25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -3



Hüsrev Beyin Hayali

Nejat Kavur, Berlin gibi İkinci Dünya Savaşı'nda çarpışan iki ayrı âlemin dünya yüzünde en önemli hükümet, ittifak ve kararlar merkezi olan bir yerde görevlendirilecek bir ehliyette değildi. Hitler rejiminin olaylar kasırgasında uçmamak için kurşun gibi ağır olmak gerekiyordu. Bu ağırlık onda yoktu. O postta o hafifti. Kendini beğenmiş biriydi. Büyükelçi Hüsrev Bey zamanında aklınca"balon uçurmağa" bile yeltenmişti. Bu balonlardan birini Hüsrev Beye vermiş, o da bir çocuk gibi balonu uçuruverince nefesi Ankara'da almıştı.

Şöyle ki: Himmler'in perde arkasında bir tertibi olan "Transcontinent" adında Isviçre'de faaliyette bulunan bir haber ajansı vardı. Bu ajans, tarafsız memlekette "tarafsızlık" kılığında Nazi Almanyası'nın işine yarayacak haber uydurmak, gafil diplomat ve politikacıları gaflet anında kendi tertibiyle konuşturup oyuna getirmekle görevliydi.
Hüsrev Bey bana da arada bir balon uçuralım diyor, bu düşüncesini gülümsemekle karşılıyor, bununla yetiniyordum.

1942 yılının Haziran ayında Isviçre'den Transcontinent'in bir muhabiri Berlin'e gelmiş ve elçiliğimize başvurarak Büyükelçi Hüsrev Beyden randevu istemişti. Hüsrev Bey bu haber ajansının isteğini yerine getirmiş, onu elçilikte kabul etmişti. Ne konuştuklarını bilmiyorduk. Bu konuşma daha o gün Isviçre'den bütün dünyaya yayınlanmıştı: Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi "Transcontinent" muhabirinin Türkiye - Almanya ilişkileri hakkındaki sorusuna verdiği cevapta, "Almanya bizim (Türkiye'nin) hayat sahasıdır, biz (Türkiye) de Almanya'nın hayat sahasıyız" buyurmuşlardı.

Bu deyiş Anglo - Sakson dünyasında bugünün atom bombası patlaması gibi korkunç bir etki yaratmıştı. Washington - Londra, Washington - Ankara, Londra - Ankara arasında telgraflar durmadan gidip geliyor. Ne oluyoruz, neler oluyor? Uyuyor musunuz? Uyuyor muyuz? Uyutuluyor muyuz? diye durmadan soruluyor. Britanya ve Amerika büyükelçileri Dışişleri Bakanlığımıza başvuruyor, orası Berlin'de Türkiye Büyükelçiliğinde olup bitenlerden habersiz olduğu için bu konuda bir şey söyleyemiyordu. Bu durum karşısında iki büyükelçi Cumhurbaşkanı Inönü'ye gitmeğe karar verdiler. Inönü de Berlin Büyükelçimizin durup dururken bizi "Almanya'nın hayat sahası" yapmasındaki hikmete akıl erdirememiş olduğundan Britanya ve Amerika büyükelçilerine ne diyeceğini bilememiş, "böyle yersiz ve anlamsız bir Beyanın, mihver devletlerinin, hasımlarının sinirlerini bozmak, zihinlerini allak bullak etmek için böyle bir balon uçurmuş olacaklarını, etraflı bilgi edinmek için Berlin Büyükelçimizin Ankara'ya çağırıldığını söyledi.

Tam o günlerde Necmettin Sadak'ın başkanlığında, Selim Sarper, Nadir Nadi ve Adana'dan Ferit Celal'in kardeşi, Alman hükümetinin çağrısına uyarak Berlin'e gelmişti. Elçilikte, koridorda Hüsrev Bey, Necmettin Sadak ve Selim Sarper'le karşılaştı. O gün bir salı günüydü. Elçilik katiplerinden bir arkadaş, tertip ettiği bir çay toplantısına Hüsrev Beyi çağırmıştı. Ayak üzeri konuşuldu. Hüsrev Bey, Necmettin Sadak'a "Beni böyle acele çağırmalarını ne gerektirdi, bilmiyorum, beni Dışişleri Bakanı mı yapacaklar?" diyordu.

Biz Hüsrev Beyin "Transcontinent"e yaptığı beyanı biliyorduk. Bu işin iç yüzünü "güvenilir yer ve kişilerden Ankara'da öğrendiğine hiç şüphe olmayan Necmettin Sadak, Hüsrev Gerede'nin saflığına gülümseme ile bakıyor, fakat hiçbir yorum ve mütalaaya katılmıyordu.

Bu nazik anlarda böyle bir beyanda bulunan bir Berlin Büyükelçisinin, Dışişleri Bakanı olmayı aklından geçirmesi ne hazin bir tecelliydi!?

Anglo - Sakson devlerinin karşısında Türkiye'nin Berlin Büyükelçisinin gafını bu gafil elçiyi hemen merkeze çekmek ile tamire girişilmişti.

Hüsrev Bey ve hele madam Göring'le sıkı bir dostluk kurmuş, Alman hükümet merkezinde adeta "etablie" (=yerleşmiş, mukim) olmuş bulunan eşi hanımefendi, Türkiye'ye dönüşe, Dışişleri Bakanlığı'na kendini adaylamış olmasına rağmen hiç de istekli değildi.

Almanlar Türk basınını fethediyor...

Elçilik mensuplarıyla ufak bir ayrılış toplantısından sonra bir salı günü bir daha dönmemek üzere Hüsrev Gerede ailesi Berlin'den ayrıldı. Bir iki gün sonra da Necmettin Sadak başkanlığındaki basınımız mensupları üç hafta süren bir cepheler turuna çıktı.

Temmuz ayı idi. Heyetimiz kendisine tahsis edilen bir otobüsle önce Almanya'nın içinde birkaç şehirde ağırlandıktan sonra önce Lüksemburg'a uğradı. Bir gece bu şehrin iki katlı eski, fakat itibarlı bir otelinde kaldıktan sonra, Fransa'ya geçmek için yoluna devam etti.

Lüksemburg şehri ortasından epey alçakta, daha doğrusu derinde olan bir vadi ile ikiye bölünmüş, iki yanı bir köprü ile biribirine bağlanmış ilginç, şirin bir kenttir. Vadi yer yer serpilmiş, yukardan bakınca bibloyu andıran villalarla doludur.

Reims'te bir gece kaldık. Bu gece için Alman tertipçileri bir sürpriz hazırlamış olduklarını akşam yemeğinde bize eriştirdiler.

Ay ışığı vardı. Akşamın dokuzuydu, sokaklarda bazan bir askere, bazan bir askeri polise raslıyorduk. Bu birkaç kişinin dışında halktan tek insan yoktu Reims sokaklarında. Bir büyük alan mı idi, yoksa geniş bir cadde mi, ay ışığına rağmen akşamın loşluğunda pek anlaşılamıyordu. Mihmandarımız yaşlıca bir yüzbaşıydı. Yedek subay olsa gerek. Bir büyük, iki katlı villanın önünde durduk. Yüzbaşı, "Palais d'Orient'dir burası. Bu gece burası sizlerin emrinde. İstediğiniz gibi güler eğlenirsiniz!" dedi. Alman askeri komutanlığı bize Reims'in en göz kamaştırıcı bir bordelini o gece için başka kimsenin içeri alınmaması emrile bize hazır tutmuştu.

Içeri girince "Elhamra" sarayında olduğu gibi tavanı pembe mermer sütunlara oturtulmuş büyük, ama çok büyük bir salonda kendimizi bulduk. Salonda büyük gazinoda olduğu gibi, sandalya ve koltuklarla çevrilmiş masalar ve bunlarda ikişer üçer genç kadınlar akşam tuvaletlerile bu akşam Türk gazetecilerini memnun etmek, dişilik görevi yapmak için salonu yayılmışlardı.

Salon bu halile hiç de içaçıcı değildi. Palais'liğine palais idi ama Palais'nin bordel alanı, bana Lautrec'in Paris bordellerinde resmini yaptığı tabloda müşteri bekleyen orospulu sahneyi hatırlattı. Tiksindim, iğrendim ve gönlümüzü hoş etmek isteyen Almanların sözüm ona bu inceliğindeki kabalığa canım sıkıldı.

Salona bitişik bir odaya geçtik. Bizim sayımız kadar, altı kadın da bizimle sohbet etmek için bize katıldı. Yüzbaşı bu evin kadınlarıyla içli dışlı olmuştu. Anlaşılan, yabancı konuk ağırlamada, özellikle bu türde becerikli bir uzman olmuştu. Şampanyalar içildikçe hava gitgide ısınıyor, ağız şakalaşmaları yavaş yavaş el ve elleme şakasına dönüyor, aramızdaki resmilik perdesi tamamile kalkıyordu. Bir ara kafayı adam akıllı şampanya ile doldurmuş olan yanımızdaki genç bir gece kuşu eteklerini kaldırdı, arkasındaki kaba etlerini sandalyada oturan yüzbaşının suratına bastırdı bastırdı, neredeyse bu hınçla Alman subayını duvarla pembe beyaz butları arasında boğacaktı. Bereket versin bu kinli davranış şaka havasına sokuldu ve biz konuklara sarayı gezdirmek bahanesiyle gitgide kızışan havada büyük bir patlama olmanın önüne bu saray dolaşmasıyla geçildi. Bu dolaşmada, yanımızda sarayın birer nedimesi vardı.

Pembe, sarı, mor, yeşil, hasılı ben diyeyim yirmi, siz rahatça otuz, kırk diyebileceğiniz türlü renkte şık ve klasik stilde mobilyalı yatak odalarında dolaştırıldıktan sonra "nedime"miz bize "bu da şimdi bizim odamız!" deyip kapıyı kapattı ve her birimiz "biz bize" kalıverdik. Dünya milletleri boğaz boğaza gelip birbirini aklın havsalanın alamayacağı canavarlıklarla öldürmeye çalışırken biz de hangi âlemde "saray safası!" sürüyorduk.

Bu gezide Necmettin Sadak, Asım Us, Selim Sarper, Nadir Nadi, Adana'dan Ferit Celal'in kardeşi ve ben vardım.

Sabah kahvaltımızdan sonra otelin barında Necmettin Sadak'la birer minyon şişe şampanya içmiştik. Reims şampanya kentidir. Herkes bize yabancılığımızı anlayarak hınçla yan bakıyordu. Akıllı davrandık da otobüsün önüne Almanlarca takılan bayrağımızı yerinden çıkarıp kaldırdık.

Reims'e bizi Paris'e resmen çağırmakla görevlendirilen bir elçi, Paris'ten geldi. Hiçbirimiz buna razı olmadık. Bir milletin başına gelen felaketin hükümet merkezinde seyircisi olmak hasletsizliğine kendimizi sürükletemezdik.

Gece sokağa çıkma yasağı vardı. Sabah olunca otelin önündeki trotuarda masalar oranın devamlı müşterileriyle dolmuştu. Çoğu kadındı. Tek tük yaşlı erkekler bunların arasında kayboluyordu. Dükkanlar bomboştu.

Yıl 1942. Savaşın sonu ne olacağını kesin olarak kimse bilemiyordu. Almanlar kudret ve güçlerini henüz yitirmemişlerdi. Kim çıkaracaktı bu Alman ordularını Fransa'dan. Ticaret durmuş, kazanç imkanları hiçe inmiş, ne tarım, ne endüstri kalmış. Şarabı, şampanyayı, konyağı Alman alıyor, Fransızlardan aldığı franklarla bunları ödüyordu.

Bu savaşta Reims'in katedraline bir şey olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi bu sefer Fransa'da yanmış yıkılmış yer yoktu. Almanlar, Fransızların en çok güvendikleri bir Çin duvarını derinlemesine toprağa gömdükleri "Maginot" hattına çok bel bağlamışlardı. Alman sınırına paralel, boydan boya olan bu yeraltı tahkimatında Sedan çevresinde açtıkları bir gedikten Fransa'ya bir sel gibi akmış ve bu tahkimatla anavatan Fransa arasına girerek bu memleketi manen yıkmış, Fransa'yı baştan başa istila etmişlerdi. (Yazılmış, sonradan üstü çizilmiş bir cümle: "Reims'ten dönüşte yolumuzun üstünde Verdun programa alınmış, orada bir gün ve bir gece kaldık.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder