25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -6




SUYU YIKATAN ADAM

Abdülhak Şinasi ile 1933'de bir akşam Ankara Palas'ın paviyonunda İnönü'nün kardeşi Hayri aracılığıyla tanışmış oldu(k). O günlerde Evkaf apartmanında bir dairede ikamet ediyordum. O da aynı apartmanda başka bir dairede oturuyor. Geceleri çoğu defa onu tek başına karanlıkta bir aşağı bir yukarı dolaşırken görür, bu hali acaibime giderdi. Kimdir, neyin nesidir bilmezdim. Yalnız, Dışişleri Bakanlığı'nda bir kurulda ya mütercim ya da sekreter olarak ücretle çalışan bir kimse olduğunu arkadaşlardan biri söylemişti.

O sıralarda "Karpiç" Taşhanın altında restoranını açmıştı. Akşamları çoğu zaman orada da yemek yerdim.

Abdülhak Şinasi ile tanıştığımız akşam benimle birlikte yemek için ısrar etti. Karpiç'e geldik. Ismarladığım çorbama, "Aman efendim et suyunda maydanos ne demek, olur mu böyle şey, verin geri götürsünler!" diye müdahale edince dona kaldım. Başıma böylesi ilk defa geliyordu. Yeni tanıştığım bu adam acaba normal bir kimse değil mi, diye bir an düşündüm. Belki şaka, belki bir "muziplik" olması için yapıyor sandım. Arkasından limona da isyan etti. Acaip, tuhaf, ruh hastası olabilir dedim içimden. Ama terbiyesinde bir sakatlık bulunduğuna hükmettim.

Ertesi akşam Ankara Palas paviyonunda yine karşıma çıktı. "Yemekte yine beraberiz, sizi bırakmam!" diye ısrar etti. Bu sefer sırf kötü bir soğukluk olmasını önlemek için çorbadan vazgeçtim. Edebiyattan laf açıldı. Laf Abdülhak Hamid'e geldi. Ben onun neden "muazzam", "azam" diye şairlerin en büyüğü haline sokulduğuna bir türlü akıl erdiremediğimi söyledim. Meğer Abdülhak Şinasi "Şairi Azama" sonsuz ölçüde tutkunmuş. Benim akıl erdiremeyişim onu çileden çıkardı.

Yemekte tahakküm, fikirde tahakküm, olacak şey değildi bu davranışlar benim için. Birkaç gün sonra yine "Bırakmam sizi, beraber yiyeceğiz!" deyince, "Beyefendi siz beni az tanıyorsunuz, benim böyle tahakkümlü ahbaplığa asla tahammülüm yoktur. Ben hiç beklenmedik bir anda insanı fena halde terslerim!" dedim ve derhal aramıza bir tampon koyuverdim.

Abdülhak Şinasi'nin bu acaip halini Suphi Nuri İleri'ye anlattım. Suphi Nuri Bey bunun üzerine onun çok titizliğinden, nezaketinden bahsetti ve şunları anlattı: "Üstad Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi'nin mikrop korkusundan bahsederken şu hikayeyi tekrar eder dururdu:

Bir gün Löbon Pastanesindeydik. Abdülhak Şinasi garsondan bir bardak su istedi. Ben de şaka olsun diye garsona seslenip, beyefendinin suyunu temizce yıkayıp getiriniz, dedim.
Hele Abdülhak Şinasi'nin şairliğinden bahseden üstad Nazif yine şaka olsun diye, "Şinasi Bey o kadar naziktir ki Paris'ten geçen Sen nehrine Siz diye hitap eder ve Allah'a da şiirlerinde her vakit sen demeyip siz derdi.

Selim Hüzhet, Şinasi'nin küçük kardeşi idi. 


ÇAĞI YAKALAMAK

Birinci Dünya Savaşı sonunda müttefikleriyle birlikte yenilgiye uğrayan Osmanlı Devleti içinde, Türk Milleti Sevr diktasıyla Beni İsrailliler gibi vatansız bir kalabalık haline gelmeğe mahkum edilmişti.

Türk milletine vatan kurtarmak, Türk milletini zillet ve mezelletten kurtarmak savaşı idi Milli Kurtuluş Savaşı. Mustafa Kemal olmasaydı, dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuş olan Türk milleti cihanı kaplayan o devler devi tarihiyle birlikte yok oluyordu, biz bugün yoktuk.

Kurtuluş Savaşını kazandıktan sonra milletler tupluluğunda uygar millete yakışan yere ulaşmak var olmamızın baş gayesiydi. Bunun için de kendi kendimize yetecek bir üretim teknik ve mekanizmasını buna gerekli kadrosuyla meydana getirmek zorunluğu vardı.

Buna bilgi, buna kendilerine güvenilir eleman, davayı anlayan, benimseyen, metod ve disiplinle çalışmasını kendine sindirmiş olan insan, Türk lazımdı.

Kadro, bilgili insanlar kadrosunu kurmak hemen hemen mümkün değildi o günlerde. Ne politikacı diye tanınmış olanlar içinde, ne devlet kadrolarında ekonomi, sosyoloji, teknoloji, fabrika ve fabrikasyon üzerinde durmuş, düşünmüş, bunlarla ilgili bilimlerle cihazlanmış kimse vardı. Ne endüstriyi, ne endüstrileşmeyi bilen, anlayan, hakkıyla kavrayan, hasılı bu konularda otorite olabilecek, yol gösterecek Türkümüz vardı.

Oysa millet olarak tam kurtuluş yoluna girmek, kurtulmuş olmak ancak ve ancak uygar milletlerin çağına ve çapına onlar gibi bilim ve teknolojiyle cihazlanarak onlara adım uydurmakla kabildi. Bu ise tam olarak her alanda çağdaş anlayışla yetişmiş, bilgilenmiş kadroyla sağlanabilirdi. Bunun dışında kalkınma ve kurtuluş için her deneme, her heveslenme taşsız yeldeğirmenini andırırdı. Netekim birçok yıllarımız böyle bir yeldeğirmeni çalışması içinde heba olup gitti. Didindik durduk. (Kırmızıyla sonradan bir cümle eklenmiş =) Dışardan bir sürü uzman getirildi, çoğu işe yaramaz çıktı.

Hükümetleri kuranlarımızın hiçbiri modern çağ düşünme tarzı, bilgisiyle dolgulu değildi. İstisnasız olarak hepsi ve her biri derme - çatma, kulaktan dolma sözüm ona bilgilerle mükemmel birer diletant (amatör, sanat düşkünü, derinliksiz) idi. Parlamentoyu devre devre dolduranların çoğu ya "darulfünun" hukukçusu, mecellecisi, mesleğinde başarılı olamamış avukatlar, ya medrese teologu ya askerlikte yıpranmış emekli subaylar, ya da "özel tahsil" allamesi kimselerdi. Ama hepsi de kendine göre"iyi niyet sahibi" idi. İyi niyet sahibi olmak ta bir meziyyetti (kırmızıyla sonradan devam) ama çağımıza gereken bilgi olmadıkça, iyi niyet yavan bir fazilet olmaktan başka bir şey değildi.

Zamanı değerlendiremiyorduk. Zaman, özellikle bizim için zaman zerresi bile, heba edilmemesi gereken hayati önemi en ön sırada olan bir varlık unsuruydu. Onu değerlendirmeye yeter bilgimiz, anlayışımız, gücümüz olmadığından o canım zaman, yıllar yılı önümüzden akıp gitti. Oysa telafisi asla kabil olmayan, değerlendirilmeden geçip giden "zaman"dır (kırmızıyla sonradan devam) ki gitti gider. Gelen, durmadan gelen zaman, değerlendirilmeden giden zaman asla değildir. Bunu anlamamışızdır. Bunu yalnız halk değil, devlet adamlarımız da anlamamıştır: Değerlendirmesini bilmediğimiz "yitirilmiş" zamanı "telafi" edemediğimizden, zamanı değerlendirmesini bilen batılılar arayı açmışlar, açtıkça açmışlar, biz geri kalmışızdır. Onların durmaları, bizi beklemeleri ile ancak onlara erişebiliriz. Yoksa ileriye erişince onları orada bulamayacağız, bizim zamanı değerlendirdiğimiz sürede onlar da değerlendirecek daha ileriye atılım yapmış olacaklardır. Nitekim öyle olmaktadır.  


"IŞ VAR MI?"

Dışişleri Bakanlığı'nın dışarıda görevlendirilen sekreterler ya da konsolosluk işleri memurları, birbirleri ile mektuplaşmalarında arasıra "iş var mı" diye soruverirler. Bu bir yoklama, bizimkilere mahsus bir sondajdır. Bunu bilmeyen, işlerin farkında olmamış ya da olamamış olan bir "acemi" ya da toy, sorulan şeyin, elçiliğin günlük olağan işleri sanır, "işimiz pek o kadar çok değil" ya da "işimiz çok, nefes alamıyoruz," der. Arkadaşından bu cevabı alan, kahkaha ile güler. Ikinci mektubunda, yahu ben sana elçiliğin işlerini sormuyorum, döviz - altın işi gibilerden iş var mı, iş oluyor mu, diye sordum, der. (*)

Gerek Ikinci Dünya Savaşı sırasında, gerek savaş bitip barışa geçildiği günlerde diplomatlar, İsviçre'den döviz karşılığı altın alıp Fransa'ya getiriyor, Fransa'da altını büyük kârla dövize çevirip İsviçre'ye yeni bir parti altın için dönüyorlardı. Kısacası İsviçre ile Fransa, Almanya, İskandinavya, Hollanda, Belçika arasında mekik dokuyorlardı. Bizimkiler de bu alanda büyük bir çalışkanlık gösterdiler. Hatta en ön safta yer aldılar. Birçokları Almanya gibi sigara, kahve, viski, konyak cinsinden şeyleri tükenmiş olan memleketlerde diplomatlar kendilerine tanınmış imtiyaz imkanlardan fazlasıyla, servet denecek ölçüde çıkar sağladılar.

İsveç'te alkollü içkiler devlet tekelindedir. Halkın yerli içkisi olan 40 derecelik akvavit konyak, viski türünden içkilerin tüketimi sınırlı idi. Erkeklere ayda iki litre, kadınlara bir litre içki yıllık karne ile verilirdi. Lokantalarda yemeklerde en çok yedibuçuk santilitre içki verilirdi; lokantalarda şarap sınırlanmamıştı, fakat şarap dışardan getirildiği için halka çok pahalı oluyordu. Bu sınırlama, içkiye çok düşkün olan İsveçlileri karaborsada yüksek fiyatla içki sağlamak zorunda bırakıyordu.

(*) "Iş var mı" milletlerarası dilde "contrebande" diye adlandırılan ve bir memlekette yasaklanmış işlere, o memleketin kanunlarına karşı ticaret yapmak işi soruluyor. "C.D." Contrebandier Diplomatique diye  nam verilmişti.


VİDALI YAPRAK

Yazının başlığındaki yaprak vidalanalı yirmi küsur yıl oluyor. Ankara'da o zamana kadar başarabildiğimiz en büyük yapı eseri, kasırgaların Eskişehir ovalarından kaldırıp Ankara'ya sürdüğü toz yığınlarını önlemek maksadıyla, istasyondan Dışişleri Bakanlığı'na kadar çektiğimiz "Haydarbey duvarı" idi.

Bir başkent yeniden kuruyorduk, fakat şehircilik bilgimiz olmadığından, işi nereden tutup hangi tarafından ona başlayacağımızı bilmiyorduk, yapacağımızı şaşırmıştık. Bu şaşkınlık günlerinin çılgın fikirlerini sağduyu az çok kontrolü altına alıncaya kadar epeyi geçti ve Ankara, Ankara oluncaya kadar ne kazalar atlatmadı. Günün ruh haleti gerektirdiği için olacak, göze yüksek görünsün diye, bazıları fikirlerini yukarlarda dolaştırıyorlardı. Hiç unutmam, bir gün İstanbul Şehireminlerinden bir zat (Operatör Emin Bey) Ankara'nın imar işi görüşüldüğü bir mecliste "Ben buranın şehremini olsaydım, Ankara Kalesi'yle karşısındaki tepe arasına bir köprü kurardım" diyordu.

Bir şehremini de (Asaf Bey) yetmiş yıl önce bir Avrupa sergisinde teşhir edilmiş, sonra Aachen şehrinde bir meydanda havuzun ortasına konmuş olan madenden dökülmüş bir şadırvan kopyesini Almanya'dan getirtip, Çankaya yolundaki mısır tarlaları ortasına yaptırdığı bir havuza dikmişti. Suyu olmadığından, havuzun içindeki çöplükte tavuklarla kargalar eşeleniyor, şadırvanın tepesinde de leylekler yuva kurmaya çalışıyordu.
İşte bu biçim örnekler vermeye başlayan bir görüş ve anlayış kargaşalığından şehri kurtarmak için Ankara imar planı kanunlaşmış ve uygulanmaya geçilmişti. Ancak, bir yandan şehircilik hakkındaki bilgi kıtlığı, öte yandan imar planını arsa ve tarlalarının yerine, enine ve boyuna göre ölçüp değerlendirenlerin özel çıkarları ikide bir planın karşısına dikiliyordu.

Bu patırtıda, gazi paşanın "abidei irtişa" demesi üzerine, kuruluşu dikkati çok çekmiş olan ve imar planına uyması istenen bir köşebaşı yapısının sahibi yüzünden, (Bu zat parlamento bütçe komisyonu başkanı idi), imar bütçesi az kalsın güme gidiyor ve imar planı da nerede ise projeler, raporlar panteonunu boyluyordu.

O sıralarda planın teferruatiyle ilgili bazı prensip sorunlarından ötürü profesör Jansen'in canının sıkıldığı bir gündü. "Anlaşma zorluğu iki ayrı âlemin görüş ayrılığından ileri geliyor. Ben burada bir parkta dolaşırken, bunu gözümle gördüm" demişti.

Bir gün bu parka profesörle birlikte gittik. "Şu hale bakınız" dedi, "Bu zihniyet burada ağır bastıkça, 'modern'i ölçmekte, ona değer vermekte anlaşmak güçleşecektir. Onun için zorluklara şaşmamak gerekiyor."

Parkta, sanatkar ve imarcı profesörün dikkatini çekmiş ve onu uyarmış olan şey, koşar durumda çıplak bir çocuğun tunçtan yapılmış statüsü idi: Batı görüşlü ya da batılı bir sanatkarın memleketimiz dışında yaptığına şüphe olmayan bu tunç esere, bize geldikten sonra, göbek altından aşağısına, önüne, Ankara tenekecilerine yaptırılmış olan çinko ya da teneke bir yaprak vidalanmıştı. Bu statüye vidalanan yaprağı gördükten sonra, profesörün kavrayamadığı sorun, sanat eserlerine bakan gözlere hükmeden telkinin teneke yaprakla bu tunç dökmesi çocuğun önünü örtmüş, kuyruk sokumundan aşağısını açık bırakmış olması idi. "Don neden giydirmemişler acaba?!" diyerek profesör Jansen şaşıyordu.

Bu yaprak "doğu" ile "batı"nın çirkin ve güzel hakkındaki anlayış ve görüş farkını belli eden alametlerden bir tanesi idi. O statü bizdekilerce yapraksız halile çirkindi; batı için ise tenekecilerin vidaladıkları yaprakla çirkinliğin ve çirkin bir anlayışın mükemmel bir anıtı olmuştu. Nitekim bunu gören Avrupalı yabancıların çoğu, onun fotoğraflarını çekip, yalnız sanata değil, yaşayışımızın birçok alanlarına müdahale eden cadı ruhun zorlayışına örnek diye, bu fotoğrafları memleketlerine göndermişlerdi.

Işığa, aydınlığa yavaş yavaş alıştırır gibi, bu statü türünden sanat eserlerine, batı anlayışındaki güzele idrakin gözlerini perde perde alıştırmak için idealinize aykırı tavizlerde bulunmak zorunluğunu duyduğumuzu, hatta birçok güzel düşünceleri içimize gömdüğümüzü, onları, kötü görmekten kıvanç duyan gözlere, dindarlık müraisi taassuba, bunların anası olan cehalete adeta adanmış kurban diye vererek selamete çıkmağa çalıştığımızı profesör düşünemiyordu. Elbette düşünemezdi; çünkü onun âlemi gelişmenin bu safhasını aşalı nice yüzyıllar olmuştu.

Cehalet karanlığından sıyrılıp kurtulmak ve bizim de katılmak için uğraştığımız ilerilik ve aydınlık âlemine geçen bütün milletlerin kaderinde bu kurban faslı var. Bizden önce, en son olaylar oldukça eski, yüzlerce yıl geridedir.

Kimbilir, Milos Venüsü de belki böyle devrimbaşı günlerin birinde yapılmıştır; onu yapan sanatkar, habis ruhun kendisi olan karanlık ucubelerinden önce davranmak zorunda kaldığı için, güzelliğin kollarını kırık yapmış ve kolları kurban etmiştir. Böylece bugün gördüğümüz Venüs'ün geri kalan bütünlüğünü bize kurtarmıştır.
Tenekecilerin yaprağını tunç çocuğa vidalamaya bizi zorlamış olan ruh ve zihniyet, ondan sonra başka tunçlara kilot giydirdi... Ya peştemal diye tuttursaydı?!

Gelecek kuşaklarımız bu teneke yapraklı ve kilot giydirilmiş tunçlara hayretle, ibretle bakarken, aydınlığa çıkıncaya kadar neler çekildiğini, nerelerden geçildiğini daha iyi anlayacaklardır. O zamanı düşününce, Picasso'nun tiplerinde biçimleşen zihniyetler, kavrayışlar gözlerinin önüne gelecek, karnın hizasına sarkmış gözlerle gören, mide ile düşünen, bağırsaklarıyla idrak eden ucubeler görecekler.

Bu ucubeler şimdiki atmosferde çok, hem de pek çok var. Milli varlığımıza sarılıp dolanan, ilerlerken ayağımıza takılan, gözümüzü bağlayan, görüşümüzü tıkayan, vicdanlara fesat karıştıran bu karanlık ucubeleri, yalnız ışığa, aydınlığa dayanamaz, ölür giderler. Onun için devlet temeli olan, "Türk toplumunu" bol ışığa, "Türk toplumu"nu bol aydınlığa çıkarmaktan başka kurtuluş çaresi yoktur. Bu kurtuluşladır ki, hürriyet gerçekleşir.

Dediğim bu ucubeler, aldırış etmeye etmeye zamanla üremiş, doğu atmosferinin meydana gelmesinde büyük bir rol oynamıştır.

Bizans Kiliselerinde, harabe artıklarındaki resim ve mozaiklerdeki insanların biçimlerine, hallerine, onlardaki suratlara bilmem hiç dikkat ettiniz mi? Taban biçimi, balmumu sarısı upuzun suratlar; açlıktan mı, yoksa işkenceden midir nedir, o eriyip akmış suratlarda büyümüş, fırlamış gözler... Yaşantıya küsmüş, doğadan ürkmüş, doğduğuna pişman olmuş tipler.. Taptıkları Meryem Anaya bile bunların arasında bir ukubet. Bizans atmosferinde onları yapan sanatkar, sanki "Ey tanrının kulları, bakın biz ne halde idik? İşte bu biçimde düşünür, böyle görür, böyle anlardık!" demek istemiştir.

"Türk" fethettiği yerlerde korkunç bir atmosfere dalmıştır. Ister papazlık, ister softalık olsun, hepsinin maya ve mahiyeti bir olduğundan, zamanla Hint'in mistiğine bürünmüş olan arabınki Bizansın papazlığı ile çabuk kaynaşmış, karanlık ucubelerini besleyip üretmiş; toplumumuza terbiye demiş girmiş, gelenek demiş sokulmuş; Tanrı buyurdu demiş işine geldiğini uydurmuş; dindarlık mürailiği ile morale fesat karıştırmaya kalkmış; yalanı marifet, riyayı meziyet haline getirmiş, ondan sonra yüzlerce yıl insan zaaflarının türlü yollarından hamuru gençlik, dinçlik ve dinamizm olan Türklük masifini kemirmeğe koyulmuştur. Foyası meydana çıkmasın diye de kullanmadığı hile ve yalan kalmamıştır ki bu yobaz şarlatanlığının en başında, din gerçeğini kendi dilinizden öğrenmeyi günah diye telkin, "olamaz" diye önlemiş olması gelir.

Sanki Tanrı arapmış ve tanrı âleminde yalnız arapça düşünülür, Tanrı meramının derinliklerine arap merdiveninden başka bir şeyle inilip erişilemezmiş gibi, dindarlık makyajıyla arap nasyonalizminin propagandası yapılmıştır, yapılmaktadır.
"Vidalı Yaprak" yaşantımızda kanser gibi dallanmış, işte böyle bir kökü kuruyası cehennem ağacının yaprağıdır. Ondan bahsetmek yirmi küsur yıl geçtikten sonra kısmet oldu. (Ulus, Stockholm, Ekim 1949)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder