfürstendamm 3.5 kilometre uzun, 53 metre geniş. Bu cadde Kayser Wilhelm Gedächtnis Kirche'den Halensee'ye kadar uzanır. Köprü ile Halensee'ye geçilir. Bu caddenin en işlek yeri köşebaşındaki meşhur "Kranzler" kahve ve patiseri ile Jockhaimstalerstrasse kavşağını teşkil eden meydandır.

Şimdi Kürfürstendamm'da Cafè Kranzler, Bräuhaus Schultheiss'in Eckestrasse köşesi, buluşma yeri olarak meşhurdur. Karın doyurmak için bir sürü sandviç bulunduğu gibi, güzel yemek isteyenler için, biraz pahalı ama nefis yemek yenen Kempinski Grill'i çok sevilen yerdir. Kempinski aynı zamanda Berlin'in lüks otellerindendir.

Batı Berlin'in nüfusu bugün 2.134.000 (882 kilometrekare), Doğu Berlin 403 kilo-kare (1.083.000) 

***

BİRİNCİ DÜNYA HARBİ

Birinci Dünya Harbi'nde resmi tebliğlerin hiçbiri orduların savaşlardaki can kaybının sayısını vermedi. Ama 1915 yılının sonunda Britanya ordusu, mevcudunun üçte birini, 273.000 er ve 12 bin subay, aynı tarihte Fransa 590 bin er ve 12 bin subay, Alman ordusu 628 bin er ve 20 bin subay kaybetmişti.

Ondan sonra 1916'daki büyük taarruzlar safhasında Verdun, Alman ordusuna 336 bin, Fransa'ya 362 bin kişiye, Somme'daki büyük taarruzlar Britanya'ya 420 bin, Fransa'ya 202 bin kişiye mal olmuştu. Batı cephesinde sade o yıl 2 milyon muharip savaş dışı edilmişti.

Çanakkale - Gelibolu savaşları da Britanyalılara çok pahalıya mal olmuş, bu savaşlardan Britanyalılar 215 bin, Fransızlar (oraya gönderilen 79 bin kişiden) 27 bin kişi kaybetmişlerdi.

Rusya ordusu harbin ilk iki yılında ölü, yaralı ve esir olarak 3 milyon 800 bin kişi kaybetmiş, ondan sonra bu ordu her üç ayda aşağı yukarı bir milyon ölü ve yaralı ile 500 bin esir vermişti.

ALMANYA'DA

28 Ekim 1918'de Kiel'deki donanma erleri kızıl bayrak açtılar. Ben o tarihte Köln'de bulunuyordum. Kiel'dekilerin Köln'e gelmekte olduklarını tramvayda işittim. Bu isyancılardan bir grup Köln'e geldi. 8 November'de Köln'deki sosyalistler eratla birlikte rejime karşı harekete geçtiler. Klingelpütz hapishanesinin kapılarını açtılar, rastgeldikleri subayların apoletlerini kopardılar. Soygun ve talanlar oldu. Kızıl sosyalistler şehirde anarşik bir durum yarattılar. Beni de bir akşam sokakta çevirerek ayakkabılarımı, paltomu aldılar. Soğukta yalınayak eve geldim. Öldürülmediğime şükrettim. O tarihte Ubiring'de Mainzer Strasse'de oturuyordum. Türkiye'den para gelmiyordu. Akşamları lokantadaki aşçı kadın mutfak penceresinden pişmiş patates veriyor, bununla karnımı doyuruyordum. Gençtim, güçlü idim; yoksulluğun, darlığın sıkıntısına dayanıyordum.

***

Birinci Dünya Harbi bitmişti. Mütarekeden sonra Şerif Paşa (Eski Stockholm Elçisi) bir Kürtlük davası peşine düşmüştü. Talat Paşa memleketin başına böyle bir gaile daha açılmasına ve Kürtlerle Ermenilerin anlaşmasına meydan vermemek düşüncesiyle Şerif Paşayı okşamayı münasip görmüştü. İşte böyle bir emelle içindeki duyguları yenerek Şerif Paşaya yanaşmakta mahzur görmemiş ve onu Kürtlük davasından vazgeçirerek Türk topluluğu lehinde çalışmağa razı etmişti. Talat Paşa Berlin'den Paris'e geçip Şerif Paşa ile görüşmüştü.

***

Berlin 1942

Yabancı basın çevresinde Türkiye'ye karşı bir harekete geçileceği kanısı ağızdan ağıza dolaşıyor, bu kanı bana da ulaştırılıyordu. Kimi pek yakında, kimi her an böyle bir harekete geçilmesi ihtimalini bana söylüyor, ben de sadece tebessümle yetinip hiçbir şey söylemedikçe yabancılar ve özellikle bana bu ihtimalleri yetiştirme ile görevlendirilmiş olanların, benim vurdumduymazlığıma akıl erdiremedikleri yüzlerinden, gözlerinden okunuyordu.

Alman propagandasının bu tür davranışı, benim gibi, karakteri hakkında hiçbir fikirleri olmayan bir kişiye karşı pek ahmakça bir deneme oluyordu. Bir kez Alman Genelkurmayı bu gibi "baskın" hareketlerini yürüyüşe geçinceye kadar son derece gizli ve ancak Führer ve onun yakını olan birkaç kişi bilir, hiç kimseye niyet ve kararlarını sezdirmez, sızdırmazlardı. İkinci Dünya Savaşının başında ve ondan sonra bu tutum Hitler'in temelli ve değişmemiş bir karakteri idi. Onun için benim üzerimde etki yapmak ve bu ihtimallerle ilgili spekülasyonları kendi kanallarımızla Türkiye'ye eriştirmek ve istedikleri telaş ve endişeyi yaratmak gayesinin gerçekleşmesine beni araç diye kullanma teşebbüsleri daima akim kalmağa mahkum idi ve mahkum oldu. 

Işte bugünlerde bir sabah elçilikten bir telefonla acele kaydıyla Büyükelçi Hüsrev Beyin benimle görüşmek istediğini ve beni bekledikleri bildirildi. Çarçabuk derlenip toparlanarak elçiliğe geldim. Elçilikte, Büyükelçi Hüsrev Bey, Ataşemiliter Kâmi Bey, müsteşar Nejat Kavur toplantı halinde idiler. Ben de toplantıya katıldım. Hüsrev Bey doğrudan doğruya konuya girdi: Bugünlerde AlmanlarınTürkiye üzerine yürüyecekleri hakkında söylentiler var. Sizin kanaatinizi öğrenmek istedik. Yabancı basın çevrelerinde kesin bir bilgi, herhangi bir harekete dair bir şey duyulmuş mu? Merkezden şu haber geldi: Bükreş Büyükelçimiz inanılır kaynaklara dayandığı iddiasıyla, Almanların bugün ya da yarın memleketimize karşı harekete geçeceklerini "muhakkak" kaydıyla bildirmiş. Hükümetimiz bunun üzerine bizi uyararak, bu hususta edindiğimiz bilgiyi derhal bildirmemizi istiyor. Siz bu hususta ne biliyor, ne diyorsunuz?" dedi.

Beyefendi dedim, ayağa, sokağa düşmüş türlü laflar dolaşıyor. Bunların hemen hepsi bana eriştirilerek elçiliğimize intikal ettirilmek gayesiyle yapıldığına kanaatim kesindir. Almanların bugünlerde bize karşı bir harekete geçecekleri değil, bu dedikodular geçmeyeceklerine delalet etmektedir kanısındayım bendeniz, dedim.

O günlerde Hitler Poltava'daydı. Hitler 1941 yılının Haziran ayından Kasıma kadar beş ay süren taarruzlarda 162.314 ölü, 33 bin 314 esirle (disparu) büyük kayıplara uğrayarak yüzkırk yıldan beri görülmemiş şiddetli bir kış, -40 derece soğukla Moskova hezimetinden sonra, 1942 ilkbaharında yeni bir saldırı, hezimetin verdiği büyük ziyan ve zararı unutturacak etkisi derin ve geniş olacak bir harekete geçmeyi aklına koymuş, bu arada Türkiye üzerinden bir "yıldırım" hareketiyle bir yandan Kafkasya üzerine yürüyüp Rusya'ya Amerikan yardımını önlemek ve Kafkas petrollerine erişmek, öbür yandan Suriye'den Süveyş ve Mısır'a sarkmak düşüncesi uzun müddet, hemen hemen bütün kış kurcalamıştı. Bahar gelince eski Alman generallerinden Doğu ve özellikle Türkiye uzmanı olan von Kress'in bilgisinden faydalanmak istemişti. Hitler, Türkiye üzerinden bir "yıldırım" hareketinin ne ölçüde başarı sağlayabileceğini von Kress'e sormuş, fakat kendisini tatmin edecek cevabı alamamıştı. Von Kress, Türkiye üzerinden bir yıldırım savaşının yapılmasına birçok nedenler yüzünden imkan olmadığını söylemiş ve demişti ki, "Önce yıldırım savaşı için motorlu güce gereken yollar Türkiye'de yoktur. Arazi çok arızalıdır. Demiryolu tek hattır. Ve en önemlisi Türk ordusu son derece çetin bir savunma yapacaktır. Alman orduları bütün gücüyle yüklense, Yıldırım şöyle dursun, altı ayda bile Türkiye'den zor geçer, belki de hiç geçemez."

Bunun üzerine Poltava'da toplanan Alman güney grupları komutanlarıyla durumu görüşen Hitler, 2 Mayıs 1942'de Kafkasya istikametinde harekete geçilmesi emrini verdi. Bu toplantıda general Manstein ile Stalingrad'da muhasarada kaldığı sırada mareşalliğe yükseltilen Paulus da vardı.

Bunun üzerine 8 Mayıs 1942'de Kırım üzerinden harekete geçildi. Ancak, 1941 sonundan beri Almanlar tarafından, Sivastopol hariç, işgal edilmiş olan Kırım'a Ruslar kışın Kafkasya'dan denizin dar boğazını aşarak Kerç'e sızmışlar, oradan doğuya ilerleyerek Sivastopol'u çevirmiş olan Alman ve Rumen ordusunu arkadan tehdit etmeğe başlamıştır. Bunun üzerine von Manstein, Kerç'i köprübaşı yapmış olan Rusları Kırım'dan çıkarmak maksadıyla taarruz planını hazırlamıştır. Ne var ki meteorologie raporları havayı yağışsız diye bildirdikleri halde planlanan hareketin arifesi olan gece birden bire gökyüzü delinmişçesine sağanak halinde yağmur yağmaya başlamış ve bu yağış sabaha kadar sürdükten sonra, hareket alanlarını bataklık haline sokmuştur.

Bu beklenmedik durumu Manstein bize şöyle anlatmıştı: "Planlarımızı hava raporuna bakarak hazırlamıştık. Yağmur gece yarısı bütün şiddetiyle yağmaya başlayınca, bu talihsizlik karşısında hemen hemen ağlamaklı bir hale geldik. Bu durum karşısında ağır silahları kullanmamağa, çamur deryası olan tarlaları hareketimizde kullanmamağa, hafif silahlarla taarruza geçmeğe karar verdik. Taarruzda ağır makinli tüfeğimiz, 12 santimlik havan toplarımız en ağır silahlarımızdı. Bu tutumumuz karşısında ağır silahlarıyla hiçbir hareket yapamayan Ruslar ağır toplarını, kamyon ve tanklarını bırakıp baskınımız karşısında ağır kayıplar vererek Kerç'e kaçmağa, top ve ağır malzemelerini Kerç kıyılarına yığıp kamyon ve otomobillerinin iç lastiklerini söküp şişirerek bunları bellerine bağladıktan sonra denize açılıp kendilerini denizden toplayan gemi ve kayıklarla Kafkas kıyılarına çıkmışlardır."  

Biz, Manstein'in idare ettiği bu taarruzun zaferle sonuçlanması üzerine Simferepol'a uçakla gelmiş, oradan Parapolen (!) otomobille gelerek...  Kerç'e giden yol üzerinde yüksek fırınlarıyla ağır endüstri tesisleri vardı. Ruslar burada son savunmayı yapmışlar; Kerç'e kadar geçtiğimiz yollarda Rusların hezimetine şahit olmuştuk.

Sivastopol 1941 Ekim sonundan beri muhasara altına alınmıştı. Ruslar Sivastopol'u 600 top ve 1000 havan topuyla savunuyorlardı. Sivastopol'u çeviren arazi savunmaya çok elverişli oluyordu. Ancak 1942 Haziranının ortalarına doğru cephane tükenmiş ve 2 Temmuz 1942'de Kale düşmüştü. Sivastopol 250 gün muhasaraya dayanabilmişti.

Sivastopol'un düştüğü gün Promi (!) bizi Sivastopol'a getirdi. Sivastopol'da birkaç gün kaldıktan sonra Bükreş'e döndük. Bükreş'ten uçakla Harkof'a hareket ettik. Almanlar 28 Haziran'da Harkof üzerine yürümüş, bu harekette 280 bin esir almıştı.

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -3



Hüsrev Beyin Hayali

Nejat Kavur, Berlin gibi İkinci Dünya Savaşı'nda çarpışan iki ayrı âlemin dünya yüzünde en önemli hükümet, ittifak ve kararlar merkezi olan bir yerde görevlendirilecek bir ehliyette değildi. Hitler rejiminin olaylar kasırgasında uçmamak için kurşun gibi ağır olmak gerekiyordu. Bu ağırlık onda yoktu. O postta o hafifti. Kendini beğenmiş biriydi. Büyükelçi Hüsrev Bey zamanında aklınca"balon uçurmağa" bile yeltenmişti. Bu balonlardan birini Hüsrev Beye vermiş, o da bir çocuk gibi balonu uçuruverince nefesi Ankara'da almıştı.

Şöyle ki: Himmler'in perde arkasında bir tertibi olan "Transcontinent" adında Isviçre'de faaliyette bulunan bir haber ajansı vardı. Bu ajans, tarafsız memlekette "tarafsızlık" kılığında Nazi Almanyası'nın işine yarayacak haber uydurmak, gafil diplomat ve politikacıları gaflet anında kendi tertibiyle konuşturup oyuna getirmekle görevliydi.
Hüsrev Bey bana da arada bir balon uçuralım diyor, bu düşüncesini gülümsemekle karşılıyor, bununla yetiniyordum.

1942 yılının Haziran ayında Isviçre'den Transcontinent'in bir muhabiri Berlin'e gelmiş ve elçiliğimize başvurarak Büyükelçi Hüsrev Beyden randevu istemişti. Hüsrev Bey bu haber ajansının isteğini yerine getirmiş, onu elçilikte kabul etmişti. Ne konuştuklarını bilmiyorduk. Bu konuşma daha o gün Isviçre'den bütün dünyaya yayınlanmıştı: Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi "Transcontinent" muhabirinin Türkiye - Almanya ilişkileri hakkındaki sorusuna verdiği cevapta, "Almanya bizim (Türkiye'nin) hayat sahasıdır, biz (Türkiye) de Almanya'nın hayat sahasıyız" buyurmuşlardı.

Bu deyiş Anglo - Sakson dünyasında bugünün atom bombası patlaması gibi korkunç bir etki yaratmıştı. Washington - Londra, Washington - Ankara, Londra - Ankara arasında telgraflar durmadan gidip geliyor. Ne oluyoruz, neler oluyor? Uyuyor musunuz? Uyuyor muyuz? Uyutuluyor muyuz? diye durmadan soruluyor. Britanya ve Amerika büyükelçileri Dışişleri Bakanlığımıza başvuruyor, orası Berlin'de Türkiye Büyükelçiliğinde olup bitenlerden habersiz olduğu için bu konuda bir şey söyleyemiyordu. Bu durum karşısında iki büyükelçi Cumhurbaşkanı Inönü'ye gitmeğe karar verdiler. Inönü de Berlin Büyükelçimizin durup dururken bizi "Almanya'nın hayat sahası" yapmasındaki hikmete akıl erdirememiş olduğundan Britanya ve Amerika büyükelçilerine ne diyeceğini bilememiş, "böyle yersiz ve anlamsız bir Beyanın, mihver devletlerinin, hasımlarının sinirlerini bozmak, zihinlerini allak bullak etmek için böyle bir balon uçurmuş olacaklarını, etraflı bilgi edinmek için Berlin Büyükelçimizin Ankara'ya çağırıldığını söyledi.

Tam o günlerde Necmettin Sadak'ın başkanlığında, Selim Sarper, Nadir Nadi ve Adana'dan Ferit Celal'in kardeşi, Alman hükümetinin çağrısına uyarak Berlin'e gelmişti. Elçilikte, koridorda Hüsrev Bey, Necmettin Sadak ve Selim Sarper'le karşılaştı. O gün bir salı günüydü. Elçilik katiplerinden bir arkadaş, tertip ettiği bir çay toplantısına Hüsrev Beyi çağırmıştı. Ayak üzeri konuşuldu. Hüsrev Bey, Necmettin Sadak'a "Beni böyle acele çağırmalarını ne gerektirdi, bilmiyorum, beni Dışişleri Bakanı mı yapacaklar?" diyordu.

Biz Hüsrev Beyin "Transcontinent"e yaptığı beyanı biliyorduk. Bu işin iç yüzünü "güvenilir yer ve kişilerden Ankara'da öğrendiğine hiç şüphe olmayan Necmettin Sadak, Hüsrev Gerede'nin saflığına gülümseme ile bakıyor, fakat hiçbir yorum ve mütalaaya katılmıyordu.

Bu nazik anlarda böyle bir beyanda bulunan bir Berlin Büyükelçisinin, Dışişleri Bakanı olmayı aklından geçirmesi ne hazin bir tecelliydi!?

Anglo - Sakson devlerinin karşısında Türkiye'nin Berlin Büyükelçisinin gafını bu gafil elçiyi hemen merkeze çekmek ile tamire girişilmişti.

Hüsrev Bey ve hele madam Göring'le sıkı bir dostluk kurmuş, Alman hükümet merkezinde adeta "etablie" (=yerleşmiş, mukim) olmuş bulunan eşi hanımefendi, Türkiye'ye dönüşe, Dışişleri Bakanlığı'na kendini adaylamış olmasına rağmen hiç de istekli değildi.

Almanlar Türk basınını fethediyor...

Elçilik mensuplarıyla ufak bir ayrılış toplantısından sonra bir salı günü bir daha dönmemek üzere Hüsrev Gerede ailesi Berlin'den ayrıldı. Bir iki gün sonra da Necmettin Sadak başkanlığındaki basınımız mensupları üç hafta süren bir cepheler turuna çıktı.

Temmuz ayı idi. Heyetimiz kendisine tahsis edilen bir otobüsle önce Almanya'nın içinde birkaç şehirde ağırlandıktan sonra önce Lüksemburg'a uğradı. Bir gece bu şehrin iki katlı eski, fakat itibarlı bir otelinde kaldıktan sonra, Fransa'ya geçmek için yoluna devam etti.

Lüksemburg şehri ortasından epey alçakta, daha doğrusu derinde olan bir vadi ile ikiye bölünmüş, iki yanı bir köprü ile biribirine bağlanmış ilginç, şirin bir kenttir. Vadi yer yer serpilmiş, yukardan bakınca bibloyu andıran villalarla doludur.

Reims'te bir gece kaldık. Bu gece için Alman tertipçileri bir sürpriz hazırlamış olduklarını akşam yemeğinde bize eriştirdiler.

Ay ışığı vardı. Akşamın dokuzuydu, sokaklarda bazan bir askere, bazan bir askeri polise raslıyorduk. Bu birkaç kişinin dışında halktan tek insan yoktu Reims sokaklarında. Bir büyük alan mı idi, yoksa geniş bir cadde mi, ay ışığına rağmen akşamın loşluğunda pek anlaşılamıyordu. Mihmandarımız yaşlıca bir yüzbaşıydı. Yedek subay olsa gerek. Bir büyük, iki katlı villanın önünde durduk. Yüzbaşı, "Palais d'Orient'dir burası. Bu gece burası sizlerin emrinde. İstediğiniz gibi güler eğlenirsiniz!" dedi. Alman askeri komutanlığı bize Reims'in en göz kamaştırıcı bir bordelini o gece için başka kimsenin içeri alınmaması emrile bize hazır tutmuştu.

Içeri girince "Elhamra" sarayında olduğu gibi tavanı pembe mermer sütunlara oturtulmuş büyük, ama çok büyük bir salonda kendimizi bulduk. Salonda büyük gazinoda olduğu gibi, sandalya ve koltuklarla çevrilmiş masalar ve bunlarda ikişer üçer genç kadınlar akşam tuvaletlerile bu akşam Türk gazetecilerini memnun etmek, dişilik görevi yapmak için salonu yayılmışlardı.

Salon bu halile hiç de içaçıcı değildi. Palais'liğine palais idi ama Palais'nin bordel alanı, bana Lautrec'in Paris bordellerinde resmini yaptığı tabloda müşteri bekleyen orospulu sahneyi hatırlattı. Tiksindim, iğrendim ve gönlümüzü hoş etmek isteyen Almanların sözüm ona bu inceliğindeki kabalığa canım sıkıldı.

Salona bitişik bir odaya geçtik. Bizim sayımız kadar, altı kadın da bizimle sohbet etmek için bize katıldı. Yüzbaşı bu evin kadınlarıyla içli dışlı olmuştu. Anlaşılan, yabancı konuk ağırlamada, özellikle bu türde becerikli bir uzman olmuştu. Şampanyalar içildikçe hava gitgide ısınıyor, ağız şakalaşmaları yavaş yavaş el ve elleme şakasına dönüyor, aramızdaki resmilik perdesi tamamile kalkıyordu. Bir ara kafayı adam akıllı şampanya ile doldurmuş olan yanımızdaki genç bir gece kuşu eteklerini kaldırdı, arkasındaki kaba etlerini sandalyada oturan yüzbaşının suratına bastırdı bastırdı, neredeyse bu hınçla Alman subayını duvarla pembe beyaz butları arasında boğacaktı. Bereket versin bu kinli davranış şaka havasına sokuldu ve biz konuklara sarayı gezdirmek bahanesiyle gitgide kızışan havada büyük bir patlama olmanın önüne bu saray dolaşmasıyla geçildi. Bu dolaşmada, yanımızda sarayın birer nedimesi vardı.

Pembe, sarı, mor, yeşil, hasılı ben diyeyim yirmi, siz rahatça otuz, kırk diyebileceğiniz türlü renkte şık ve klasik stilde mobilyalı yatak odalarında dolaştırıldıktan sonra "nedime"miz bize "bu da şimdi bizim odamız!" deyip kapıyı kapattı ve her birimiz "biz bize" kalıverdik. Dünya milletleri boğaz boğaza gelip birbirini aklın havsalanın alamayacağı canavarlıklarla öldürmeye çalışırken biz de hangi âlemde "saray safası!" sürüyorduk.

Bu gezide Necmettin Sadak, Asım Us, Selim Sarper, Nadir Nadi, Adana'dan Ferit Celal'in kardeşi ve ben vardım.

Sabah kahvaltımızdan sonra otelin barında Necmettin Sadak'la birer minyon şişe şampanya içmiştik. Reims şampanya kentidir. Herkes bize yabancılığımızı anlayarak hınçla yan bakıyordu. Akıllı davrandık da otobüsün önüne Almanlarca takılan bayrağımızı yerinden çıkarıp kaldırdık.

Reims'e bizi Paris'e resmen çağırmakla görevlendirilen bir elçi, Paris'ten geldi. Hiçbirimiz buna razı olmadık. Bir milletin başına gelen felaketin hükümet merkezinde seyircisi olmak hasletsizliğine kendimizi sürükletemezdik.

Gece sokağa çıkma yasağı vardı. Sabah olunca otelin önündeki trotuarda masalar oranın devamlı müşterileriyle dolmuştu. Çoğu kadındı. Tek tük yaşlı erkekler bunların arasında kayboluyordu. Dükkanlar bomboştu.

Yıl 1942. Savaşın sonu ne olacağını kesin olarak kimse bilemiyordu. Almanlar kudret ve güçlerini henüz yitirmemişlerdi. Kim çıkaracaktı bu Alman ordularını Fransa'dan. Ticaret durmuş, kazanç imkanları hiçe inmiş, ne tarım, ne endüstri kalmış. Şarabı, şampanyayı, konyağı Alman alıyor, Fransızlardan aldığı franklarla bunları ödüyordu.

Bu savaşta Reims'in katedraline bir şey olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi bu sefer Fransa'da yanmış yıkılmış yer yoktu. Almanlar, Fransızların en çok güvendikleri bir Çin duvarını derinlemesine toprağa gömdükleri "Maginot" hattına çok bel bağlamışlardı. Alman sınırına paralel, boydan boya olan bu yeraltı tahkimatında Sedan çevresinde açtıkları bir gedikten Fransa'ya bir sel gibi akmış ve bu tahkimatla anavatan Fransa arasına girerek bu memleketi manen yıkmış, Fransa'yı baştan başa istila etmişlerdi. (Yazılmış, sonradan üstü çizilmiş bir cümle: "Reims'ten dönüşte yolumuzun üstünde Verdun programa alınmış, orada bir gün ve bir gece kaldık.)