HITLER'E
SUIKAST GÜNÜ
20
Temmuz 1944, Berlin
Leipziger
Platz'ta Reaserezein'de saat 3'te, pencereden, meydanda askerlerin
mitralyözleri yerleştirdiklerini seyrediyordum. Bir ara SA ileri gelenlerinden
ve Volkseher Beabahter'in başyazı olayı küçümser edasıyla beni sokağa çıkmağa
ve meydandan geçmeğe davet etti. Bardaydık. Kulübün içi yabancı gazetecilerle
dolu idi. Promiden de görevliler vardı. Fakat hiç kimse konuşmuyor, kimse
kimseye bir şey soramıyor, kulüpte bir cenaze evinden de beter bir sessizlik var.
Beni davet eden SA şefiyle, tenha, bizden başka sivil olmayan meydana doğru
ilerledik. Tam yol ağzına geldik, askerler süngülerini bize çevirdiler. SA şefi
yüksek rütbesine güvenerek biraz ilerlemek istedi. "Geri! Geri dönünüz
diyorum size!" diye gayet sert bir tavırla bizi çevirdi. Süt dökmüş kedi
gibi kulübe döndük.
Barda
Paula'dan birer kanyak istedik. Orada D.N.B.'nin yazarlarından biri SA şefine
fena halde çattı. Şef alışmamış olduğu bir muameleyle karşılaşınca bana
"Onun söylediklerine aldırmayın, sarhoş, ne söylediğini bilmiyor!"
demekle durumunun gülünçlüğünü gidermek istedi.
Kulübün
kitaplığına geçtim. Buradaki pencerelerden Hitler'i, Reichkangelei (!!!!)
kapısında nöbetçileri görülüyordu. Bu iki nöbetçi şaşkın şaşkın birbirine
bakıyor. Birinin birden bire burnundan kan akmağa başladı. Saat durmuş gibi,
bir türlü ilerlemiyor. Ne oluyor, ne olacak, ne oluyoruz acaba?.. diye birbiri
ardından sorular geçiyor kafamdan. Kimse konuşmuyor. kimseye bir şey
sorulamıyor. Saat beşe doğru meydandan askerler çekildi.
Bendle
(!) strasse lafı duyuluyor. Orada bir şeyler olmuş ya da oluyor. Akşama doğru.
Tanklar peyda oldu. Ben otomobilime bindim, yanıma Bosaber (!) Nachrichten
muhabiri Almanı aldım. Onun da olup bitenlerden haberi yoktu.
Ankara'ya
bir telgraf çektim. Sokaklarda tankların dolaştığını, her tarafta sükunetin
hüküm sürdüğünü bildirdim. Bu telgrafla bütün dünya Almanya'da olağanüstü bir
durum olduğunu, "Anadolu Ajansı muhabiri bildiriyor" kaydıyla
öğreniyordu.
BIR
SADAKAT
18
Ağustos 1944
6
Haziran 1944, Anglo - Amerikan Atlantik çıkarma cephesi karşısında Alman
orduları B. Grubu komutanı von Kluge'nin görevine son verilmesi üzerine
intiharından az önce Führer Hitler'e yazdığı mektupta:
"Mareşal
Model'le dün bana verilen kararınız, beni Batı Cephesi ve B. Ordu grubu
başkomutanlığından çekmektedir. Buna sebep Avranche istikametindeki tank
taarruzunun başarıyla sonuçlanmaması ve dolayısıyla denize kadar açılmış olan
gediğin kapanmasının imkansız hale gelmiş olmasıdır.
Kendi
görüşümü saygıyla arzetmeme izin veriniz Führerim:
(Uzun
izahtan sonra aşağıdaki satırlarla sözlerini bitiriyor Mareşal Kluge.)
"...
Ben ile Rommel ve Anglo - Amerikanlara karşı savaşta ve onların maddi
üstünlüklerini, hakkında tecrübeleri olan tekmil bugünkü gelişmeyi önceden
görmüşlerdi. Bizler dinlenmedik. Bizim fikirlerimizi bedbinlik dikte etmedi
bize, gerçekleri bilmemiz bize dikte etti. Her bakımdan denemeleri olan Mareşal
Model (Kluger'in yerine getirilen mareşal) duruma hakim olabilecek mi
bilmiyorum. Hakim olması can ve gönülden dilerim. Ancak bunu başaramazsa, çok
umutlandığımız yeni silahlarımız, özellikle hava silahlarımız başarı
getirmezse, ondan sonra savaşa son vermek kararını alınız benim Führerim.
Alman
milleti anlatılamayacak o kadar ıstıraplar çekti ki, buna son vermek zamanı
artık gelmiştir.
Kader
sizin irade ve dehanızdan daha güçlü (ise) olunca bu da alın yazısının
(Providence) iradesidir. "Heil mein Führer!" von Kluge Mareşal.
*** ***
***
FIKRALAR
İÇİŞLERİ BAKANI ŞÜKRÜ KAYA
Atatürk'ün
ölümünden bir süre sonra yeni seçimlere gidiliyordu. Cumhuriyet Halk Partisi
adayla listelerini açıkladı. Bu listede, Atatürk'ün ölümüne kadar bu tek
partinin başında bulunmuş, İçişleri Bakanlığı yapmış, Celal Bayar kabinesinin
çekilmesiyle bu görevlerinden ayrılmış olan Şükrü Kaya yoktur. Ankara'da olup
bitenleri bilenler buna şaşmamışlar, hatta parti içinde ileri gelenler ve
toplumda hatırı sayılanlar bu karardan kıvanç duydular. O listelerin
yayınlandığı günlerde T.B.M. Meclisi önünde Hasan Ali Yücel'le karşılaşmıştım.
El sıkışırken bana ilk sözü, "Şükrü Kaya'yı listeye almayışları iyi oldu,
değil mi? Geç bile kalındı!" demişti.
Şükrü
Kaya'nın kadına düşkünlüğü, gazinolarda, salonlarda balta oluşu yüzünden yıllar
yılı birikmiş olan kötü notları yığılmıştı. Belki o birçok erkek gibi bir
çapkındı. Ama toplumda Ahmetlerin, Mehmetlerin çapkınlığı,
"zamparalığı" olağan sayılır, onların bu davranış ve tutumları
"erkekliğe" verilir. Gelgelelim, kabine üyesi, hele İçişleri Bakanı
olunca, halktan biri gibi davranışlarda halktan kötü not almak mukadderdir.
O
devirde birkaç bakan vardı ki bunlar halka "el aman" dedirtmişlerdi.
Kötü "zampara" müziç çapkınlardandı bunlar. Bu birkaç bakan yüzünden,
İçişleri Bakanlığı'ndan mali yardım gören şehir lokantası Karpiç'e birçok aile
gidemez olmuş, bu bakanların gittikleri ya da gelmeleri ihtimali olan yerlerden
elini eteğini çekmişti. O günlerde, özellikle perşembe sonraları, cumartesi
akşamları Ankara'nın seçkin bir zümresinin aile toplantı yeri olmuştu. Anadolu
Kulübüne uğrayan Atatürk, geceleyin mutlaka Karpiç'e gelirdi.
Karpiç'te
salonun solundaki locaların altında duvar boyunda iki masa çoğu kez, kabine
toplantısından sonra saat dokuz on sularında buraya gelen bakanlara devamlı
"rezerve" edilir, bekletilirdi. Bu masalara arada bir Atatürk de
arkadaşlarıyla gelir otururdu. Bunun dışında yalnız "silahşorlar"a,
Kılıç Ali ve arkadaşlarına verilirdi. Başka kimseyi o yerlere oturtmazlardı bu
bakanlara ayrılmış masalara.
Cumhuriyet
rejimine geçildikten sonra hükümet merkezi Ankara'ya, memleketin dört bir
yanından kimi iş adamı, kimi, önceleri türlü nedenlerle, özellikle konfor
yetersizliği bahanesiyle nazlanıp gelmek istemeyen, resmi görev kabul etmeyen
memur tipleri akın etmeye başladılar. Önceleri Ankara'ya gelenlerin kişilikleri
daha yoldayken sıkı bir kontroldan geçiriliyordu. Birkaç yıl sonra bu tutum
tavsadı. İşte bu aburcubur tipler arasında, bakanlarımızın dikkatlerini
karıları, kızları üzerine çekmek için can atanlar; bakanlara yanaşamayanlar ise
nüfuzlu milletvekillerine karılarını, kızlarını beğendirmeyi, kendilerine hüner
edinmişlerdi. Yükselmeleri, devlet hizmetlerinde bu yoldan hızla ilerlemeyi
kafalarına koyan "Babıali" yetiştirmesi memur takımı da aynı
karaktersizliğin çirkin ... (eski yazı..)
Bir
gün Faruk Nafiz, Maarifvekili (Kültür Bakanı) Mustafa Necati Beyi bir akşam
yemeğine çağırmıştı. Yıl 1926. O günlerde Necati Bey, İktisat Vekaletine de
vekalet ediyordu. Onun için bu vekaletin özel kalemine vekalet eden kimseyi de
karısıyla birlikte bu toplantıya çağırmıştı. Bu iğreti özel kalem müdürü,
iğretilikten kurtulup asil olmak istiyordu. Akşam yemeği, bol mezeli bir rakı
sofrasıydı. Sofrada bu iğreti özel kalem müdürünün körpe karısından başka kadın
yoktu. İlk saatlerden beri ciddi konular üzerinde konuşuluyor, ara sıra laflara
bir iki nükte yuvarlanıyor. İğreti özel kalem müdürü Necati Beyin ilgisizliğine
sabrı tükenmiş, "Beyefendi biraz neşelenim, yanımızda bakın güzel bir taze
var!" demez mi?.. "Taze" dediği, kendi karısı.
Mustafa
Necati Bey, neşelenmeyi de, eğlenmeyi de çok iyi bilen canlı bir genç adamdı.
Ama hiç beklemediği böyle bir teklif karşısında donakaldı. Bu adam görevinde
kendi iğretiliğini gidermek için karısını ileri sürüyordu. Genç kadın kocasının
bu kepazeliğinden utandı, renkten renge girdi. Ondan sonra Necati Bey fazla
kalmadı. Yolda giderken, "Böyle rezil bir memura ilk kez raslıyorum.
Korkunç şey.." diyordu.
Bir
akşam bermutad Karpiç'te tek başıma yemek yiyordum. Lokalde fazla bir kalabalık
yoktu. Karşımda bana yakın büyük bir masada üç bayanla kocaları şakalaşıyor,
gülüp eğleniyorlardı. Bunların arasında dostum olan erkekler vardı. Saat ona
doğru İçişleri Bakanı, yanında özel kalem müdürü Ekrem ve tanımadığım birkaç
kişiyle salona girdi. Kendilerine temelli ayrılan masalardan birine oturdu.
Boğaziçi vapurlarının geceleri kullandıkları projektörlerle yaptıkları gibi
Şükrü Kaya gözleriyle salonu sağlı sollu taradı. Onun projektörü benim
dostlarımın oturduğu masaya gelince orada fazla durakladı.
Masada
seksapeli olan güzel, genç, canayakın kadınlar vardı. Ne var ki kocalarıyla
oturuyorlar, neşeleniyorlardı. Çok geçmedi, bu neşeli masaya birden bir
sessizlik çöktü. Kadınların çehrelerinde endişe okunuyordu, kocaları
sinirlenmişlerdi. Bu sırada bir de baktım, özel kalem müdürü Ekrem Bey, kalkmış
bana doğru geliyordu. Geldi bir sandalye çekti, oturdu. "Bana bir rakı
söyle" demesiyle hemen gelişindeki asıl maksada daldı: "Sen bilirsin,
kim, kimin nesi bu karşı masadaki bayanlar. Baştakini bizim patron çok
beğendi" dedi. Bunu söyleyince bu sefer benim sinirlerim bozuldu.
Karşımızda,
ama bizden iki üç adım uzaktaki masadan duyulmasın, duyulursa kıyamet kopar
diye en aşağı perdeden sesimi ayarladım. Ekrem de bana uydu. "Aman Ekrem
kardeşim, sakın ha bir falso yapılmasın, bunlar karılarına toz kondurmaz
cinsinden kimselerdir. Ben kendileriyle tanışırım, benim ahbaplarım,
dostlarımdır bunlar. Senin patronun beğendiği kadın, süvari yüzbaşılığından
emekli, bu gibi işlerde hiç şakası olmayan Deli İhsan'ın karısıdır. Patron
projektörlerini başka yana çevirsin, yoksa korkunç bir çıngar çıkar, rezalet
olur" dedim.
Ondan
sonra ikimiz de sustuk. Ekrem rakısını hızla yudumladı, kalkıp patronunun
yanına gitti. Onun kalkmasıyla arkasından İhsan fırladı, masama gelip oturdu.
Derhal lafa başladı: "Bu pezevenk seninle ne konuştu, ne sordu sana? Bizim
masa hakkında bilgi edinmek istedi değil mi? Onun efendisi olan kodoş sana onu
gönderdi, biz bunun farkındayız..."
İhsan,
kendinden başka silahını da konuşturan, son derece asabi, ama o oranda da
dürüst erkekti. Çok zor bir durumdaydım. Benim için inkar ve yalan söylemek
farz olmuştu. "Hayır, seninle, sizinle hiç ilgisi olmayan, açıkçası Şükrü
Kaya'nın Hergele Meydanı'nda almış olduğu arsanın, imar planında Opera Meydanı
olan o meydandaki durumu ile ilgili idi konuşması..."
İhsan,
Şükrü Kaya'nın masasından duyulsun diye sesini yükselterek, "Sen gerçeği
bana söylemek istemiyorsun, bizden kaçmaz böyle şeyler. Bizim karılarımıza göz
diken pezevenklerin analarını ağlatırız biz!" derken gözlerini İçişleri
Bakanı Şükrü Kaya'nın masasına dikmişti. Şükrü Kaya salonun başka taraflarına
bakıyor, beri yandan yükselen sesin kendisi ile ilgisi yokmuş gibilerden
alınmayan bir insan tavrı takınıyordu. Bir fekalet olmasına ramak kalmıştı..
Verilmiş
sadakamız varmış.
Şükrü
Kaya adam akıllı açıkta kalmış, bunca yıllık İçişleri Bakanlığını kaybetmiş,
milletvekili bile olamamıştı. Politika öksüzü Şükrü Kaya, yine de Ankara'dan
ayrılamıyordu.
Bir
akşam Ankara Palas'ın paviyonunda, Ankara'nın tanınmış simalarından Madam
Hayri, kocası Hayri Bey, ben, oturuyorduk. Bir de baktık Şükrü Kaya pistte
göründü, etrafta göz gezdirdikten sonra bizim masaya yöneldi. Ben ayağa
kalktım. Omuzuma elini bastırdı, kalkma, rahatsız olma, dedi. O anda gözümde o
garibandan biri gibiydi. Güçlü, kudretli iken saymak, çıkar peşinde olanlara
özgen (özgü) olan Bizans geleneğidir, o bende yok, dedim. Gözleri doldu.
"Ben de zaten Bizans diye bir
eser yazmayı tasarlıyorum" dedi.
Madam
Hayri üzüntüsünü belirten bazı sözler söyledi. Bunun üzerine Şükrü Kaya,
"Benim aleyhimde birçok şeyler söylenmiş, uydurulmuş. Politikadaki
rakiplerimin, beni çekememiş olanların uydurmaları bütün bu benim aleyhimde
söylenen şeyler. Şimdi öğreniyorum bunları. Bir kez ben hiç kimsenin kızına,
karısına musallat olmadım. Kadın âlemiyle entim ilişkilerim normal kurallar
dışında asla olmamıştır ama gel de anlat" demişti.
İyi
hoş ama bir insanın adı kötüye çıkmayagörsün. Ondan sonra ağzıyla kuş tutsa
para etmez. Kaldı ki sen de uslu oturmadın. Hakkındaki söylentileri teyid eden
davranışların sonu gelmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder