25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -7



Gazeteci Hikmet Tuna'nın kaleminden, Osmanlı'nın son yılları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet Dönemi ve 1970'lere kadar olan tanıklığı. Orijinallerini kaybettiğim notları ben derlemiştim.
 


KÜÇÜK NOTLAR

Senatör Kennedy'nin çocuğu Teddy'nin sağ bacağı kemik kanseri. Kesilmesi gerekiyor. Yoksa kangren olacak. Operasyondan önce Teddy, annemle babamın üzülmemesi, bedbaht olmaması için metin (cesur) olacağım.. diyor.

Oniki yaşında Teddy'nin sağ bacağı amputé edilirken, operasyon salonu önünde babası Edward Kennedy helecanla bekliyor.

Richard Nixon bizzat Teddy'ye Beyazsaray'dan telefon ediyor: "Sana iyi şanslar temenni ederim Teddy..." Teddy, gülümseyerek cevap veriyor: "Benim güvenim var. Annem babamla  kız kardeşim ve öbür kardeşimle hayat yine daima güzel olacaktır."

Bu bir dramdır.

6.12.1973. H.T.


REŞID AYAD

Reşit Ayad, Pertev Paşa'dan ayrılmış bir bayanla evlenmişti. 1929 - 30 yıllarında Raşit Rıza ile Galatasaray Hamamı'na giden sokakta Chat Noire (Kara Kedi) adıyla bar - meyhane karışığı bir lokal açmışlardı. Barda Raşit Rıza'nın metresi ya da dostu olan bir Musevi kadın servis yapıyordu. İşler, bu lokali açanların umdukları gibi pek yolunda değildi. İşlerin bozuk gittiği o günlerde bu sosyete adamı Reşit Ayad, hanımının ev masrafı, harçlık istemesi üzerine, para yerine ona "Sen daha gençsin, geçsen gitsene" demişti. Bunu bana bizzat bu hanımefendinin yakınları söylemişti. 

PRENSES ŞİVEKAR

Prenses Şivekâr genç erkek meraklısı yaşlanmış tazelerdendi. Birinci Dünya Savaşı günlerinde yüksek sosyete gençliği ve yüksek sosyetenin sefahate düşkün "modern hayat"çıları arasında Mısır Kralı Fuat'ın eski karısı Prenses Şivekâr, kendisine Mısır'dan gelen İngiliz liralarının bolluğu yüzünden çekici bir kadındı. Yüksek sosyete İstanbul'da karşıda, yani Beyoğlu - Taksim - Şişli mihveri semtinde "modern hayat" süren saltanat devrinin paşa ve bendegân mirasyedileri, savaş devri türedileri ve snoplardı.
Birinci Dünya Savaşı günlerinde İstanbul'un karşı yakasında bir Lütfü Bey türeyivermişti. Bu bir işadamı Boşnaktı. Bir ara Sofya'da bulunmuş, bu sırada ataşemiliter binbaşı Mustafa Kemal Beyle de tanışmıştı. Lütfü Bey, Bulgaristan'da Slavka adında, iri yapılı alımlı bir Bulgar dilberiyle evlenmiş, bu eşiyle İstanbul'a gelmiş, "Avrupai" sayılan Beyoğlu semtinde yerleşmişti.

Zeki bir genç kadın olan Slavka, işadamı olan kocasını arzuladığı gibi kendine "yüksek sosyete"den bir bayanlar çevresi kurmayı başarmıştı.

Birinci Dünya Savaşı günlerinde İstanbul "Yüksek sosyetesi" denilince başta "Madam Lütfü'nün evindeki toplantılar, çay ve kokteyl partileri ve benzeri cümbüşler gözönüne getirilirdi. İşte bu âlemin bir numaralı gözdesi, başköşeyi tekelinde tutan Prenses Şivekâr'dı. Madam Lütfü, Prensesi memnun edecek biçimde davetler tertipler, prensesin meşrebine uygun modern hayat kadın ve erkeklerini toplantılara çağırırdı.
Bu toplantıların birinde Şivekâr, son kocalarından Kıbrıslı Şevket Bey adında kendinden yirmibeş yaş genç olan bir erkekle tanışmış ve onunla evlenmişti.

Bu sosyetenin şöhretlerinden biri de Suat Şakir'di. Geçenlerde o da rahmetli oldu.    


VASİYET

Mukadder değilse birgün kavuşmak
Sevdiğim dul kalsın yirmi yaşında,
Hazin türkülerle beni anarak
Her sabah ağlasın pınar başında...

                 *  *
Ruhum başucunda gelerek dile
Yanımdan ayrılmaz bir adım bile,
Hasretin verdiği bir azap ile
Kederler çatılsın kumral kaşında

                 *   *
Illerin sevinci nesine gerek?
Ruhumu isterse eğer dinlemek
Babamın yattığı yere giderek
Saçını dağıtsın mezar taşında!...
Faruk Nafiz  1918  


*-*-*

ATATÜRK

Hepimiz kendimize göre bir Atatürk şahsiyeti yaratmaya ve üstelik her siyasi tartışmada onu fetvacı olarak kullanmaya kalkarsak, halimiz neye varır?

Mareşal gibi bir şöhretten de faydalanan, şeriatçılığın, ezanın yeniden araplaştarılması hareketinin başına mareşal yetmediği için Atatürk'ü geçirmek isteyelere karşı isyan etmek borcumuzdur. (F.R. Atay. 8 Şubat 1949, Ulus, Bay Hikmet Bayar'a cevap.)

KETİ

Falih Rıfkı'nın Keti (Katy) adında Alman asıllı bir kapatması vardı. Bu kadını bardan alıp Işıklar Caddesi'nde Nafiz Bey Apartmanı yanındaki iki katlı bir evde ounla yaşamıştı. Bu kızın ablası barda davulcu olan bir Avusturyalı ile evli idi.

Katy önce Kazım Paşa'nın  (Sebüktekin) oğlu Muzaffer ile entim ilişki kurmuştu. Falih nuhusluğu  (Nuhuset = uğursuzluk) ile ağır basmış, kızı işinden çıkarıp evine kapatmıştı. Falih'in eşi Şefika Hanım, Falih'in ortalıkta görünmediği bir gün İsmet Paşa (şimdi Mithat Paşa) caddesinde vali ve şehremini Haydar Beyin Macaristan'dan derleyip topladığı 400 yapı işçisinin kurduğu tek katlı bahçe evine gelerek Falih'e bir demir karyola ile bir Kırşehir seccadesi bırakarak tekmil eşyasını bir kamyona yükleyip götürmüştü.


FIRSATÇI

Yıl 1937. Ulus'tan geç vakit çıkmış Karpiç'te akşam yemeğimle rakımı içiyordum. Gece yarısı olmuştu. Garsonlar telaşla koşuşuyorlardı. Atatürk (Gazi) geliyor denildi. Gözler salonun giriş holüne çevrildi. Beş on dakika sonra antrenin loşluğunda kolkola yavaş yavaş salona doğru ilerleyen üç kişi peyda oldu. Bu üç kişi ışığa girince belli oldu. Ortada Gazi Hazretleri sağ koluna Kılıç Ali, soluna Recep Zühtü girmiş, Gazi Paşamızın sendelemesini önleyorlardı. Gazi içkiliydi, hem de epey içkiliydi. Bu hal benim canımı çok sıktı. Salonda yabancılar var, yar var ağyar var. Onun koluna girenler ona arkadaşlık edenler onu bu halile buraya getirmemek için ellerinden geleni yapabilirlerdi. Kendilerini böyle bir yakınlık çerçevesi içinde göstermek fırsatlarını hiç kaçırmazlardı.


(Kırkbeş yıl önce) Ankara'da iş peşinde olanlar

"S. Gorman" adındaki gazmaskesi, alev makine ve silahları yapan ve İngiltere ordusunu donatan bir firmayı ağabeyimle temsil ediyorduk. Savunma Bakanlığımız, elli bin Rus lastik gaz maskesinin absorbanının yapımını bizim temsil ettiğimiz İngiliz firmasına ihale etmişti. Önemli bir başka konuyla ilgili bir iş için bakanlığın isteği üzerine bir uzman İngiltere'den Ankara'ya gelmiş, gereken bilgiyi Savunma Bakanlığı'nın yetkililerine verdikten sonra Londra'ya dönmek üzere Ankara'dan trenle hareket etmişti.

Bir hafta, on gün sonra, firma buraya gelen uzmanın bir mektubunu bize göndermişti. Mektupta kısaca şunlar anlatılıyordu:

Yemekli vagonda bana dört kişilik bir masada yer gösterilmişti. Galiba ben biraz erken davranmıştım. Vagon bomboştu. Biraz sonra yolcular gelmeye başladı. Bir genç kadınla yaşlı bir erkek, masada oturmak için benden izin istedi. Ben de buyurmaları için rica ettim. Yemek servisi yapılırken İngilizce konuştuğum garsona meramımı anlatamadığımı gören bayan, garsona ne istediğimi söyledikten sonra benimle İngilizce konuşmaya başladı. Nereden geldiğimi, bir iş için mi, yoksa İngiliz elçiliğinde mi görevli olduğumu soruyordu.

Firmanın bazı sorunlarıyla ilgili bir iş için geldiğimi söyledim. Yaşlı adam da lafa katıldı. Firmanın neler üzerine çalıştığını, büyük bir ilgi göstererek öğrenmeye çalışıyorlardı. Kendilerinin, gerek hükümet çevrelerinde, gerek memleketin politik âleminde çok geniş bir çevrede dostları, tanıdıkları olduğunu, yabancı firmaların temsilciliklerini yaptıklarını söylediler. Arkasından bizim firmayı da temsil edebileceklerini ilave ettiler. Bizim temsilcimiz var, dedim. Bunun üzerine bir yandan bayan, öbür yandan yaşlı adam, "Biz memleketin politikasında, iş âleminde olsun, en büyük ve yetkili kimseler dostlarımızdır. Bizim, Devlet Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşayla da ilişki ve dostluğumuz vardır" (dedi).

Bunları dinledikten sonra, "Benim size, ne söyleyecek sözüm, ne de yetkim vardır. Firmamı size söyledim. Bir söyleyeceğiniz varsa oraya başvurursunuz" dedim.

("Kimliklerini gösteren" sözcüklerinin üstü karalanmış) Kartlarında bu yolcuların kimlikleri...

(Üstü çizili satırları: "Bunlardan biri avukat bayan Süreyya, öbürü de Abdülhamit devrinde, meşrutiyet devrinde ve nihayetde musallat olmasını becermiş olan ..... musevi Kingsberg idi. Bu bölüm şöyle de okunabilir, çünkü kırmızı kalemle düzeltilmiş: "Bunlardan biri avukat bayan Süreyya, öbürü de Abdülhamit istibdadında, Meşrutiyet devrinde şöhretli büyüklerin gölgesinde dolaplar çevirmiş ve nihayet cumhuriyete de musallat olmasını becermiş olan dişçi musevi Sami'dir.")

Bunlardan biri, tanınmış avukat bayandı. Öbürü de Abdülhamit saltanatında şöhretli, nüfuzlu büyüklerin gölgesinde türlü iş dolapları çevirmiş İkinci Meşrutiyetin, hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet cümbüşünde aynı hüner tezgahını (Çizili: işletmiş) kurmuş, cumhuriyete de musallat olmasını becermiş olan yaşlanmış Yahudi tilkisi dişçi Sami'dir. Sami'nin dişçi dükkanı, İstanbul yüksek sosyetesinin Abdülhamit günlerinden beri randevulaştığı, nice aile ve politika sırlarının toplandığı bir santraldı.
Bu Yahudi dişçinin kolu, Maitre Salem ve Kumpanyası ile taa Paris'e, oradan Londra'ya, Berlin ve Viyana'ya, Roma'ya uzanırdı.

Çok cüretkar insanlar vardı İstanbul'da... Bunlar değil yalnız tanıdıklarının, tanımadıkları büyük şöhretli kimselerin adlarını vererek kendileriyle kırk yıllık ahbap, dost olduklarını söylemekte cesurdular.

Bunlar cumhuriyet rejiminin ilk bir iki yıllık sıkı tutumundan sonra Ankara'ya da sızmasını, kilit noktalarına sokulmasını başardılar. (!) Bunların birçoğu Atatürk'ün sade fotoğrafıile tanıştıkları halde, bu büyük insanın kendisiyle de sıkı fıkı ilişkileri olduğunu özellikle yabancılara söyler ve fotomontajla, gaziyle birlikte çekilmiş fotoğraflarla bu yalanlarını vesikalaştırma sahtekarlığını, kalpazanlığını yaparlardı.

İngilizin bize gönderilen mektubunu M.A.H yoluyla gazi hazretleri olup bitenlerden bilgi edinmeleri için Çankaya'ya Köşk'e iletilmişti.

  **************
Bir köylü kadın son derece üzgündür; kocası hakkında kulağına bir şeyler gelmiş.
-Ahmet, köyde bir laf dolaşıyor, bizim hizmetçi kız gebe imiş!
-Bu onun bileceği şey.
-Ahmet, çocuk sendenmiş diyorlar köyde...
-Bu benim bileceğim şey!
-Ama Ahmet eğer bu doğruysa vallahi köpeği alır gider kendimi denize atarım!
Köylü Ahmet kızar: "Köpek burada kalır, anladın mı?!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder