25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI



Gazeteci Hikmet Tuna'nın kaleminden, Osmanlı'nın son yılları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet Dönemi ve 1970'lere kadar olan tanıklığı. Orijinallerini kaybettiğim notları ben derlemiştim.
 
OSMANLI'NIN SON GÜNLERİNDE BAŞLAYAN ÇOCUKLUK
Beş altı yaşlarındaydım. Türklüğü müslümanlık, müslümanlığı da Türklük sanırdım. Minarelerden evimize gelen ezan sesini, Türklüğün içinden olan bir ses sanırdım. Vaktimizi bu ezan seslerine göre ayarlardık. Sabah ezanı, sabahın olduğunu, öğle ezanı, kuşluk olduğunu, ikindi, akşamın yaklaştığını ve akşam ezanı okunmadan evde sofra başında olmamızı bize, daha doğrusu arkadaşlarımla çayırda, mahalle arasında oynarken evin yolunu tutmamı bana hatırlatır ve ben de eve koşa koşa gelir, babamdan önce sofraya oturur, onun gelmesini sofra başında annem ve ağabeylerimle birlikte beklerdim.
Çok küçük yaşta annemin Vidin'deki Türk subay ve paşaları ile ilgili eski olmayan anıları dinlerken kulak kesilir, Osman Paşa'nın Vidin'den ayrılışını, savaş olacak diye ev halkının erzak hazırlıkları hikayelerini, kurbanların kesilip kavurma yapılışını, çocukluğuma rağmen heyecanla, ama zevkli bir heyecanla dinler, kendime göre ahkâm ile olup bitenleri muhakeme etmeğe çalışırdım.
Ailemizin en küçük çocuğu idim. Benden önce doğan, çok yaşamadan ölen Ahmet ağabeyimle aramızda 20 - 25 yıl vardı. Ölen Ahmet ağabeyim çok güzel, ela ve iri gözlü insan güzeli bir yavru imiş. Ecel onu pek erken almış. Yavrusunu delicesine sevmiş olan babamın üzüntüden yüzü şişmiş. Yıllar geçmiş, üzüntüyü unutturacak bir yeni yavruya kavuşmak için bütün denemeler boşa çıkınca, anne ve babamın artık çocukları olmayacağına hükmedildiği ve hiç beklenilmediği anlarda, günün birinde annem hamile kalmış ve ben öbür kardeşlerim gibi erkek çocuk olarak dünyaya gelince, babam anneme, "Düriye, Allah'ın hikmeti bu" der, adımı Hikmet koyarlar.
Çok soğuk bir kurban bayramında, galiba beş yaşında iken babam bana bir mareşal üniforması yaptırdı. Kurbanlar kesilirken ben kılıcımı sürterek orada dolaşıyor, yere sürttüğüm kılıcımdan, subay kılıçları gibi şakır şakır ses gelmemesine üzüntüyle bayram bana zehir oluyordu. Teneke oyuncak kılıç ses vermiyordu.
(Bu bölüme çok yakın geldiği için, buraya ekliyorum: Önce daktiloyla yazılmış, sonra el yazısıyla devam edilmiş.)
İnsanın yaşantısı arkada kalan ömrü anlarından ibarettir. Emeklemekten yürümeyi denemeye geçtiğim günlerde selamlığın ahşap merdivenlerinden yuvarlanıp bahçede çiçeklerin içine sırtüstü düşmüş, masmavi bir gökyüzü görmüştüm. Gördüğüm ilk gökmavisi renk buydu. Merdivenlerden yuvarlanmaya başlarken bir de çığlık kopmuştu. Bu da kulağımda kalan ilk sesti.
Bir kurban bayramında paşa üniformamı giyip kılıcımı kuşandığım güne kadar annemin kız çocuğu özlemini gidermek için çocukluk yaşımın birkaç yılını örülen uzun saçlarımla, devrin son moda güvez renkte kadife fistanlarıyla ailenin kızı rolünde geçirdim.
Paşa üniformasını giydiğim yıl beş yaşındaydım. Tuna vilayetimiz Bulgaristan olalı yirmibeş yıl olmuştu. Türk - Rus Harbinin anıları hâlâ taptazeydi. Annem masal diye bu anıları anlatırdı bana.
"Murtadlar" (=Mürted. İrtidad eden, İslam dinini bırakarak eski dinine veya başka bir dine geçen) diyordu annem, "murtadlar sattı yurdumuzu. Yoksa buraya Moskof hiç girebilir miydi, bu kale düşer miydi? Bir öğle üzeriydi, baban kuşluğa eve gelmişti, 'Moskofla harp olacak, erzak alınsın, kavurmalar hazırlansın' dedi. Evde bir harp hazırlığı başladı. Sokaklar bizim zabitlerimizle, askerlerimizle doluydu. Gazi Osman Paşa da buradaydı. Harp başladıktan bir süre sonra Gazi Osman Paşa ordusuyla çekilip gitti. Düşman Kalafat'tan Vidin'i toplarıyla dövmeye başladı. Arada bir, bir gülle bizim bahçeye de düşüyordu.
Yağlı paçavralı bir gülle askerin erzak deposunu tutuşturdu. Gökyüzüne yükselen alevlerle Tuna gecenin zifiri karanlığında kıpkızıl olmuştu. Murtadlar sattı bu güzel yurdumuzu. Yoksa dünkü rayalara (=reaya, raiyye: Sürü, otlatılan hayvan sürüsü, bir çobanın güttüğü hayvanlar; bir hükümdarın hüküm ve idaresine tabi halk) mı kalırdı bu canım ülke...
Sonra, savaş bittikten sonra bir gün baban çok üzgün eve geldi. Bıçak çenesini açmıyordu. 'Düriye, Düriye..  kaimeler de artık geçmiyor.. bu musibet de başımıza geldi' dedi. O gördüğün demir sandık silme kaime dolu idi. Belki düşmanımız bizim kaimeleri düşmanlık, hainlik olsun diye almıyor sandık. İstanbul'a götürdüler kaimelerimizi. Devletimizin kaimesidir, orada mutlaka geçer dedik.. orada da geçmedi kaimelerimiz...
Mütarekenin o kara günlerinde Nişantaşı'ndaki evimizde eşyalarımızı açık arttırma ile satmak zorunda kalmıştık. Eşyanın bir kısmını, bu arada kuyruklu bir Bestein piyanoyu satın alan sarayın kuyumcubaşısı Musevi Horanaci Beyle tanışmış, taksite bağladığı alacaklarımızı tahsil etmek için bir hayli süre Mehmet Ali Paşa hanındaki bürosuna ya da akşamları Nişantaşı'ndaki ikametgahına uğramak gerekmişti. Bu münasebetle Jak Bey Horanaci, kimi geçmiş günlerden, kimi de o günlerin ahvalinden söz açar, saray bendelerinin nasıl har vurup harman savurduklarını, "devri saadet" Yıldız'la birlikte kapanınca hazıra yemeğe alışmış, dalkavukluktan başka ellerinden hiçbir iş gelmemiş olan o zadeganın imparatorluğun dört bir yanına yayılmış ecdat vediası, her biri bir kanton büyüklüğünde hünkar atiyesi çiftlikleri, han ve hamamları, maden imtiyazlarını, kaşaneleri hemen hemen hiç pahasına satıp, tefecilere kaptırıp alışmış oldukları saltanatı miras yedilikle devam ettirmeye çalıştıklarını anlatırdı.
Bunlardan yerden temennalarla etekleyerek, boyun bükük, elpençe divan, Horanaçi'nin Mehmet Ali Paşa hanındaki bürosunda ya da akşamları Galata'da köprübaşındaki "Cenyo" gazinosunda Jak Beyin karşısına dikilir, onun kulağına eğilerek getirecekleri yüzde yüz faizli borç senedine karşılık beş on lira dilenen müşir, vezir evlatlarına sık sık rastlanırdı.
Jak Bey Türkün koca imparatorluğu, işte bu soydan adamların kurbanı olmuştur, diyordu. İmparatorluğun idaresine musallat olup ona üşüşen bu insanlar devletin temelini kemire kemire bu devi çökertmişlerdir.
(*) Yalnız başlığına bakıp da, turizm ile ilgili bir şeyden bahsedeceğime hükmedilmesin. Meşrutiyetin ilk yılında İstanbul'a gelmiş olan bir İsveçli dostumun villasındaki kitaplıkta elime bir katlama İstanbul panoraması geçti. Kabında "panorama" yazılı ama, daha ziyade bir albümü andırıyor: Yanyana eklenen birkaç resimle Sarayburnu, Köprü ve Galata görünüyor; ondan sonraki resimlerde bir lokma ekmek gösterip İstanbul'un meşhur köpeklerini başına toplamış olan bir yabancı bayan, Yeni Cami önünde kafa kazıyan bir berber, sırık hammalları ve sandık kaldıran tulumbacılar; feraceli ve çarşaflı kadınlar. Ve en sonunda da "Hürriyet Kahramanı Enver Bey"in fesi aylı bir resmi, bir de geyikli Niyazi bey. Aynı arkadaşın kitapları arasında Philip von Schwerin adındaki bir İsveçli gazetecinin "Türklerle birlikte harp alanında" adı altında Balkan Harbiyle ilgili anıları da var.
Şöyle bir düşündüm: Kırk bir yıl, ne de çabuk geçti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bir il merkezi olan Manastır'da bundan kırk bir yıl önceki ilkbaharda sık sık bir "Reval mülakatı" (Reval görüşmesi) sözü geçiyordu. Bu söz, şimdi bile kulağımda çınlıyor.
İngiltere Kralı Yedinci Edvard, "Victoria and Albert" yatıyla Reval'e gitmiş, orada Çar İkinci Nikola ile buluşmuştu. Avrupa gazeteleri, bu hükümdarların "Makedonya sorunu"nu görüşeceklerini yazıyorlardı. Oysa bizce ne "Makedonya" ne de "sorun" vardı. Makedonya dedikleri yer, Selanik, Manastır, Kosova illerimizdi. Bir sorun uydurup çıkaran Rus politikası, Rus emperyalizmi idi ama, kabahat ondan ziyade onu şımartmış olanlarda idi. Hasılı 1908 baharında Manastır'daki Türk ve müslümanlar telaşlı, tasalı idiler.
Şimdi geçmişi düşünürken, Manastır'ın çağlayanlarını, şehrin varoşundaki Hanlarönü'nü, halkın bu piknik yerinde billur berraklığındaki sularının granit dere tabanında körpe kızların kahkahaları gibi şakırdaya şakırdaya akışını, Manastır'ın ortasından geçen Drahor deresinin, evler, bahçeler arasından geçen dereciklerin şırıltılarını işitir oluyorum. Ne güzel memleketimizdi, daha ne güzel memleketlerimiz vardı, Rumeli'nde, Balkanlarda, onun ötesinde. 
Manastır'da Drahor boyunda Kavaklar altı semtinde Zekirya Paşa'nın yüksek taşdıvarla çevrili konağı, bu konağın selamlık girişindeki kapısında sabahın erken saatlerinden akşam ezanına kadar oturan, poturlu, kölelikten azad edilmiş, yaşlı, ak sakallı, sarıklı, lüleli zenci bekçi gözümün önüne geliyor.
Enver Bey (Enver Paşa) Karaköprü'de Kolonyalı Hüseyin Beyin evinin bitişiğinde komşumuzdu. Babası top sakallı Ahmet Efendi (sonra Bey, arkasından Sürre eminliği ile görevlendirilince Paşa oluverdi) başında oyalı yemenisiyle çiçek bozuğu Ayşe Hanım ise Enver Beyin annesi idi.
Şehrin en muhteşem yapısı, Drahor boyunda üç katlı kârgir yapı idâdi mektebi (lise - jimnaz). Atatürk'ün de okumuş olduğu askeri lise, demiryolu istasyonunun bulunduğu semtte, Beyaz Kışla ile Kırmız kışlanın önündeki alandaydı. 1908 devriminden sonra bu alan "Hürriyet Meydanı" adını aldı. Beyaz Kışla piyade, Kırmızısı ise topçu kışlasıydı.
Selanik'ten kalkan trenlerin biri Üsküp üzerinden Sırbistan'a giriyor, öbürü de Manastır'a kadar gidiyordu, öteye demiryolu döşenmemişti. Manastır'dan ötesi, yukarıya doğru ta Avusturya - Macaristan İmparatorluğu'nun sınırına kadar hep bizim topraklarımızdı ama ya Fransa ya da Avusturyalı, belki de her ikisinden karma karışık uluslararası kumpanya, kimbilir hangi dolambaçlı hesaplar yüzünden demiryolunu daha öteye uzatmamışlar.
Halkı soymaktan başka bir şey düşünmemiş olan yabancı kumpanyaların Osmanlı İmparatorluğunda kurdukları demiryollarındaki öbür istasyonlar gibi, Manastır istasyonu da şehrin dışında ve uzakta iki kışlanın karşısındaydı.
İstasyondan bakınca görülen bir bayırlıkta 1897 Yunan Savaşı'nda, düşman bataryalarını dolu dizgin hücumla zaptedip oradakileri kılıçtan geçirmiş olan süvarilerimizi hatırlatan ve "Dömeke Bahçesi" diye anılan, meyve ağaçlarının gövdeleri beyaz badanalı, galiba tarım okulunun malı bir bahçe vardı. Burası, halkın kır safası sürdüğü, bugünkü deyimle piknik yeriydi.
O günler, 1877 - 78 Türk - Rus savaşından sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde kalmış olan Rumeli'de ortodoksların, bazı yabancı politika dolandırıcıları, ajan dediğimiz şarlatan Ruslar tarafından kudurtuldukları yıllardı. Özellikle Bulgarlar çok azmışlardı; Manastır'da "komiteciler" lafı herkesin ağzında dolaşıyordu. Bir de yukarda söylediğim istasyona giden caddede bir karakol önünde astırılan aslan yürekli, şeref sembolü bir Mehmetçik günün konusuydu. Her Türk ve müslümanın evinde onun lafı açılır, lakırdısı geçerdi.
Meşrutiyetin ilanından birkaç yıl önce, 1906'da mı, yoksa 1907'de mi olduğunu hatırlamıyorum; herhalde o yıllarda bir yaz günü Dömeke Bahçesi'nde tertiplenen ziyafete vali ile birlikte il erkânı, Manastır'daki yabancı ülkeler konsolosları da geleceklerdi. Bu davete geciken Rus konsolosu, Bonmarşe'nin bulunduğu caddedeki karakol önünden geçerken arabasını durdurmuş, sürücünün kamçısını kaparak, kendisine selam durmadığı bahanesiyle nöbetteki Türk erini kamçılamak alçaklığında bulunmuştu.
Alçak Moskofun bu küstahlığı üzerine, görev başındaki Türk eri, derhal kararını vermiş, mavzerini çevirir çevirmez, bu Rus kuduzunu it leşi gibi yere sermişti.
Osmanlı Hükümeti, kudurmuş Rus konsolosunun gebertildiği yerde bu şerefliler şereflisi Türk yavrusunu astı. O yıllarda alın yazımızı yabancılar yazıyordu.
Sonraları anlatıyorlardı: O gün "Dömeke Bahçesi"nin komiteciler tarafından basılması ve vali ile hükümet ileri gelenlerinin dağa kaldırılması kararlaşmıştı. Rus konsolosunun vurulduğu haberi, valinin ve öbür görevli kişilerin derhal il konağına geri dönmelerini gerektirmiş, komitecilerin bu tuzağı ile birlikte Bulgar ahalinin köy ve kasabalarda ayaklanma ve kargaşalık tertibi de suya düşmüştü.
(Üstü çizilmiş: "1908 yazına girerken olaylar birbirini kovalıyordu. İttihat ve Terakki'nin kolağası Niyazi Beyle, Kolağası Eyüp Sabri Bey taburlarıyla dağa çıktı.")
1908 yazına girerken olaylar birbirini kovalıyordu. "İttihat ve Terakki'nin Manastır merkezinin verdiği direktifle Kolağası Niyazi Beyle Kolağası Eyüp Sabri Bey, taburlarıyla dağa çıktı. Meşrutiyet ayaklanmasını bastırmak için Abdülhamidin gönderdiği general Şemsi Paşa, mabeyine telgraf çekmeye gittiği postane önünde İttihat ve Terakki'nin kura ile görevlendirdiği Teğmen Atıf tarafından tabancayla öldürüldü. Onun yerine gelen general Tatar Osman Paşa bir gece Drahor boyunda yattığı evde Eyüp Sabri Bey tarafından basılarak dağa kaldırıldı. Nihayet günün birinde "Yarın hürriyet, meşrutiyet ilan olunacak, okul tatil!" diye paydosta söylediler. "Meşrutiyet" ile "Hürriyet"i ilk kez işitiyorduk; Hiçbir şey anlamadık; yalnız okul tatiline çok sevindik. Manastır'da okul paydosunda bize haber verilen bu "yarın" o zaman 10 Temmuz 1324 olan 23 Temmuz 1908'di.
Meşrutiyetin ilan edildiği yıl içinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun vasali bir prenslik durumunda olan bizim eski Tuna ilimiz Bulgaristan haline yetinmedi, silkindi krallık oldu, özgürlüğünü ilan etti. Avusturya - Macaristan 1878'de ordusunu soktuğu Bosna Herseği kendi ülkesine resmen kattı. Girit adası da ufak bir ilişiği olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrıldı gitti, Yunan oldu.
Bütün bu olup bitenler karşısında imparatorluğumuz, "protesto" etmekten başka bir şeye gücü yetmediğinden, hepsini protesto etti. Zaten moskofu tepelemek fırsatını son kez 1877 - 78'de Tuna ilimizde bir değil birkaç kez kaçırdıktan sonra, Osmanlı Devleti, devletler topluluğunda bir tür "protesto devleti" olmuştu; ültimatom alır, karşılığında protesto gönderirdi. Devletlerin küçüğü de bunu biliyor, hastayı tanıyordu.
Söylemezsek haksızlık olur. Bosna - Hersek'i Avusturya - Macaristan kendi ülkesine katınca, "Meşrutiyet" bir yenilik gösterdi: Habsburg İmparatorluğu'nu yalnız protesto etmekle kalmadı, bir de boykotaj ilan etti. Avusturya - Macaristan'ı ziyana sokacak, hatta onu iflas ettirecek, ona "aman etme, eyleme!" dedirtecektik. Onun için feslerimizi yırttık. Önce beyaz keçeden külahlar giydik; sonra fesleri yeniledik. Avusturya fes fabrikaları ve keçe endüstrisi kuruldu kurulalı bu kadar kâr etmemişti. Hele o Selanik bezirganları ile İstanbul'dakilere gün doğmuştu.
Manastır'da meşrutiyet ilanından sonra çekilmiş bir fotoğrafta, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin manastır İdare Merkezi üyelerini gösteren bir grup vardır. Bu grubun ortaya yakın bir yerinde, sakallı, çizmeli bir subay oturmaktadır. Bunun adı Sadık Bey'di. Süvari Yarbayı idi. Nedense, halk da, "İttihat ve Terakki" de bu sakallı Sadık Beyi tutmadı. Meşrutiyetin ilk günlerindeki sevinç gösterilerinde, softalarla ortodoks papaslarının öpüşüp sarmaş dolaş oldukları cümbüşlerde bu Sadık Bey meşhur olamadı. Plak fabrikalarının güfteletip bestelettikleri şarkılarda, "..Yaşasın Niyaziler, Enverler!" deniyordu. Nedense "Yaşasın Sadıklar!" demek kimsenin aklına gelmiyordu. Hattâ bir süre sonra, sürülmediği, tutmadığı için olacak, ne kırtasiyecilerde, ne de işportacılarda Resneli Niyazi Bey'in resimleri  görülmez oldu. "Babıalide" Niyazi Beyden ziyade "Resne Fotoğrafhanesi" meşhurlaştı. "Hürriyet"in kahramanlık ve mücahitliğin sembolü Enver Bey oldu.
Dram bundan sonra fecileşti. Sadık Bey arka planda kalmayı hazmedemedi. Eski arkadaşlarını kıskandı. Kendinde olmayan meziyetlerin vehmi içinde kıskançlığa ve ihtirasa kendini kaptırdı bu zavallı adam, döndü bir numaralı muhalif oldu. Onun sonra adı Boşo'larla Esat Toptani'lerle, Taşnak ve Hınçaklarla, şeriatçi yobazlarla bir arada anılmaya başladı. Meşhur oldu ama, böyle bir meşhur oldu. Kısa, ama ibretle seyretmeye değer bir panorama. Bu panoramadan sonra Balkan Savaşı'nda sırf "sen - ben" ve cehalet yüzünden Rumeli'yi kaybettiğimizi söylemeye hacet olmasa gerek!.
(*)(Devamı varsayımıyla, Panorama / Ulus, 17.8.1949 / Stockholm, Temmuz 1949)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder