25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -4



HITLER'E SUIKAST GÜNÜ

20 Temmuz 1944, Berlin

Leipziger Platz'ta Reaserezein'de saat 3'te, pencereden, meydanda askerlerin mitralyözleri yerleştirdiklerini seyrediyordum. Bir ara SA ileri gelenlerinden ve Volkseher Beabahter'in başyazı olayı küçümser edasıyla beni sokağa çıkmağa ve meydandan geçmeğe davet etti. Bardaydık. Kulübün içi yabancı gazetecilerle dolu idi. Promiden de görevliler vardı. Fakat hiç kimse konuşmuyor, kimse kimseye bir şey soramıyor, kulüpte bir cenaze evinden de beter bir sessizlik var. Beni davet eden SA şefiyle, tenha, bizden başka sivil olmayan meydana doğru ilerledik. Tam yol ağzına geldik, askerler süngülerini bize çevirdiler. SA şefi yüksek rütbesine güvenerek biraz ilerlemek istedi. "Geri! Geri dönünüz diyorum size!" diye gayet sert bir tavırla bizi çevirdi. Süt dökmüş kedi gibi kulübe döndük.

Barda Paula'dan birer kanyak istedik. Orada D.N.B.'nin yazarlarından biri SA şefine fena halde çattı. Şef alışmamış olduğu bir muameleyle karşılaşınca bana "Onun söylediklerine aldırmayın, sarhoş, ne söylediğini bilmiyor!" demekle durumunun gülünçlüğünü gidermek istedi.

Kulübün kitaplığına geçtim. Buradaki pencerelerden Hitler'i, Reichkangelei (!!!!) kapısında nöbetçileri görülüyordu. Bu iki nöbetçi şaşkın şaşkın birbirine bakıyor. Birinin birden bire burnundan kan akmağa başladı. Saat durmuş gibi, bir türlü ilerlemiyor. Ne oluyor, ne olacak, ne oluyoruz acaba?.. diye birbiri ardından sorular geçiyor kafamdan. Kimse konuşmuyor. kimseye bir şey sorulamıyor. Saat beşe doğru meydandan askerler çekildi.

Bendle (!) strasse lafı duyuluyor. Orada bir şeyler olmuş ya da oluyor. Akşama doğru. Tanklar peyda oldu. Ben otomobilime bindim, yanıma Bosaber (!) Nachrichten muhabiri Almanı aldım. Onun da olup bitenlerden haberi yoktu.

Ankara'ya bir telgraf çektim. Sokaklarda tankların dolaştığını, her tarafta sükunetin hüküm sürdüğünü bildirdim. Bu telgrafla bütün dünya Almanya'da olağanüstü bir durum olduğunu, "Anadolu Ajansı muhabiri bildiriyor" kaydıyla öğreniyordu.

BIR SADAKAT

18 Ağustos 1944

6 Haziran 1944, Anglo - Amerikan Atlantik çıkarma cephesi karşısında Alman orduları B. Grubu komutanı von Kluge'nin görevine son verilmesi üzerine intiharından az önce Führer Hitler'e yazdığı mektupta:

"Mareşal Model'le dün bana verilen kararınız, beni Batı Cephesi ve B. Ordu grubu başkomutanlığından çekmektedir. Buna sebep Avranche istikametindeki tank taarruzunun başarıyla sonuçlanmaması ve dolayısıyla denize kadar açılmış olan gediğin kapanmasının imkansız hale gelmiş olmasıdır.

Kendi görüşümü saygıyla arzetmeme izin veriniz Führerim:

(Uzun izahtan sonra aşağıdaki satırlarla sözlerini bitiriyor Mareşal Kluge.)

"... Ben ile Rommel ve Anglo - Amerikanlara karşı savaşta ve onların maddi üstünlüklerini, hakkında tecrübeleri olan tekmil bugünkü gelişmeyi önceden görmüşlerdi. Bizler dinlenmedik. Bizim fikirlerimizi bedbinlik dikte etmedi bize, gerçekleri bilmemiz bize dikte etti. Her bakımdan denemeleri olan Mareşal Model (Kluger'in yerine getirilen mareşal) duruma hakim olabilecek mi bilmiyorum. Hakim olması can ve gönülden dilerim. Ancak bunu başaramazsa, çok umutlandığımız yeni silahlarımız, özellikle hava silahlarımız başarı getirmezse, ondan sonra savaşa son vermek kararını alınız benim Führerim.

Alman milleti anlatılamayacak o kadar ıstıraplar çekti ki, buna son vermek zamanı artık gelmiştir.

Kader sizin irade ve dehanızdan daha güçlü (ise) olunca bu da alın yazısının (Providence) iradesidir. "Heil mein Führer!" von Kluge Mareşal.

***   ***    ***

FIKRALAR


İÇİŞLERİ BAKANI ŞÜKRÜ KAYA

Atatürk'ün ölümünden bir süre sonra yeni seçimlere gidiliyordu. Cumhuriyet Halk Partisi adayla listelerini açıkladı. Bu listede, Atatürk'ün ölümüne kadar bu tek partinin başında bulunmuş, İçişleri Bakanlığı yapmış, Celal Bayar kabinesinin çekilmesiyle bu görevlerinden ayrılmış olan Şükrü Kaya yoktur. Ankara'da olup bitenleri bilenler buna şaşmamışlar, hatta parti içinde ileri gelenler ve toplumda hatırı sayılanlar bu karardan kıvanç duydular. O listelerin yayınlandığı günlerde T.B.M. Meclisi önünde Hasan Ali Yücel'le karşılaşmıştım. El sıkışırken bana ilk sözü, "Şükrü Kaya'yı listeye almayışları iyi oldu, değil mi? Geç bile kalındı!" demişti.

Şükrü Kaya'nın kadına düşkünlüğü, gazinolarda, salonlarda balta oluşu yüzünden yıllar yılı birikmiş olan kötü notları yığılmıştı. Belki o birçok erkek gibi bir çapkındı. Ama toplumda Ahmetlerin, Mehmetlerin çapkınlığı, "zamparalığı" olağan sayılır, onların bu davranış ve tutumları "erkekliğe" verilir. Gelgelelim, kabine üyesi, hele İçişleri Bakanı olunca, halktan biri gibi davranışlarda halktan kötü not almak mukadderdir.

O devirde birkaç bakan vardı ki bunlar halka "el aman" dedirtmişlerdi. Kötü "zampara" müziç çapkınlardandı bunlar. Bu birkaç bakan yüzünden, İçişleri Bakanlığı'ndan mali yardım gören şehir lokantası Karpiç'e birçok aile gidemez olmuş, bu bakanların gittikleri ya da gelmeleri ihtimali olan yerlerden elini eteğini çekmişti. O günlerde, özellikle perşembe sonraları, cumartesi akşamları Ankara'nın seçkin bir zümresinin aile toplantı yeri olmuştu. Anadolu Kulübüne uğrayan Atatürk, geceleyin mutlaka Karpiç'e gelirdi.

Karpiç'te salonun solundaki locaların altında duvar boyunda iki masa çoğu kez, kabine toplantısından sonra saat dokuz on sularında buraya gelen bakanlara devamlı "rezerve" edilir, bekletilirdi. Bu masalara arada bir Atatürk de arkadaşlarıyla gelir otururdu. Bunun dışında yalnız "silahşorlar"a, Kılıç Ali ve arkadaşlarına verilirdi. Başka kimseyi o yerlere oturtmazlardı bu bakanlara ayrılmış masalara.

Cumhuriyet rejimine geçildikten sonra hükümet merkezi Ankara'ya, memleketin dört bir yanından kimi iş adamı, kimi, önceleri türlü nedenlerle, özellikle konfor yetersizliği bahanesiyle nazlanıp gelmek istemeyen, resmi görev kabul etmeyen memur tipleri akın etmeye başladılar. Önceleri Ankara'ya gelenlerin kişilikleri daha yoldayken sıkı bir kontroldan geçiriliyordu. Birkaç yıl sonra bu tutum tavsadı. İşte bu aburcubur tipler arasında, bakanlarımızın dikkatlerini karıları, kızları üzerine çekmek için can atanlar; bakanlara yanaşamayanlar ise nüfuzlu milletvekillerine karılarını, kızlarını beğendirmeyi, kendilerine hüner edinmişlerdi. Yükselmeleri, devlet hizmetlerinde bu yoldan hızla ilerlemeyi kafalarına koyan "Babıali" yetiştirmesi memur takımı da aynı karaktersizliğin çirkin ... (eski yazı..)

Bir gün Faruk Nafiz, Maarifvekili (Kültür Bakanı) Mustafa Necati Beyi bir akşam yemeğine çağırmıştı. Yıl 1926. O günlerde Necati Bey, İktisat Vekaletine de vekalet ediyordu. Onun için bu vekaletin özel kalemine vekalet eden kimseyi de karısıyla birlikte bu toplantıya çağırmıştı. Bu iğreti özel kalem müdürü, iğretilikten kurtulup asil olmak istiyordu. Akşam yemeği, bol mezeli bir rakı sofrasıydı. Sofrada bu iğreti özel kalem müdürünün körpe karısından başka kadın yoktu. İlk saatlerden beri ciddi konular üzerinde konuşuluyor, ara sıra laflara bir iki nükte yuvarlanıyor. İğreti özel kalem müdürü Necati Beyin ilgisizliğine sabrı tükenmiş, "Beyefendi biraz neşelenim, yanımızda bakın güzel bir taze var!" demez mi?.. "Taze" dediği, kendi karısı.

Mustafa Necati Bey, neşelenmeyi de, eğlenmeyi de çok iyi bilen canlı bir genç adamdı. Ama hiç beklemediği böyle bir teklif karşısında donakaldı. Bu adam görevinde kendi iğretiliğini gidermek için karısını ileri sürüyordu. Genç kadın kocasının bu kepazeliğinden utandı, renkten renge girdi. Ondan sonra Necati Bey fazla kalmadı. Yolda giderken, "Böyle rezil bir memura ilk kez raslıyorum. Korkunç şey.." diyordu.

Bir akşam bermutad Karpiç'te tek başıma yemek yiyordum. Lokalde fazla bir kalabalık yoktu. Karşımda bana yakın büyük bir masada üç bayanla kocaları şakalaşıyor, gülüp eğleniyorlardı. Bunların arasında dostum olan erkekler vardı. Saat ona doğru İçişleri Bakanı, yanında özel kalem müdürü Ekrem ve tanımadığım birkaç kişiyle salona girdi. Kendilerine temelli ayrılan masalardan birine oturdu. Boğaziçi vapurlarının geceleri kullandıkları projektörlerle yaptıkları gibi Şükrü Kaya gözleriyle salonu sağlı sollu taradı. Onun projektörü benim dostlarımın oturduğu masaya gelince orada fazla durakladı.

Masada seksapeli olan güzel, genç, canayakın kadınlar vardı. Ne var ki kocalarıyla oturuyorlar, neşeleniyorlardı. Çok geçmedi, bu neşeli masaya birden bir sessizlik çöktü. Kadınların çehrelerinde endişe okunuyordu, kocaları sinirlenmişlerdi. Bu sırada bir de baktım, özel kalem müdürü Ekrem Bey, kalkmış bana doğru geliyordu. Geldi bir sandalye çekti, oturdu. "Bana bir rakı söyle" demesiyle hemen gelişindeki asıl maksada daldı: "Sen bilirsin, kim, kimin nesi bu karşı masadaki bayanlar. Baştakini bizim patron çok beğendi" dedi. Bunu söyleyince bu sefer benim sinirlerim bozuldu.

Karşımızda, ama bizden iki üç adım uzaktaki masadan duyulmasın, duyulursa kıyamet kopar diye en aşağı perdeden sesimi ayarladım. Ekrem de bana uydu. "Aman Ekrem kardeşim, sakın ha bir falso yapılmasın, bunlar karılarına toz kondurmaz cinsinden kimselerdir. Ben kendileriyle tanışırım, benim ahbaplarım, dostlarımdır bunlar. Senin patronun beğendiği kadın, süvari yüzbaşılığından emekli, bu gibi işlerde hiç şakası olmayan Deli İhsan'ın karısıdır. Patron projektörlerini başka yana çevirsin, yoksa korkunç bir çıngar çıkar, rezalet olur" dedim.

Ondan sonra ikimiz de sustuk. Ekrem rakısını hızla yudumladı, kalkıp patronunun yanına gitti. Onun kalkmasıyla arkasından İhsan fırladı, masama gelip oturdu. Derhal lafa başladı: "Bu pezevenk seninle ne konuştu, ne sordu sana? Bizim masa hakkında bilgi edinmek istedi değil mi? Onun efendisi olan kodoş sana onu gönderdi, biz bunun farkındayız..."

İhsan, kendinden başka silahını da konuşturan, son derece asabi, ama o oranda da dürüst erkekti. Çok zor bir durumdaydım. Benim için inkar ve yalan söylemek farz olmuştu. "Hayır, seninle, sizinle hiç ilgisi olmayan, açıkçası Şükrü Kaya'nın Hergele Meydanı'nda almış olduğu arsanın, imar planında Opera Meydanı olan o meydandaki durumu ile ilgili idi konuşması..."

İhsan, Şükrü Kaya'nın masasından duyulsun diye sesini yükselterek, "Sen gerçeği bana söylemek istemiyorsun, bizden kaçmaz böyle şeyler. Bizim karılarımıza göz diken pezevenklerin analarını ağlatırız biz!" derken gözlerini İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın masasına dikmişti. Şükrü Kaya salonun başka taraflarına bakıyor, beri yandan yükselen sesin kendisi ile ilgisi yokmuş gibilerden alınmayan bir insan tavrı takınıyordu. Bir fekalet olmasına ramak kalmıştı..

Verilmiş sadakamız varmış.

Şükrü Kaya adam akıllı açıkta kalmış, bunca yıllık İçişleri Bakanlığını kaybetmiş, milletvekili bile olamamıştı. Politika öksüzü Şükrü Kaya, yine de Ankara'dan ayrılamıyordu.
Bir akşam Ankara Palas'ın paviyonunda, Ankara'nın tanınmış simalarından Madam Hayri, kocası Hayri Bey, ben, oturuyorduk. Bir de baktık Şükrü Kaya pistte göründü, etrafta göz gezdirdikten sonra bizim masaya yöneldi. Ben ayağa kalktım. Omuzuma elini bastırdı, kalkma, rahatsız olma, dedi. O anda gözümde o garibandan biri gibiydi. Güçlü, kudretli iken saymak, çıkar peşinde olanlara özgen (özgü) olan Bizans geleneğidir, o bende yok, dedim. Gözleri doldu. "Ben de zaten Bizans diye bir eser yazmayı tasarlıyorum" dedi.

Madam Hayri üzüntüsünü belirten bazı sözler söyledi. Bunun üzerine Şükrü Kaya, "Benim aleyhimde birçok şeyler söylenmiş, uydurulmuş. Politikadaki rakiplerimin, beni çekememiş olanların uydurmaları bütün bu benim aleyhimde söylenen şeyler. Şimdi öğreniyorum bunları. Bir kez ben hiç kimsenin kızına, karısına musallat olmadım. Kadın âlemiyle entim ilişkilerim normal kurallar dışında asla olmamıştır ama gel de anlat" demişti.

İyi hoş ama bir insanın adı kötüye çıkmayagörsün. Ondan sonra ağzıyla kuş tutsa para etmez. Kaldı ki sen de uslu oturmadın. Hakkındaki söylentileri teyid eden davranışların sonu gelmedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder