Gazeteci Hikmet Tuna'nın kaleminden,
Osmanlı'nın son yılları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet
Dönemi ve 1970'lere kadar olan tanıklığı. Orijinallerini kaybettiğim notları ben
derlemiştim.
KÜÇÜK
NOTLAR
Senatör
Kennedy'nin çocuğu Teddy'nin sağ bacağı kemik kanseri. Kesilmesi gerekiyor.
Yoksa kangren olacak. Operasyondan önce Teddy, annemle babamın üzülmemesi,
bedbaht olmaması için metin (cesur) olacağım.. diyor.
Oniki
yaşında Teddy'nin sağ bacağı amputé edilirken, operasyon salonu önünde babası
Edward Kennedy helecanla bekliyor.
Richard
Nixon bizzat Teddy'ye Beyazsaray'dan telefon ediyor: "Sana iyi şanslar
temenni ederim Teddy..." Teddy, gülümseyerek cevap veriyor: "Benim
güvenim var. Annem babamla kız kardeşim
ve öbür kardeşimle hayat yine daima güzel olacaktır."
Bu
bir dramdır.
6.12.1973.
H.T.
REŞID AYAD
Reşit
Ayad, Pertev Paşa'dan ayrılmış bir bayanla evlenmişti. 1929 - 30 yıllarında
Raşit Rıza ile Galatasaray Hamamı'na giden sokakta Chat Noire (Kara Kedi)
adıyla bar - meyhane karışığı bir lokal açmışlardı. Barda Raşit Rıza'nın
metresi ya da dostu olan bir Musevi kadın servis yapıyordu. İşler, bu lokali
açanların umdukları gibi pek yolunda değildi. İşlerin bozuk gittiği o günlerde
bu sosyete adamı Reşit Ayad, hanımının ev masrafı, harçlık istemesi üzerine,
para yerine ona "Sen daha gençsin, geçsen gitsene" demişti. Bunu bana
bizzat bu hanımefendinin yakınları söylemişti.
PRENSES ŞİVEKAR
Prenses
Şivekâr genç erkek meraklısı yaşlanmış tazelerdendi. Birinci Dünya Savaşı
günlerinde yüksek sosyete gençliği ve yüksek sosyetenin sefahate düşkün
"modern hayat"çıları arasında Mısır Kralı Fuat'ın eski karısı Prenses
Şivekâr, kendisine Mısır'dan gelen İngiliz liralarının bolluğu yüzünden çekici
bir kadındı. Yüksek sosyete İstanbul'da karşıda, yani Beyoğlu - Taksim - Şişli
mihveri semtinde "modern hayat" süren saltanat devrinin paşa ve
bendegân mirasyedileri, savaş devri türedileri ve snoplardı.
Birinci
Dünya Savaşı günlerinde İstanbul'un karşı yakasında bir Lütfü Bey
türeyivermişti. Bu bir işadamı Boşnaktı. Bir ara Sofya'da bulunmuş, bu sırada
ataşemiliter binbaşı Mustafa Kemal Beyle de tanışmıştı. Lütfü Bey,
Bulgaristan'da Slavka adında, iri yapılı alımlı bir Bulgar dilberiyle evlenmiş,
bu eşiyle İstanbul'a gelmiş, "Avrupai" sayılan Beyoğlu semtinde
yerleşmişti.
Zeki
bir genç kadın olan Slavka, işadamı olan kocasını arzuladığı gibi kendine
"yüksek sosyete"den bir bayanlar çevresi kurmayı başarmıştı.
Birinci
Dünya Savaşı günlerinde İstanbul "Yüksek sosyetesi" denilince başta
"Madam Lütfü'nün evindeki toplantılar, çay ve kokteyl partileri ve benzeri
cümbüşler gözönüne getirilirdi. İşte bu âlemin bir numaralı gözdesi, başköşeyi
tekelinde tutan Prenses Şivekâr'dı. Madam Lütfü, Prensesi memnun edecek biçimde
davetler tertipler, prensesin meşrebine uygun modern hayat kadın ve erkeklerini
toplantılara çağırırdı.
Bu
toplantıların birinde Şivekâr, son kocalarından Kıbrıslı Şevket Bey adında
kendinden yirmibeş yaş genç olan bir erkekle tanışmış ve onunla evlenmişti.
Bu
sosyetenin şöhretlerinden biri de Suat Şakir'di. Geçenlerde o da rahmetli
oldu.
VASİYET
Mukadder
değilse birgün kavuşmak
Sevdiğim
dul kalsın yirmi yaşında,
Hazin
türkülerle beni anarak
Her
sabah ağlasın pınar başında...
* *
Ruhum
başucunda gelerek dile
Yanımdan
ayrılmaz bir adım bile,
Hasretin
verdiği bir azap ile
Kederler
çatılsın kumral kaşında
* *
Illerin
sevinci nesine gerek?
Ruhumu
isterse eğer dinlemek
Babamın
yattığı yere giderek
Saçını
dağıtsın mezar taşında!...
Faruk
Nafiz 1918
*-*-*
ATATÜRK
Hepimiz
kendimize göre bir Atatürk şahsiyeti yaratmaya ve üstelik her siyasi tartışmada
onu fetvacı olarak kullanmaya kalkarsak, halimiz neye varır?
Mareşal
gibi bir şöhretten de faydalanan, şeriatçılığın, ezanın yeniden
araplaştarılması hareketinin başına mareşal yetmediği için Atatürk'ü geçirmek
isteyelere karşı isyan etmek borcumuzdur. (F.R. Atay. 8 Şubat 1949, Ulus, Bay
Hikmet Bayar'a cevap.)
KETİ
Falih
Rıfkı'nın Keti (Katy) adında Alman asıllı bir kapatması vardı. Bu kadını bardan
alıp Işıklar Caddesi'nde Nafiz Bey Apartmanı yanındaki iki katlı bir evde ounla
yaşamıştı. Bu kızın ablası barda davulcu olan bir Avusturyalı ile evli idi.
Katy
önce Kazım Paşa'nın (Sebüktekin) oğlu
Muzaffer ile entim ilişki kurmuştu. Falih nuhusluğu (Nuhuset = uğursuzluk) ile ağır basmış, kızı
işinden çıkarıp evine kapatmıştı. Falih'in eşi Şefika Hanım, Falih'in ortalıkta
görünmediği bir gün İsmet Paşa (şimdi Mithat Paşa) caddesinde vali ve şehremini
Haydar Beyin Macaristan'dan derleyip topladığı 400 yapı işçisinin kurduğu tek
katlı bahçe evine gelerek Falih'e bir demir karyola ile bir Kırşehir seccadesi
bırakarak tekmil eşyasını bir kamyona yükleyip götürmüştü.
FIRSATÇI
Yıl
1937. Ulus'tan geç vakit çıkmış Karpiç'te akşam yemeğimle rakımı içiyordum.
Gece yarısı olmuştu. Garsonlar telaşla koşuşuyorlardı. Atatürk (Gazi) geliyor
denildi. Gözler salonun giriş holüne çevrildi. Beş on dakika sonra antrenin
loşluğunda kolkola yavaş yavaş salona doğru ilerleyen üç kişi peyda oldu. Bu üç
kişi ışığa girince belli oldu. Ortada Gazi Hazretleri sağ koluna Kılıç Ali,
soluna Recep Zühtü girmiş, Gazi Paşamızın sendelemesini önleyorlardı. Gazi
içkiliydi, hem de epey içkiliydi. Bu hal benim canımı çok sıktı. Salonda
yabancılar var, yar var ağyar var. Onun koluna girenler ona arkadaşlık edenler
onu bu halile buraya getirmemek için ellerinden geleni yapabilirlerdi.
Kendilerini böyle bir yakınlık çerçevesi içinde göstermek fırsatlarını hiç
kaçırmazlardı.
(Kırkbeş yıl önce) Ankara'da
iş peşinde olanlar
"S. Gorman"
adındaki gazmaskesi, alev makine ve silahları yapan ve İngiltere ordusunu
donatan bir firmayı ağabeyimle temsil ediyorduk. Savunma Bakanlığımız, elli bin
Rus lastik gaz maskesinin absorbanının yapımını bizim temsil ettiğimiz İngiliz
firmasına ihale etmişti. Önemli bir başka konuyla ilgili bir iş için bakanlığın
isteği üzerine bir uzman İngiltere'den Ankara'ya gelmiş, gereken bilgiyi
Savunma Bakanlığı'nın yetkililerine verdikten sonra Londra'ya dönmek üzere
Ankara'dan trenle hareket etmişti.
Bir hafta, on gün sonra,
firma buraya gelen uzmanın bir mektubunu bize göndermişti. Mektupta kısaca
şunlar anlatılıyordu:
Yemekli vagonda bana dört
kişilik bir masada yer gösterilmişti. Galiba ben biraz erken davranmıştım. Vagon
bomboştu. Biraz sonra yolcular gelmeye başladı. Bir genç kadınla yaşlı bir
erkek, masada oturmak için benden izin istedi. Ben de buyurmaları için rica
ettim. Yemek servisi yapılırken İngilizce konuştuğum garsona meramımı
anlatamadığımı gören bayan, garsona ne istediğimi söyledikten sonra benimle
İngilizce konuşmaya başladı. Nereden geldiğimi, bir iş için mi, yoksa İngiliz
elçiliğinde mi görevli olduğumu soruyordu.
Firmanın bazı sorunlarıyla
ilgili bir iş için geldiğimi söyledim. Yaşlı adam da lafa katıldı. Firmanın
neler üzerine çalıştığını, büyük bir ilgi göstererek öğrenmeye çalışıyorlardı.
Kendilerinin, gerek hükümet çevrelerinde, gerek memleketin politik âleminde çok
geniş bir çevrede dostları, tanıdıkları olduğunu, yabancı firmaların
temsilciliklerini yaptıklarını söylediler. Arkasından bizim firmayı da temsil
edebileceklerini ilave ettiler. Bizim temsilcimiz var, dedim. Bunun üzerine bir
yandan bayan, öbür yandan yaşlı adam, "Biz memleketin politikasında, iş
âleminde olsun, en büyük ve yetkili kimseler dostlarımızdır. Bizim, Devlet
Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşayla da ilişki ve dostluğumuz vardır"
(dedi).
Bunları dinledikten sonra,
"Benim size, ne söyleyecek sözüm, ne de yetkim vardır. Firmamı size
söyledim. Bir söyleyeceğiniz varsa oraya başvurursunuz" dedim.
("Kimliklerini
gösteren" sözcüklerinin üstü karalanmış) Kartlarında bu yolcuların
kimlikleri...
(Üstü çizili satırları:
"Bunlardan biri avukat bayan Süreyya, öbürü de Abdülhamit devrinde,
meşrutiyet devrinde ve nihayetde musallat olmasını becermiş olan ..... musevi
Kingsberg idi. Bu bölüm şöyle de okunabilir, çünkü kırmızı kalemle düzeltilmiş:
"Bunlardan biri avukat bayan Süreyya, öbürü de Abdülhamit istibdadında,
Meşrutiyet devrinde şöhretli büyüklerin gölgesinde dolaplar çevirmiş ve nihayet
cumhuriyete de musallat olmasını becermiş olan dişçi musevi Sami'dir.")
Bunlardan biri, tanınmış
avukat bayandı. Öbürü de Abdülhamit saltanatında şöhretli, nüfuzlu büyüklerin
gölgesinde türlü iş dolapları çevirmiş İkinci Meşrutiyetin, hürriyet, adalet, müsavat,
uhuvvet cümbüşünde aynı hüner tezgahını (Çizili: işletmiş) kurmuş, cumhuriyete
de musallat olmasını becermiş olan yaşlanmış Yahudi tilkisi dişçi Sami'dir.
Sami'nin dişçi dükkanı, İstanbul yüksek sosyetesinin Abdülhamit günlerinden
beri randevulaştığı, nice aile ve politika sırlarının toplandığı bir santraldı.
Bu Yahudi dişçinin kolu,
Maitre Salem ve Kumpanyası ile taa Paris'e, oradan Londra'ya, Berlin ve
Viyana'ya, Roma'ya uzanırdı.
Çok cüretkar insanlar vardı
İstanbul'da... Bunlar değil yalnız tanıdıklarının, tanımadıkları büyük şöhretli
kimselerin adlarını vererek kendileriyle kırk yıllık ahbap, dost olduklarını
söylemekte cesurdular.
Bunlar cumhuriyet rejiminin
ilk bir iki yıllık sıkı tutumundan sonra Ankara'ya da sızmasını, kilit
noktalarına sokulmasını başardılar. (!) Bunların birçoğu Atatürk'ün sade
fotoğrafıile tanıştıkları halde, bu büyük insanın kendisiyle de sıkı fıkı
ilişkileri olduğunu özellikle yabancılara söyler ve fotomontajla, gaziyle
birlikte çekilmiş fotoğraflarla bu yalanlarını vesikalaştırma sahtekarlığını,
kalpazanlığını yaparlardı.
İngilizin bize gönderilen
mektubunu M.A.H yoluyla gazi hazretleri olup bitenlerden bilgi edinmeleri için
Çankaya'ya Köşk'e iletilmişti.
**************
Bir köylü kadın son derece
üzgündür; kocası hakkında kulağına bir şeyler gelmiş.
-Ahmet, köyde bir laf
dolaşıyor, bizim hizmetçi kız gebe imiş!
-Bu onun bileceği şey.
-Ahmet, çocuk sendenmiş
diyorlar köyde...
-Bu benim bileceğim şey!
-Ama Ahmet eğer bu doğruysa
vallahi köpeği alır gider kendimi denize atarım!
Köylü Ahmet kızar:
"Köpek burada kalır, anladın mı?!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder