HİTLER'E KARŞI SAVUNMA
Hitler
ordularını Balkanlara sürmüştü. Bizim savunma dizimiz ileride Bulgaristan
sınırına paralel bir durumda. Savunma gücümüzün Avrupa bölümündeki bütün
ağırlığı buradaydı.
Genelkurmayın
çelik kasalarında saklanan burayla ilgili aksiyon planları Almanların
"yıldırım" düzen ve hareketleri karşısında değer ve anlamını
kaybetmişti. Alman tank sürüleri peşlerindeki motorize binmiş kuvvetleriyle
birkaç saatte, bilemedin bir günde Akdeniz'e, Dedeağaç'a inecekler, bir gün içinde
de Marmara kıyısından Istanbul'a geleceklerdi. Avrupa'daki ordumuz tümüyle
savaş dışı bir "hiç" olacaktı. Onun hiçliği ile Türkiye
"mihver" devletlerinin bir uydusu olacak, bununla da kalmayacaktı,
belki de Boğazlar ve memleketin stratejik büyük önemi yüzünden iki tarafın
savaştığı geniş bir çarpışma alanı durumuna girecekti.
Bu
felaket ihtimali gün geçtikçe hızla üzerimize yürüyordu ama, bunu görmek,
anlamak istemeyen, kasadaki planda ısrarla inat eden bir genelkurmay başkanı
vardı. Başta Cumhurbaşkanı, cephelerde pişmiş, çifte kavrulmuş bir kurmay
subayı olan Inönü olmak üzere tehlikeyi bütün korkunçluğu ile gören kurmay
komutanlar başkana meram anlatıp söz geçiremiyorlardı. Nihayet bir gün
"iyi saatte olsunlar"ın etkisiyle inadını bırakan genelkurmay başkanı,
gereken emri verdi. Avrupa'daki kuvvetler komutanı zarfı açtı: Ordu var hızıyla
geriye, Çatalca hattına çekilecek, Meriç üzerindeki demiryolu köprüsü dinamitle
havaya uçurulacaktı.
Emir
yerine getirildi. Ordumuz var hızından kat kat üstün bir hızla Çatalca'ya
çekildi. Ordu kurtulmuştu. Ondan sonra Hitler'in tanklarını durduracak (!) olan
"Çatalca tahkimatı" ya da "Çakmak" savunma tertipleriyle
boydan boya beton kazıklar dikilmeye başlandı. Çok şükür bu kazıklara
savunmamızı dayatmaya ihtiyaç duyulmadı. Yoksa halimiz tarif edilemeyecek bir
facia örneği olurdu.
İkinci
Dünya Savaşında birincisindeki gibi dondurulmuş, sabit cephe kalmamıştı.
Almanlar Birinci Dünya Savaşında kendi aleyhlerindeki kesin sonuçta, son
anlarda ortaya çıkan Ingiliz tanklarını kendi teknik ilerilikleri ile
mükemmelleştirmiş, bu silahı ve moorlaştırdığı (=arttırdığı!) ordularını o
tarihe kadar Avrupa ordularında görülmemiş bir dalıcı, yarıcı bir hızlı hareket
savaşı ortaya çıkarmıştı. Bu sürpriz Fransa, Ingiltere, Sovyet ordularını gafil
avlayan bir baskın olmuştu. Klasik savunma cephesi diye bir şey kalmamıştı.
Kümeleşen ordu kuvvetleri siperlerde yerleşip barınmıyordu; oynaktı bu
kuvvetler.
Birinci
Dünya Savaşı'nda bir savaş alanı durumuna giren Fransa, bu savaştaki acı
tecrübeden sonra Almanya sınırına paralel boydan boya "Çin Seddi"
gibi, ama yerin dibine altmış metre inen betonarme bir yeraltı seddi çekmişti.
Maginot'ydu bu seddin adı. Milyarlara mal olan bu seddi Almanlar Sedan
yakınında bir yerinden deldi. Bu delikten Almanlar tank sürülerini, arkasından
motorlaştırılmış ordularını Fransa'ya soktu. Maginot'yu arkasından çevirdi ve
onu tasarlanan hizmeti, belbağlanan savunmayı yapamaz hale getirdi.
Biz
ise Almanların "Blitzkrieg", Yıldırım Savaşı adını verdiği ve
gösterdiği çok hızlı hareketli savaşı, tankların cephe savunması diye bir şey
tanımadığını, tıpkı eski Cengizlerin, Timurların bindirilmiş orduları gibi
durmadan yer değiştirerek, önden, arkadan, her yandan saldırdığını göremiyor,
gelip derme çatma beton kazıklara dayanan dondurulmuş bir cephede ele avuca
sığmayan tank sürülerini, çok hızlı yer değiştiren moorlaştırılmış kuvvetlerini
durdurmayı -belki de çaresizlik, her bakımdan yoksulluk yüzünden-
sağlayacağımızı sanıyorduk.
Bu
hava ve anlayış içinde, Çatalca'da düşmanı durdurmayı, bu dondurulmuş cephe ile
İstanbul'u, hatta memleketi düşman istilasından kurtarmayı tasarladığımız o
günlerde şehrin, yani Istanbul'un boşaltılması, böylelikle savunma yükünün
hafifletilmesi düşünülüyordu. İstanbul'un boşaltılması, şehir halkının
Avrupa'dan karşı yakaya, Anadolu'ya taşınıp göç etmesi demekti. Buna aniden
karar verilip işe girişilince bu nasıl tatbik edilecek, ne biçimde
gerçekleştirilecekti. Böyle bir ana baba gününde siniri bozulan, şaşkına dönen
halk, özellikle bizim halkımız söz dinler, sıraya, düzene girer miydi?!
Bu
işi genelkurmay, Münakalat Bakanlığına yüklemişti. Bu bakanlığın başında yeni
bakan, eski kurmay binbaşı Cevdet Kerim Incedayı vardı. Şehrin savunmasıyla
ilgililer dışındaki halkın Istanbul'un karşı yakasına çabuk taşınması çok
önemli bir rol oynuyordu. Bu tedbirlerin alındığı, ya da düşünüldüğü günlerde
bir akşam, Kütahya Milletvekili Naşit Hakkı Uluğ'un Ankara'daki evinde Bakan
Incedayı'yı olup bitenler hakkında dinlemek fırsatını bulmuştuk. Incedayı'da o akşam
büyük bir iş başarmış bir insan hali vardı. Sevinçe bize içini dökmeye başladı:
"İstanbul'un
gerekince boşaltılması problemi beni çok düşündürüyor, günlerdir buna bir çözüm
yolu arıyor, bulamıyordum. En sonra problemi çözdüm. Önceki gün İstanbul'da
bunun tatbikatını yaptık. Boğazın en dar yerinden bir yakadan karşı yakaya bir
halat gerdik. Sandallara, kayıklara binip karşıya geçecek olanlar halata asılıp
çekecekler, bu suretle ilerleyerek karşı kıyıya erişecekler. Bir de dönüş
halatı olacak. Bunun çok pratik bir çözüm yolu olduğunu tatbikatla gördük, bu
problemi de bu suretle hal etmiş olduk.
Pasif
korunma işi de yine bizim imkanlarımıza göre pratik bir biçimde hal olunmuş
sayılır. Bu da Selim Sarper'in aklına gelen bir çözümdür. Bizde, özellikle Istanbul
cihetinde evlerin çoğu ahşap olduğu için, bunların çoğunda bodrum yoktur. Onun
için bu gibileri sığınak olarak kullanılamaz. Mahalle aralarındaki sokaklarda
sığınak olabilecek çukurlar kazmak, trafiği büsbütün berbat bir duruma sokacak.
Iyisi, İstanbul'un daracık sokakları, hava akınları alarmlarında halkın
barınağı görevini yapabilecektir. Doğrudan doğruya bomba isabet etmediği
taktirde, karşılıklı sıra evler bu sokakların yanlarına düşen bombalardan
burada barınacak halkı korumuş olacaktır. Şimdiki halde elimizden başka bir şey
gelmiyor. Büyük sığınaklar yapacak teknik imkanlarımız ne de çimento ve beton
demiri var. Onun için böyle pratik çarelere başvuruyoruz.
Gazetelerde
tedbirler alındı, alınıyor denerek halkın rahat bir nefes alması, ona güven
sağlanması işte bu tedbirlere bağlanmış oluyordu.
Cumhuriyetin
ellinci yılında "Boğaz Köprüsü"ne bakarak İkinci Dünya Savaşında
alınan şehri boşaltma tedbirleri, halkın Anadolu yakasına geçişi, hele bu
köprünün açılış töreninde halkın ne düzene, ne inzibata aldırış etmeyerek
köprüye hücum etmesi, bu yığılma üzerine neye uğradığını şaşıran köprünün
gazaba gelip tiril tiril titremeğe, elektrik lambalarının direkleri sallanmağa
başladığını duyunca, barış zamanında bile nizam, intizam bilmek istemeyen, disiplinle
bağdaşamamış olan bu halkın, savaş halinde, hele düşman tehdidi altında bulunan
bir şehirde boğazdan halata asılarak, bir yakadan karşı yakaya geçiş faciasını
gözümün önüne getirdim, tüylerim ürperdi.
Bütün
bir dünya savaş süresince Berlin'de hemen hemen geceli gündüzlü bombardımanları
yaşamış, insan canavarlığının korkunçluğunu görmüş, duymuş bir kimse olarak
İstanbul'un, dolayısıyla memleketimizin savaş dışı kalmasıyla tarihin belki de
en büyük trajedilerinden birini yaşamış olmaktan kurtulduğu kanısındayım.
Geçmiş olsun memleketimize temennisi en çok hak edilmiş, yerinde bir
temennimdir.
DÖRTTE BİR AYDIN
Bu
dünyada binlerce, onbinlerce yıldan beri söylenmedik laf, söylenmedik düşünce
kalmadı. Bu söylenen şeyler, tadını yeni tadanlarca Çin mutfağında raslanmış
yepyeni bir aş gibi halkın önüne sunulmakta, bunu kimi yeni bir buluş, bilgili
insan geçinme yolunu tutmuş olanlar da toplumda seçkin kişi rolünü
oynamaktadır. Bunların tutumu, rengi ve boyası değiştirilerek satışa "yeni"
diye eski otomobilleri satan açıkgözlerden farksızdır.
Kullanıla
kullanıla eskimiş, pörsümüş laflar, düşünüşlerle değeri kalmamış doktrinleri
stil değişikliğiyle yeni diye piyasaya sürmeğe, laf ve olup bitenlerden haberi
olmayan halk yığınlarını aldatmakla geçimlerini sağlamaktadırlar.
Bizim
dörtte bir aydın, dörtte üç yarım yamalak bilgi karışı "Konglomerat
(=yığışma) gençler" tipi şehirler kalabalığı ile çoğunluğuyla dünyamızı
öküz boynuzu sivrisinde, ucunda duran bir tepsi sananların yığınları tez -
antitez - sentez'den ne anlar, anlasa neye yorar, tarihle bugünümüze gelmiş
olan "materializm"in bir mide işi, dialektiğin bir fikir hareketi
olduğunu öğrenmiş, bilmiş olsa hangi sosyal probleme çözüm, "sosyal
adalet"in gerçekleşmesine çare bulur?
Bu
problemler bizde, rakı masasında bilgiçlik taslayarak yırtınan, çırpınan, kavga
eden, sövüşüp tokatlaşan sonra öpüşen "allame" akşamcı tiplere çene
idmanına, çene yarışmasına yarar. Ondan sonra ya bir dergide ya bir gazetecikte
yazı malzemesi diye kullanılır. Bu malzemeden meydana çıkan bir karış boyunda
ya da uzunca boylu "yazı"nın da ömrü yarım saatlik ya da en çok bir
günlük olur.
KEFEN
Bizim
Dışişleri görevlileri arasında "kefeni yırtmak" diye yalnız bu
bakanlık mensuplarının söyledikleri ve yalnız kendilerinin bildiği, anladığı
bir söz vardır. "Kefen" bu kariyerde minister payesini almak, elçi
payesine erişmek ve memleket dışına elçi olarak çıkmak ve bu suretle elçiliğe
henüz erişmemiş ve dört yılda bir memlekete dönmek ve en azından iki yıl bekledikten
sonra tekrar yabancı memlekete çıkmak kaydının zorunluğundan kurtulmak, yaş
haddi doluncaya kadar memleket dışında kalmak şansına kavuşmaktır.
Onun
için bu kariyerde memleket dışına çıkan genç diplomatların hemen hepsi,
özellikle bunların hanımlarının "ah şu kefeni bir yırtsak" dileği
dillerinden düşmez. Bu kariyerin elçiler kadrosuna erişmek mutluluğuna kavuşmuş
olanlar, memlekete çağrılmayı bir felaket telakki ederler. Çünkü elçilik ve
hele şimdi hemen tekmil dış temsilcilikler, büyükelçiliğe yükseltildikten sonra,
dışardaki temsilcilik saltanatı yanında hükümet merkezindeki en itibarlı
koltuğu ve payeyi tiksinti ile karşılarlar.
Devletimiz
dış temsilcilerine, görevlendirildikleri memleketlerin en üst seviyedeki
refahını kendilerine sağlayacak dolgun bir aylık vermektedir. Bu dolgun aylığı
onlara memleketimiz sırf devlet ve milletimizin şeref ve itibarıyla mütenasip
bir şekilde davranmalarını sağlamak, kendi yabancı meslekdaşlarından aşağı
kalmamak için vermektedir. Ama uzun yıllar içinde içim yanarak gördüm ki,
temsilcilerimizin büyük çoğunluğu, para biriktirmek için hasisliği çingeneliğe
kadar ileri götürmekte, meslekdaşlarını kabul ettikleri özel davetlerine, ancak
devletimizin Cumhuriyet Bayramını kutlamak için verdiği ödenekle ve bu
münasebetle tertiplenen kabul merasimlerinde ve bu vesile ile yaptıkları
davetlerle cevap vermekte, görevlerinin gerektirdiği yabancı meslekdaşlararası
karşılıklı davetlerde borçlarını devlet parasından ödemiş olmaktadırlar.
Bunların
arasında hem insan hem de kariyer bakımından haysiyetsizliğe işi dökenler bir
hayli çoktur. Bazıları bir anda servete kavuşmak hırsıyla memleketimizin
şerefini lekelemekten çekinmemişlerdir. Tipik birkaç örnek vermekle
yetineceğim: Ispanya iç harbinde elçiliğimize sığınmış olan asilzadelerin sayısı
epey büyümüştü. Hükümetimiz elçiliğimize sığınan bu aileleri Madrit'ten başında
Türk Bayrağı ile elçilik otomobili olan bir otomobil konvoyu ile Barcelona
limanına getirip oradan vapura bindirmeyi ve bunları Italya'ya getirmeyi
organize etmişti. Bu konvoy işiyle görevlendirilen elçilik katiplerinden biri,
bu yolculuğa katılanların, her ihtimale karşı bir tedbir olmak üzere kendisine
verdikleri mücevherleri, kiminin de paralarını, o ana baba günlerinde bu
felaketzedelere geri vermeyi aklından çıkarmış. Vapura binen Ispanyollar
kurtulmuş olmak sevinci içinde dünyalıklarını katibimizin getirip vermesini
beklerken vapur limandan ayrılmış. Fakat katip, içinde mücevherlerin bulunduğu
çanta ile rıhtımda kalmış.
Ispanyollar,
Italya'da karaya çıkınca Madrit elçiliğimize mücevherlerini hatırlatmışlar.
Elçi mücevherleri çantaya dolduran katibe, bize sığınmış olan Ispanyolların
emanetlerini istediklerini söyleyince, böyle bir şeyden haberi olmadığını
söylemiş. Emanet sahipleri Dışişleri Bakanlığımızın da kapısını çalmayı, olup
bitenleri anlatmayı ihmal etmemişler. Katip inkarda sebat kıldı, merkeze
alındı, sonra bakanlıktan uzaklaştırıldı. Ispanyol felaketzedelerinin
mücevherleri gitti gider oldu, sonra toz oldu, arkasından apartman çift çubuk
oldu.
İkinci
Dünya Harbi günlerinde Ankara'da büyükelçi olan Ispanyol diplomatı, harpten
sonra Stockholm'da memleketini temsil ediyordu. Bu elçinin bir akşam yemeğinde,
Madrit - Barcelona konvoyuna katılmış olan bir Ispanyol asilzadesiyle
karşılaştım. Canlarını kurtarmış olduğunu söyleyerek memleketimizi minnet ve
şükranla anan bu zat, mücevherler olayını şakaya boğarak "hokus -
pokus" diye kahkaha ile gülüyordu.
BİZİM GANDİ
Parlamento
çevrelerinde Tevfik Rüştü Aras'ın adı "Gandi" idi. Bizim Gandi geldi,
bizim Gandi gitti, Gandi aşağı Gandi yukarı... Yakışıklı delikanlıdır vesselâm
diye mebuslar özel toplantılarda kahkahayı basarlardı. Bu bakan da gençliğinde,
delikanlılığında çehre çirkinliği, fukarası olması yüzünden kadınların en
bayağısından iltifat görmemiş olmalı ki, cumhuriyet rejiminde önemli postlara
kavuştuktan, hatta bakan olduktan sonra ele avuca sığmaz, saldırgan bir çapkın
olmuştu.
Ankara'da
1926 - 27 yıllarında, Çankırı Caddesi'nin yan sokaklarında sözümona dansingli
barlar açılmağa başlamıştı. Bunlardan biri bir ahırdan bozma bir yerdi. Ahırın
tabanına tahta döşeme yapılmış, bu döşemenin bir yanı dans pisti, bir yanı da
renkli patiska basmalardan yapılmış paravanalarla çevrili "separe"ler
vardı. Konsomatrisler alelacele İstanbul'dan, Sirkeci semtinin akşam piyasasındaki
trotöz dilberleriydi. Gençlerin "apaş barı" adını verdikleri bu sözde
gece kulübünde bir akşam paravana separesinde şampanyaların pat pat açıldığı
dikkatimi çekti. Merak ve tecessüs zorladı beni. Paravananın üstünden bakınca,
bu hovardanın Dışişleri Bakanı Aras, şampanyayı açtıranın da, çiçek bozuğu
Sirkeci dilberlerinden Yahudi kızı Ester olduğunu gördüm.
Bu
bakanın Hacı Bayram Camii avlusu arkasında, basık tavanlı iki odalı eski bir
Ankara evini, bakanlık hizmetçisi bir kadına tutmuş, orasını garsoniyer olarak
kullanıyordu. Dışişleri ambarlarından (alınmış...) eski, uzun, kocaman Hereke
işi pembe perdeler, tavandan yere sarkan kısmı ile yer halısı oluyordu.
(devamında, eski yazıya geçilmeden önce şu not var: 1 Jül Fresko, 2. Leon
Fresko, 3. Jak Basat, 5. Kemal Nasi, 6. İbrahim Beyzade Lütfi Bey, 4 Temmuz
1929'de Ankara'nın emrile İstanbul'da tevkif edildiler.)
SATILIK PASAPORT
Ikinci
Dünya Harbinde nazilerin işgal ettikleri memleketlerin birinde, bu gibi
yerlerin hepsinde olduğu gibi, Yahudiler başlarına gelecek olanı örneklerden
bildikleri için tahmin edilemeyecek bir paniğe uğramışlardı. Bu memlekette o
günlerde başkonsolos bulunan bir diplomatımız, konsoloslukta "mahalli
katiplik" görevlisi bir yerli ile hemen tezgahı kurmuş, kollarını sıvayarak
dolgun fiyatlarla Yahudilere Türk pasaportu hazırlamakla kalmamış bir de
bunları otomobiline yükleyerek bulunduğu memleketin sınırından İsviçre'ye
sokmuştur.
Haftada
birkaç sefer olmak üzere bu iş epey uzun sürmüş, foya meydana çıkınca da
konsolos cenapları Ankara'ya dönmüş, daha doğrusu bakanlıkça döndürülmüştür.
Bakanlıkta bu skandala da gıpta edenler az değildi. Netekim satılan Türk
pasaportlarının parasıyla bu bezirgan diplomat şimdi rantiye olarak ömrünü
tüketmektedir.
Ikinci
Dünya Harbinde Almanlar, Fransa'nın bir kısmını işgal ettikten sonra
Marsilya'ya başkonsolos olarak gelen, önce aktörlüğe hevesli, sonra antik dram
heveslisi bir diplomatımız da Fransa'nın güneyine kaçmış, aslında İstanbul'dan
gelme olan paralı bir Yahudi ile dostluk kurmuş, onunla bazı işler çevirmiş.
Fakat günün birinde Almanların, Fransa'nın güneyine sarkmaları ihtimali
kuvvetlenince, yaşlı bir adam olan Yahudi, canı gibi sevdiği ve sakladığı kırk
bin dolarını "dramaturg" diplomat başkonsolosa getirip makam kasasında
saklanmak üzere vermiş. (Bir başka yerde "Ezineli Dramaturg" diye bir
not da var)
Günün
birinde Amerikan ve İngiliz orduları 1944 Haziranında Fransa'ya ayak basınca
Almanlar çekilmek zorunda kalmış ve Yahudi için de Nazi tehlikesi kalmayınca,
ortalıktan çekilmiş olan Yahudi, dolarlar için konsolosluğa başvurunca,
dolarlar "verdimdi - aldımdı" trajedisine çevrilmiş, zavallı Yahudi
borçlu çıkmamak için alacaktan vazgeçmiş. Durumu yakından bilen kançılara pay
verilmek suretiyle olay örtbas edilmişti.
Harp
bittikten bir süre sonra liyakati yüzünden elçiliğe yükseltilen bu zatı şerif
İsveç'e atanmış, bu arada Amerikan elçiliğine resmen başvurarak savaş yüzünden
Türk elçiliğinin kasasında kalmış, piyasadan çekilmiş bulunan bu eski kupür
dolarların yenilerle değiştirilmesini rica etmişti. Amerikan elçiliği Türk
elçisinin isteğini yerine getirmişti.
Bu
diplomat da kızağa çekilince Yahudinin dolarlarını mülke çevirivermişti. Günün
birinde bu cüretli diplomatımız eski Grek - Helen dünyasında ilhamlar almağa
başlamış ve bir dramaturg edasına bürünüvermişti. Bu akılla üç bin yıl önceki
Helen yaşantısı hayali içinde o âleme kendini vererek üç perde ve bir tabloluk
bir trajedi taslağı üzerinde çalışmalara girişmiş ve bu tasarısını Stockholm
Devlet Tiyatrosu'na sunmağa karar vermişti. Bu işle de Türk elçiliğinin mahalli
katibi Prens Volkonski'yi görevlendirmiş, Stockholm Tiyatrosu'nun intendantına
Türk elçisinin hazırlamakta olduğu "trajedi"den söz etmesini, bunun
sahneye konulmasına imkan olup olmadığını sormasını tenbih etmişti.
Prens
Volkonski, eski bir diplomat, tanınmış bir soydan kişi, hatırı sayılır bir
kültüre sahip bir insandı. Elçiliğin tekmil Fransızca yazışmalarını o sağlardı.
Hasılı formasyonu mükemmeldi.
Elçimizin
tasarısını havsalası almayan Volkonski, "Söz aramızda, ekselansın akıl
dengesi sakın bozulmuş olmasın?!" diyordu. Emir kulu idi. Stockholm Devlet
Tiyatrosu'nun intendantlığına elçinin tasarısı telefonla bildirildi. İsveçliler
"repertuarımız birkaç yıl için doludur!" diyerek kesip attılar. Türk
elçisinin trajedisini fazlasıyla komik buldular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder