Hüsrev Beyin Hayali
Nejat
Kavur, Berlin gibi İkinci Dünya Savaşı'nda çarpışan iki ayrı âlemin dünya
yüzünde en önemli hükümet, ittifak ve kararlar merkezi olan bir yerde
görevlendirilecek bir ehliyette değildi. Hitler rejiminin olaylar kasırgasında
uçmamak için kurşun gibi ağır olmak gerekiyordu. Bu ağırlık onda yoktu. O
postta o hafifti. Kendini beğenmiş biriydi. Büyükelçi Hüsrev Bey zamanında
aklınca"balon uçurmağa" bile yeltenmişti. Bu balonlardan birini
Hüsrev Beye vermiş, o da bir çocuk gibi balonu uçuruverince nefesi Ankara'da
almıştı.
Şöyle
ki: Himmler'in perde arkasında bir tertibi olan "Transcontinent"
adında Isviçre'de faaliyette bulunan bir haber ajansı vardı. Bu ajans, tarafsız
memlekette "tarafsızlık" kılığında Nazi Almanyası'nın işine yarayacak
haber uydurmak, gafil diplomat ve politikacıları gaflet anında kendi tertibiyle
konuşturup oyuna getirmekle görevliydi.
Hüsrev
Bey bana da arada bir balon uçuralım diyor, bu düşüncesini gülümsemekle
karşılıyor, bununla yetiniyordum.
1942
yılının Haziran ayında Isviçre'den Transcontinent'in bir muhabiri Berlin'e
gelmiş ve elçiliğimize başvurarak Büyükelçi Hüsrev Beyden randevu istemişti.
Hüsrev Bey bu haber ajansının isteğini yerine getirmiş, onu elçilikte kabul
etmişti. Ne konuştuklarını bilmiyorduk. Bu konuşma daha o gün Isviçre'den bütün
dünyaya yayınlanmıştı: Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi
"Transcontinent" muhabirinin Türkiye - Almanya ilişkileri hakkındaki
sorusuna verdiği cevapta, "Almanya bizim (Türkiye'nin) hayat sahasıdır,
biz (Türkiye) de Almanya'nın hayat sahasıyız" buyurmuşlardı.
Bu
deyiş Anglo - Sakson dünyasında bugünün atom bombası patlaması gibi korkunç bir
etki yaratmıştı. Washington - Londra, Washington - Ankara, Londra - Ankara
arasında telgraflar durmadan gidip geliyor. Ne oluyoruz, neler oluyor? Uyuyor
musunuz? Uyuyor muyuz? Uyutuluyor muyuz? diye durmadan soruluyor. Britanya ve
Amerika büyükelçileri Dışişleri Bakanlığımıza başvuruyor, orası Berlin'de
Türkiye Büyükelçiliğinde olup bitenlerden habersiz olduğu için bu konuda bir şey
söyleyemiyordu. Bu durum karşısında iki büyükelçi Cumhurbaşkanı Inönü'ye
gitmeğe karar verdiler. Inönü de Berlin Büyükelçimizin durup dururken bizi
"Almanya'nın hayat sahası" yapmasındaki hikmete akıl erdirememiş
olduğundan Britanya ve Amerika büyükelçilerine ne diyeceğini bilememiş,
"böyle yersiz ve anlamsız bir Beyanın, mihver devletlerinin, hasımlarının
sinirlerini bozmak, zihinlerini allak bullak etmek için böyle bir balon uçurmuş
olacaklarını, etraflı bilgi edinmek için Berlin Büyükelçimizin Ankara'ya çağırıldığını
söyledi.
Tam
o günlerde Necmettin Sadak'ın başkanlığında, Selim Sarper, Nadir Nadi ve
Adana'dan Ferit Celal'in kardeşi, Alman hükümetinin çağrısına uyarak Berlin'e
gelmişti. Elçilikte, koridorda Hüsrev Bey, Necmettin Sadak ve Selim Sarper'le
karşılaştı. O gün bir salı günüydü. Elçilik katiplerinden bir arkadaş, tertip
ettiği bir çay toplantısına Hüsrev Beyi çağırmıştı. Ayak üzeri konuşuldu.
Hüsrev Bey, Necmettin Sadak'a "Beni böyle acele çağırmalarını ne
gerektirdi, bilmiyorum, beni Dışişleri Bakanı mı yapacaklar?" diyordu.
Biz
Hüsrev Beyin "Transcontinent"e yaptığı beyanı biliyorduk. Bu işin iç
yüzünü "güvenilir yer ve kişilerden Ankara'da öğrendiğine hiç şüphe
olmayan Necmettin Sadak, Hüsrev Gerede'nin saflığına gülümseme ile bakıyor, fakat
hiçbir yorum ve mütalaaya katılmıyordu.
Bu
nazik anlarda böyle bir beyanda bulunan bir Berlin Büyükelçisinin, Dışişleri
Bakanı olmayı aklından geçirmesi ne hazin bir tecelliydi!?
Anglo
- Sakson devlerinin karşısında Türkiye'nin Berlin Büyükelçisinin gafını bu
gafil elçiyi hemen merkeze çekmek ile tamire girişilmişti.
Hüsrev
Bey ve hele madam Göring'le sıkı bir dostluk kurmuş, Alman hükümet merkezinde
adeta "etablie" (=yerleşmiş, mukim) olmuş bulunan eşi hanımefendi,
Türkiye'ye dönüşe, Dışişleri Bakanlığı'na kendini adaylamış olmasına rağmen hiç
de istekli değildi.
Almanlar Türk basınını fethediyor...
Elçilik
mensuplarıyla ufak bir ayrılış toplantısından sonra bir salı günü bir daha
dönmemek üzere Hüsrev Gerede ailesi Berlin'den ayrıldı. Bir iki gün sonra da
Necmettin Sadak başkanlığındaki basınımız mensupları üç hafta süren bir
cepheler turuna çıktı.
Temmuz
ayı idi. Heyetimiz kendisine tahsis edilen bir otobüsle önce Almanya'nın içinde
birkaç şehirde ağırlandıktan sonra önce Lüksemburg'a uğradı. Bir gece bu şehrin
iki katlı eski, fakat itibarlı bir otelinde kaldıktan sonra, Fransa'ya geçmek
için yoluna devam etti.
Lüksemburg
şehri ortasından epey alçakta, daha doğrusu derinde olan bir vadi ile ikiye
bölünmüş, iki yanı bir köprü ile biribirine bağlanmış ilginç, şirin bir
kenttir. Vadi yer yer serpilmiş, yukardan bakınca bibloyu andıran villalarla
doludur.
Reims'te
bir gece kaldık. Bu gece için Alman tertipçileri bir sürpriz hazırlamış
olduklarını akşam yemeğinde bize eriştirdiler.
Ay
ışığı vardı. Akşamın dokuzuydu, sokaklarda bazan bir askere, bazan bir askeri
polise raslıyorduk. Bu birkaç kişinin dışında halktan tek insan yoktu Reims
sokaklarında. Bir büyük alan mı idi, yoksa geniş bir cadde mi, ay ışığına
rağmen akşamın loşluğunda pek anlaşılamıyordu. Mihmandarımız yaşlıca bir
yüzbaşıydı. Yedek subay olsa gerek. Bir büyük, iki katlı villanın önünde
durduk. Yüzbaşı, "Palais d'Orient'dir burası. Bu gece burası sizlerin
emrinde. İstediğiniz gibi güler eğlenirsiniz!" dedi. Alman askeri komutanlığı
bize Reims'in en göz kamaştırıcı bir bordelini o gece için başka kimsenin içeri
alınmaması emrile bize hazır tutmuştu.
Içeri
girince "Elhamra" sarayında olduğu gibi tavanı pembe mermer sütunlara
oturtulmuş büyük, ama çok büyük bir salonda kendimizi bulduk. Salonda büyük
gazinoda olduğu gibi, sandalya ve koltuklarla çevrilmiş masalar ve bunlarda
ikişer üçer genç kadınlar akşam tuvaletlerile bu akşam Türk gazetecilerini
memnun etmek, dişilik görevi yapmak için salonu yayılmışlardı.
Salon
bu halile hiç de içaçıcı değildi. Palais'liğine palais idi ama Palais'nin
bordel alanı, bana Lautrec'in Paris bordellerinde resmini yaptığı tabloda
müşteri bekleyen orospulu sahneyi hatırlattı. Tiksindim, iğrendim ve gönlümüzü
hoş etmek isteyen Almanların sözüm ona bu inceliğindeki kabalığa canım sıkıldı.
Salona
bitişik bir odaya geçtik. Bizim sayımız kadar, altı kadın da bizimle sohbet
etmek için bize katıldı. Yüzbaşı bu evin kadınlarıyla içli dışlı olmuştu.
Anlaşılan, yabancı konuk ağırlamada, özellikle bu türde becerikli bir uzman
olmuştu. Şampanyalar içildikçe hava gitgide ısınıyor, ağız şakalaşmaları yavaş
yavaş el ve elleme şakasına dönüyor, aramızdaki resmilik perdesi tamamile
kalkıyordu. Bir ara kafayı adam akıllı şampanya ile doldurmuş olan yanımızdaki
genç bir gece kuşu eteklerini kaldırdı, arkasındaki kaba etlerini sandalyada
oturan yüzbaşının suratına bastırdı bastırdı, neredeyse bu hınçla Alman
subayını duvarla pembe beyaz butları arasında boğacaktı. Bereket versin bu
kinli davranış şaka havasına sokuldu ve biz konuklara sarayı gezdirmek
bahanesiyle gitgide kızışan havada büyük bir patlama olmanın önüne bu saray
dolaşmasıyla geçildi. Bu dolaşmada, yanımızda sarayın birer nedimesi vardı.
Pembe,
sarı, mor, yeşil, hasılı ben diyeyim yirmi, siz rahatça otuz, kırk diyebileceğiniz
türlü renkte şık ve klasik stilde mobilyalı yatak odalarında dolaştırıldıktan
sonra "nedime"miz bize "bu da şimdi bizim odamız!" deyip
kapıyı kapattı ve her birimiz "biz bize" kalıverdik. Dünya milletleri
boğaz boğaza gelip birbirini aklın havsalanın alamayacağı canavarlıklarla
öldürmeye çalışırken biz de hangi âlemde "saray safası!" sürüyorduk.
Bu
gezide Necmettin Sadak, Asım Us, Selim Sarper, Nadir Nadi, Adana'dan Ferit
Celal'in kardeşi ve ben vardım.
Sabah
kahvaltımızdan sonra otelin barında Necmettin Sadak'la birer minyon şişe
şampanya içmiştik. Reims şampanya kentidir. Herkes bize yabancılığımızı
anlayarak hınçla yan bakıyordu. Akıllı davrandık da otobüsün önüne Almanlarca
takılan bayrağımızı yerinden çıkarıp kaldırdık.
Reims'e
bizi Paris'e resmen çağırmakla görevlendirilen bir elçi, Paris'ten geldi.
Hiçbirimiz buna razı olmadık. Bir milletin başına gelen felaketin hükümet
merkezinde seyircisi olmak hasletsizliğine kendimizi sürükletemezdik.
Gece
sokağa çıkma yasağı vardı. Sabah olunca otelin önündeki trotuarda masalar
oranın devamlı müşterileriyle dolmuştu. Çoğu kadındı. Tek tük yaşlı erkekler
bunların arasında kayboluyordu. Dükkanlar bomboştu.
Yıl
1942. Savaşın sonu ne olacağını kesin olarak kimse bilemiyordu. Almanlar kudret
ve güçlerini henüz yitirmemişlerdi. Kim çıkaracaktı bu Alman ordularını
Fransa'dan. Ticaret durmuş, kazanç imkanları hiçe inmiş, ne tarım, ne endüstri
kalmış. Şarabı, şampanyayı, konyağı Alman alıyor, Fransızlardan aldığı
franklarla bunları ödüyordu.
Bu
savaşta Reims'in katedraline bir şey olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda olduğu
gibi bu sefer Fransa'da yanmış yıkılmış yer yoktu. Almanlar, Fransızların en
çok güvendikleri bir Çin duvarını derinlemesine toprağa gömdükleri
"Maginot" hattına çok bel bağlamışlardı. Alman sınırına paralel,
boydan boya olan bu yeraltı tahkimatında Sedan çevresinde açtıkları bir
gedikten Fransa'ya bir sel gibi akmış ve bu tahkimatla anavatan Fransa arasına
girerek bu memleketi manen yıkmış, Fransa'yı baştan başa istila etmişlerdi.
(Yazılmış, sonradan üstü çizilmiş bir cümle: "Reims'ten dönüşte yolumuzun
üstünde Verdun programa alınmış, orada bir gün ve bir gece kaldık.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder