SUYU YIKATAN ADAM
Abdülhak
Şinasi ile 1933'de bir akşam Ankara Palas'ın paviyonunda İnönü'nün kardeşi
Hayri aracılığıyla tanışmış oldu(k). O günlerde Evkaf apartmanında bir dairede
ikamet ediyordum. O da aynı apartmanda başka bir dairede oturuyor. Geceleri
çoğu defa onu tek başına karanlıkta bir aşağı bir yukarı dolaşırken görür, bu
hali acaibime giderdi. Kimdir, neyin nesidir bilmezdim. Yalnız, Dışişleri
Bakanlığı'nda bir kurulda ya mütercim ya da sekreter olarak ücretle çalışan bir
kimse olduğunu arkadaşlardan biri söylemişti.
O
sıralarda "Karpiç" Taşhanın altında restoranını açmıştı. Akşamları
çoğu zaman orada da yemek yerdim.
Abdülhak
Şinasi ile tanıştığımız akşam benimle birlikte yemek için ısrar etti. Karpiç'e
geldik. Ismarladığım çorbama, "Aman efendim et suyunda maydanos ne demek,
olur mu böyle şey, verin geri götürsünler!" diye müdahale edince dona
kaldım. Başıma böylesi ilk defa geliyordu. Yeni tanıştığım bu adam acaba normal
bir kimse değil mi, diye bir an düşündüm. Belki şaka, belki bir "muziplik"
olması için yapıyor sandım. Arkasından limona da isyan etti. Acaip, tuhaf, ruh
hastası olabilir dedim içimden. Ama terbiyesinde bir sakatlık bulunduğuna
hükmettim.
Ertesi
akşam Ankara Palas paviyonunda yine karşıma çıktı. "Yemekte yine
beraberiz, sizi bırakmam!" diye ısrar etti. Bu sefer sırf kötü bir
soğukluk olmasını önlemek için çorbadan vazgeçtim. Edebiyattan laf açıldı. Laf
Abdülhak Hamid'e geldi. Ben onun neden "muazzam", "azam"
diye şairlerin en büyüğü haline sokulduğuna bir türlü akıl erdiremediğimi
söyledim. Meğer Abdülhak Şinasi "Şairi Azama" sonsuz ölçüde
tutkunmuş. Benim akıl erdiremeyişim onu çileden çıkardı.
Yemekte
tahakküm, fikirde tahakküm, olacak şey değildi bu davranışlar benim için.
Birkaç gün sonra yine "Bırakmam sizi, beraber yiyeceğiz!" deyince,
"Beyefendi siz beni az tanıyorsunuz, benim böyle tahakkümlü ahbaplığa asla
tahammülüm yoktur. Ben hiç beklenmedik bir anda insanı fena halde
terslerim!" dedim ve derhal aramıza bir tampon koyuverdim.
Abdülhak
Şinasi'nin bu acaip halini Suphi Nuri İleri'ye anlattım. Suphi Nuri Bey bunun
üzerine onun çok titizliğinden, nezaketinden bahsetti ve şunları anlattı:
"Üstad Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi'nin mikrop korkusundan bahsederken
şu hikayeyi tekrar eder dururdu:
Bir
gün Löbon Pastanesindeydik. Abdülhak Şinasi garsondan bir bardak su istedi. Ben
de şaka olsun diye garsona seslenip, beyefendinin suyunu temizce yıkayıp
getiriniz, dedim.
Hele
Abdülhak Şinasi'nin şairliğinden bahseden üstad Nazif yine şaka olsun diye,
"Şinasi Bey o kadar naziktir ki Paris'ten geçen Sen nehrine Siz diye hitap
eder ve Allah'a da şiirlerinde her vakit sen demeyip siz derdi.
Selim
Hüzhet, Şinasi'nin küçük kardeşi idi.
ÇAĞI YAKALAMAK
Birinci
Dünya Savaşı sonunda müttefikleriyle birlikte yenilgiye uğrayan Osmanlı Devleti
içinde, Türk Milleti Sevr diktasıyla Beni İsrailliler gibi vatansız bir
kalabalık haline gelmeğe mahkum edilmişti.
Türk
milletine vatan kurtarmak, Türk milletini zillet ve mezelletten kurtarmak
savaşı idi Milli Kurtuluş Savaşı. Mustafa Kemal olmasaydı, dünyanın en büyük
imparatorluğunu kurmuş olan Türk milleti cihanı kaplayan o devler devi
tarihiyle birlikte yok oluyordu, biz bugün yoktuk.
Kurtuluş
Savaşını kazandıktan sonra milletler tupluluğunda uygar millete yakışan yere
ulaşmak var olmamızın baş gayesiydi. Bunun için de kendi kendimize yetecek bir
üretim teknik ve mekanizmasını buna gerekli kadrosuyla meydana getirmek
zorunluğu vardı.
Buna
bilgi, buna kendilerine güvenilir eleman, davayı anlayan, benimseyen, metod ve
disiplinle çalışmasını kendine sindirmiş olan insan, Türk lazımdı.
Kadro,
bilgili insanlar kadrosunu kurmak hemen hemen mümkün değildi o günlerde. Ne
politikacı diye tanınmış olanlar içinde, ne devlet kadrolarında ekonomi,
sosyoloji, teknoloji, fabrika ve fabrikasyon üzerinde durmuş, düşünmüş,
bunlarla ilgili bilimlerle cihazlanmış kimse vardı. Ne endüstriyi, ne
endüstrileşmeyi bilen, anlayan, hakkıyla kavrayan, hasılı bu konularda otorite
olabilecek, yol gösterecek Türkümüz vardı.
Oysa
millet olarak tam kurtuluş yoluna girmek, kurtulmuş olmak ancak ve ancak uygar
milletlerin çağına ve çapına onlar gibi bilim ve teknolojiyle cihazlanarak
onlara adım uydurmakla kabildi. Bu ise tam olarak her alanda çağdaş anlayışla
yetişmiş, bilgilenmiş kadroyla sağlanabilirdi. Bunun dışında kalkınma ve
kurtuluş için her deneme, her heveslenme taşsız yeldeğirmenini andırırdı.
Netekim birçok yıllarımız böyle bir yeldeğirmeni çalışması içinde heba olup
gitti. Didindik durduk. (Kırmızıyla sonradan bir cümle eklenmiş =) Dışardan bir
sürü uzman getirildi, çoğu işe yaramaz çıktı.
Hükümetleri
kuranlarımızın hiçbiri modern çağ düşünme tarzı, bilgisiyle dolgulu değildi.
İstisnasız olarak hepsi ve her biri derme - çatma, kulaktan dolma sözüm ona
bilgilerle mükemmel birer diletant (amatör, sanat düşkünü, derinliksiz) idi.
Parlamentoyu devre devre dolduranların çoğu ya "darulfünun"
hukukçusu, mecellecisi, mesleğinde başarılı olamamış avukatlar, ya medrese
teologu ya askerlikte yıpranmış emekli subaylar, ya da "özel tahsil"
allamesi kimselerdi. Ama hepsi de kendine göre"iyi niyet sahibi" idi.
İyi niyet sahibi olmak ta bir meziyyetti (kırmızıyla sonradan devam) ama
çağımıza gereken bilgi olmadıkça, iyi niyet yavan bir fazilet olmaktan başka
bir şey değildi.
Zamanı
değerlendiremiyorduk. Zaman, özellikle bizim için zaman zerresi bile, heba
edilmemesi gereken hayati önemi en ön sırada olan bir varlık unsuruydu. Onu
değerlendirmeye yeter bilgimiz, anlayışımız, gücümüz olmadığından o canım
zaman, yıllar yılı önümüzden akıp gitti. Oysa telafisi asla kabil olmayan,
değerlendirilmeden geçip giden "zaman"dır (kırmızıyla sonradan devam)
ki gitti gider. Gelen, durmadan gelen zaman, değerlendirilmeden giden zaman
asla değildir. Bunu anlamamışızdır. Bunu yalnız halk değil, devlet adamlarımız
da anlamamıştır: Değerlendirmesini bilmediğimiz "yitirilmiş" zamanı
"telafi" edemediğimizden, zamanı değerlendirmesini bilen batılılar
arayı açmışlar, açtıkça açmışlar, biz geri kalmışızdır. Onların durmaları, bizi
beklemeleri ile ancak onlara erişebiliriz. Yoksa ileriye erişince onları orada
bulamayacağız, bizim zamanı değerlendirdiğimiz sürede onlar da değerlendirecek
daha ileriye atılım yapmış olacaklardır. Nitekim öyle olmaktadır.
"IŞ VAR MI?"
Dışişleri
Bakanlığı'nın dışarıda görevlendirilen sekreterler ya da konsolosluk işleri
memurları, birbirleri ile mektuplaşmalarında arasıra "iş var mı" diye
soruverirler. Bu bir yoklama, bizimkilere mahsus bir sondajdır. Bunu bilmeyen,
işlerin farkında olmamış ya da olamamış olan bir "acemi" ya da toy,
sorulan şeyin, elçiliğin günlük olağan işleri sanır, "işimiz pek o kadar
çok değil" ya da "işimiz çok, nefes alamıyoruz," der.
Arkadaşından bu cevabı alan, kahkaha ile güler. Ikinci mektubunda, yahu ben
sana elçiliğin işlerini sormuyorum, döviz - altın işi gibilerden iş var mı, iş
oluyor mu, diye sordum, der. (*)
Gerek
Ikinci Dünya Savaşı sırasında, gerek savaş bitip barışa geçildiği günlerde
diplomatlar, İsviçre'den döviz karşılığı altın alıp Fransa'ya getiriyor,
Fransa'da altını büyük kârla dövize çevirip İsviçre'ye yeni bir parti altın
için dönüyorlardı. Kısacası İsviçre ile Fransa, Almanya, İskandinavya,
Hollanda, Belçika arasında mekik dokuyorlardı. Bizimkiler de bu alanda büyük
bir çalışkanlık gösterdiler. Hatta en ön safta yer aldılar. Birçokları Almanya
gibi sigara, kahve, viski, konyak cinsinden şeyleri tükenmiş olan memleketlerde
diplomatlar kendilerine tanınmış imtiyaz imkanlardan fazlasıyla, servet denecek
ölçüde çıkar sağladılar.
İsveç'te
alkollü içkiler devlet tekelindedir. Halkın yerli içkisi olan 40 derecelik
akvavit konyak, viski türünden içkilerin tüketimi sınırlı idi. Erkeklere ayda
iki litre, kadınlara bir litre içki yıllık karne ile verilirdi. Lokantalarda
yemeklerde en çok yedibuçuk santilitre içki verilirdi; lokantalarda şarap
sınırlanmamıştı, fakat şarap dışardan getirildiği için halka çok pahalı
oluyordu. Bu sınırlama, içkiye çok düşkün olan İsveçlileri karaborsada yüksek
fiyatla içki sağlamak zorunda bırakıyordu.
(*)
"Iş var mı" milletlerarası dilde "contrebande" diye
adlandırılan ve bir memlekette yasaklanmış işlere, o memleketin kanunlarına
karşı ticaret yapmak işi soruluyor. "C.D." Contrebandier Diplomatique
diye nam verilmişti.
VİDALI YAPRAK
Yazının
başlığındaki yaprak vidalanalı yirmi küsur yıl oluyor. Ankara'da o zamana kadar
başarabildiğimiz en büyük yapı eseri, kasırgaların Eskişehir ovalarından
kaldırıp Ankara'ya sürdüğü toz yığınlarını önlemek maksadıyla, istasyondan
Dışişleri Bakanlığı'na kadar çektiğimiz "Haydarbey duvarı" idi.
Bir
başkent yeniden kuruyorduk, fakat şehircilik bilgimiz olmadığından, işi nereden
tutup hangi tarafından ona başlayacağımızı bilmiyorduk, yapacağımızı
şaşırmıştık. Bu şaşkınlık günlerinin çılgın fikirlerini sağduyu az çok kontrolü
altına alıncaya kadar epeyi geçti ve Ankara, Ankara oluncaya kadar ne kazalar
atlatmadı. Günün ruh haleti gerektirdiği için olacak, göze yüksek görünsün
diye, bazıları fikirlerini yukarlarda dolaştırıyorlardı. Hiç unutmam, bir gün
İstanbul Şehireminlerinden bir zat (Operatör Emin Bey) Ankara'nın imar işi
görüşüldüğü bir mecliste "Ben buranın şehremini olsaydım, Ankara
Kalesi'yle karşısındaki tepe arasına bir köprü kurardım" diyordu.
Bir
şehremini de (Asaf Bey) yetmiş yıl önce bir Avrupa sergisinde teşhir edilmiş,
sonra Aachen şehrinde bir meydanda havuzun ortasına konmuş olan madenden dökülmüş
bir şadırvan kopyesini Almanya'dan getirtip, Çankaya yolundaki mısır tarlaları
ortasına yaptırdığı bir havuza dikmişti. Suyu olmadığından, havuzun içindeki
çöplükte tavuklarla kargalar eşeleniyor, şadırvanın tepesinde de leylekler yuva
kurmaya çalışıyordu.
İşte
bu biçim örnekler vermeye başlayan bir görüş ve anlayış kargaşalığından şehri
kurtarmak için Ankara imar planı kanunlaşmış ve uygulanmaya geçilmişti. Ancak,
bir yandan şehircilik hakkındaki bilgi kıtlığı, öte yandan imar planını arsa ve
tarlalarının yerine, enine ve boyuna göre ölçüp değerlendirenlerin özel
çıkarları ikide bir planın karşısına dikiliyordu.
Bu
patırtıda, gazi paşanın "abidei irtişa" demesi üzerine, kuruluşu
dikkati çok çekmiş olan ve imar planına uyması istenen bir köşebaşı yapısının
sahibi yüzünden, (Bu zat parlamento bütçe komisyonu başkanı idi), imar bütçesi
az kalsın güme gidiyor ve imar planı da nerede ise projeler, raporlar
panteonunu boyluyordu.
O
sıralarda planın teferruatiyle ilgili bazı prensip sorunlarından ötürü profesör
Jansen'in canının sıkıldığı bir gündü. "Anlaşma zorluğu iki ayrı âlemin
görüş ayrılığından ileri geliyor. Ben burada bir parkta dolaşırken, bunu
gözümle gördüm" demişti.
Bir
gün bu parka profesörle birlikte gittik. "Şu hale bakınız" dedi,
"Bu zihniyet burada ağır bastıkça, 'modern'i ölçmekte, ona değer vermekte
anlaşmak güçleşecektir. Onun için zorluklara şaşmamak gerekiyor."
Parkta,
sanatkar ve imarcı profesörün dikkatini çekmiş ve onu uyarmış olan şey, koşar
durumda çıplak bir çocuğun tunçtan yapılmış statüsü idi: Batı görüşlü ya da
batılı bir sanatkarın memleketimiz dışında yaptığına şüphe olmayan bu tunç
esere, bize geldikten sonra, göbek altından aşağısına, önüne, Ankara
tenekecilerine yaptırılmış olan çinko ya da teneke bir yaprak vidalanmıştı. Bu
statüye vidalanan yaprağı gördükten sonra, profesörün kavrayamadığı sorun,
sanat eserlerine bakan gözlere hükmeden telkinin teneke yaprakla bu tunç
dökmesi çocuğun önünü örtmüş, kuyruk sokumundan aşağısını açık bırakmış olması
idi. "Don neden giydirmemişler acaba?!" diyerek profesör Jansen
şaşıyordu.
Bu
yaprak "doğu" ile "batı"nın çirkin ve güzel hakkındaki
anlayış ve görüş farkını belli eden alametlerden bir tanesi idi. O statü
bizdekilerce yapraksız halile çirkindi; batı için ise tenekecilerin vidaladıkları
yaprakla çirkinliğin ve çirkin bir anlayışın mükemmel bir anıtı olmuştu.
Nitekim bunu gören Avrupalı yabancıların çoğu, onun fotoğraflarını çekip,
yalnız sanata değil, yaşayışımızın birçok alanlarına müdahale eden cadı ruhun
zorlayışına örnek diye, bu fotoğrafları memleketlerine göndermişlerdi.
Işığa,
aydınlığa yavaş yavaş alıştırır gibi, bu statü türünden sanat eserlerine, batı
anlayışındaki güzele idrakin gözlerini perde perde alıştırmak için idealinize
aykırı tavizlerde bulunmak zorunluğunu duyduğumuzu, hatta birçok güzel
düşünceleri içimize gömdüğümüzü, onları, kötü görmekten kıvanç duyan gözlere,
dindarlık müraisi taassuba, bunların anası olan cehalete adeta adanmış kurban
diye vererek selamete çıkmağa çalıştığımızı profesör düşünemiyordu. Elbette
düşünemezdi; çünkü onun âlemi gelişmenin bu safhasını aşalı nice yüzyıllar
olmuştu.
Cehalet
karanlığından sıyrılıp kurtulmak ve bizim de katılmak için uğraştığımız
ilerilik ve aydınlık âlemine geçen bütün milletlerin kaderinde bu kurban faslı var.
Bizden önce, en son olaylar oldukça eski, yüzlerce yıl geridedir.
Kimbilir,
Milos Venüsü de belki böyle devrimbaşı günlerin birinde yapılmıştır; onu yapan
sanatkar, habis ruhun kendisi olan karanlık ucubelerinden önce davranmak
zorunda kaldığı için, güzelliğin kollarını kırık yapmış ve kolları kurban
etmiştir. Böylece bugün gördüğümüz Venüs'ün geri kalan bütünlüğünü bize
kurtarmıştır.
Tenekecilerin
yaprağını tunç çocuğa vidalamaya bizi zorlamış olan ruh ve zihniyet, ondan
sonra başka tunçlara kilot giydirdi... Ya peştemal diye tuttursaydı?!
Gelecek
kuşaklarımız bu teneke yapraklı ve kilot giydirilmiş tunçlara hayretle, ibretle
bakarken, aydınlığa çıkıncaya kadar neler çekildiğini, nerelerden geçildiğini
daha iyi anlayacaklardır. O zamanı düşününce, Picasso'nun tiplerinde biçimleşen
zihniyetler, kavrayışlar gözlerinin önüne gelecek, karnın hizasına sarkmış
gözlerle gören, mide ile düşünen, bağırsaklarıyla idrak eden ucubeler
görecekler.
Bu
ucubeler şimdiki atmosferde çok, hem de pek çok var. Milli varlığımıza sarılıp
dolanan, ilerlerken ayağımıza takılan, gözümüzü bağlayan, görüşümüzü tıkayan,
vicdanlara fesat karıştıran bu karanlık ucubeleri, yalnız ışığa, aydınlığa
dayanamaz, ölür giderler. Onun için devlet temeli olan, "Türk
toplumunu" bol ışığa, "Türk toplumu"nu bol aydınlığa çıkarmaktan
başka kurtuluş çaresi yoktur. Bu kurtuluşladır ki, hürriyet gerçekleşir.
Dediğim
bu ucubeler, aldırış etmeye etmeye zamanla üremiş, doğu atmosferinin meydana
gelmesinde büyük bir rol oynamıştır.
Bizans
Kiliselerinde, harabe artıklarındaki resim ve mozaiklerdeki insanların
biçimlerine, hallerine, onlardaki suratlara bilmem hiç dikkat ettiniz mi? Taban
biçimi, balmumu sarısı upuzun suratlar; açlıktan mı, yoksa işkenceden midir
nedir, o eriyip akmış suratlarda büyümüş, fırlamış gözler... Yaşantıya küsmüş,
doğadan ürkmüş, doğduğuna pişman olmuş tipler.. Taptıkları Meryem Anaya bile
bunların arasında bir ukubet. Bizans atmosferinde onları yapan sanatkar, sanki
"Ey tanrının kulları, bakın biz ne halde idik? İşte bu biçimde düşünür,
böyle görür, böyle anlardık!" demek istemiştir.
"Türk"
fethettiği yerlerde korkunç bir atmosfere dalmıştır. Ister papazlık, ister
softalık olsun, hepsinin maya ve mahiyeti bir olduğundan, zamanla Hint'in
mistiğine bürünmüş olan arabınki Bizansın papazlığı ile çabuk kaynaşmış,
karanlık ucubelerini besleyip üretmiş; toplumumuza terbiye demiş girmiş,
gelenek demiş sokulmuş; Tanrı buyurdu demiş işine geldiğini uydurmuş; dindarlık
mürailiği ile morale fesat karıştırmaya kalkmış; yalanı marifet, riyayı meziyet
haline getirmiş, ondan sonra yüzlerce yıl insan zaaflarının türlü yollarından
hamuru gençlik, dinçlik ve dinamizm olan Türklük masifini kemirmeğe
koyulmuştur. Foyası meydana çıkmasın diye de kullanmadığı hile ve yalan
kalmamıştır ki bu yobaz şarlatanlığının en başında, din gerçeğini kendi
dilinizden öğrenmeyi günah diye telkin, "olamaz" diye önlemiş olması
gelir.
Sanki
Tanrı arapmış ve tanrı âleminde yalnız arapça düşünülür, Tanrı meramının
derinliklerine arap merdiveninden başka bir şeyle inilip erişilemezmiş gibi,
dindarlık makyajıyla arap nasyonalizminin propagandası yapılmıştır,
yapılmaktadır.
"Vidalı
Yaprak" yaşantımızda kanser gibi dallanmış, işte böyle bir kökü kuruyası
cehennem ağacının yaprağıdır. Ondan bahsetmek yirmi küsur yıl geçtikten sonra
kısmet oldu. (Ulus, Stockholm, Ekim 1949)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder