25 Ağustos 2014 Pazartesi

GAZETECİ HİKMET TUNA'NIN YAYINLANMAMIŞ ANILARI -5




HİTLER'E KARŞI SAVUNMA

Hitler ordularını Balkanlara sürmüştü. Bizim savunma dizimiz ileride Bulgaristan sınırına paralel bir durumda. Savunma gücümüzün Avrupa bölümündeki bütün ağırlığı buradaydı.

Genelkurmayın çelik kasalarında saklanan burayla ilgili aksiyon planları Almanların "yıldırım" düzen ve hareketleri karşısında değer ve anlamını kaybetmişti. Alman tank sürüleri peşlerindeki motorize binmiş kuvvetleriyle birkaç saatte, bilemedin bir günde Akdeniz'e, Dedeağaç'a inecekler, bir gün içinde de Marmara kıyısından Istanbul'a geleceklerdi. Avrupa'daki ordumuz tümüyle savaş dışı bir "hiç" olacaktı. Onun hiçliği ile Türkiye "mihver" devletlerinin bir uydusu olacak, bununla da kalmayacaktı, belki de Boğazlar ve memleketin stratejik büyük önemi yüzünden iki tarafın savaştığı geniş bir çarpışma alanı durumuna girecekti.

Bu felaket ihtimali gün geçtikçe hızla üzerimize yürüyordu ama, bunu görmek, anlamak istemeyen, kasadaki planda ısrarla inat eden bir genelkurmay başkanı vardı. Başta Cumhurbaşkanı, cephelerde pişmiş, çifte kavrulmuş bir kurmay subayı olan Inönü olmak üzere tehlikeyi bütün korkunçluğu ile gören kurmay komutanlar başkana meram anlatıp söz geçiremiyorlardı. Nihayet bir gün "iyi saatte olsunlar"ın etkisiyle inadını bırakan genelkurmay başkanı, gereken emri verdi. Avrupa'daki kuvvetler komutanı zarfı açtı: Ordu var hızıyla geriye, Çatalca hattına çekilecek, Meriç üzerindeki demiryolu köprüsü dinamitle havaya uçurulacaktı.

Emir yerine getirildi. Ordumuz var hızından kat kat üstün bir hızla Çatalca'ya çekildi. Ordu kurtulmuştu. Ondan sonra Hitler'in tanklarını durduracak (!) olan "Çatalca tahkimatı" ya da "Çakmak" savunma tertipleriyle boydan boya beton kazıklar dikilmeye başlandı. Çok şükür bu kazıklara savunmamızı dayatmaya ihtiyaç duyulmadı. Yoksa halimiz tarif edilemeyecek bir facia örneği olurdu.

İkinci Dünya Savaşında birincisindeki gibi dondurulmuş, sabit cephe kalmamıştı. Almanlar Birinci Dünya Savaşında kendi aleyhlerindeki kesin sonuçta, son anlarda ortaya çıkan Ingiliz tanklarını kendi teknik ilerilikleri ile mükemmelleştirmiş, bu silahı ve moorlaştırdığı (=arttırdığı!) ordularını o tarihe kadar Avrupa ordularında görülmemiş bir dalıcı, yarıcı bir hızlı hareket savaşı ortaya çıkarmıştı. Bu sürpriz Fransa, Ingiltere, Sovyet ordularını gafil avlayan bir baskın olmuştu. Klasik savunma cephesi diye bir şey kalmamıştı. Kümeleşen ordu kuvvetleri siperlerde yerleşip barınmıyordu; oynaktı bu kuvvetler.

Birinci Dünya Savaşı'nda bir savaş alanı durumuna giren Fransa, bu savaştaki acı tecrübeden sonra Almanya sınırına paralel boydan boya "Çin Seddi" gibi, ama yerin dibine altmış metre inen betonarme bir yeraltı seddi çekmişti. Maginot'ydu bu seddin adı. Milyarlara mal olan bu seddi Almanlar Sedan yakınında bir yerinden deldi. Bu delikten Almanlar tank sürülerini, arkasından motorlaştırılmış ordularını Fransa'ya soktu. Maginot'yu arkasından çevirdi ve onu tasarlanan hizmeti, belbağlanan savunmayı yapamaz hale getirdi.

Biz ise Almanların "Blitzkrieg", Yıldırım Savaşı adını verdiği ve gösterdiği çok hızlı hareketli savaşı, tankların cephe savunması diye bir şey tanımadığını, tıpkı eski Cengizlerin, Timurların bindirilmiş orduları gibi durmadan yer değiştirerek, önden, arkadan, her yandan saldırdığını göremiyor, gelip derme çatma beton kazıklara dayanan dondurulmuş bir cephede ele avuca sığmayan tank sürülerini, çok hızlı yer değiştiren moorlaştırılmış kuvvetlerini durdurmayı -belki de çaresizlik, her bakımdan yoksulluk yüzünden- sağlayacağımızı sanıyorduk.

Bu hava ve anlayış içinde, Çatalca'da düşmanı durdurmayı, bu dondurulmuş cephe ile İstanbul'u, hatta memleketi düşman istilasından kurtarmayı tasarladığımız o günlerde şehrin, yani Istanbul'un boşaltılması, böylelikle savunma yükünün hafifletilmesi düşünülüyordu. İstanbul'un boşaltılması, şehir halkının Avrupa'dan karşı yakaya, Anadolu'ya taşınıp göç etmesi demekti. Buna aniden karar verilip işe girişilince bu nasıl tatbik edilecek, ne biçimde gerçekleştirilecekti. Böyle bir ana baba gününde siniri bozulan, şaşkına dönen halk, özellikle bizim halkımız söz dinler, sıraya, düzene girer miydi?!

Bu işi genelkurmay, Münakalat Bakanlığına yüklemişti. Bu bakanlığın başında yeni bakan, eski kurmay binbaşı Cevdet Kerim Incedayı vardı. Şehrin savunmasıyla ilgililer dışındaki halkın Istanbul'un karşı yakasına çabuk taşınması çok önemli bir rol oynuyordu. Bu tedbirlerin alındığı, ya da düşünüldüğü günlerde bir akşam, Kütahya Milletvekili Naşit Hakkı Uluğ'un Ankara'daki evinde Bakan Incedayı'yı olup bitenler hakkında dinlemek fırsatını bulmuştuk. Incedayı'da o akşam büyük bir iş başarmış bir insan hali vardı. Sevinçe bize içini dökmeye başladı:

"İstanbul'un gerekince boşaltılması problemi beni çok düşündürüyor, günlerdir buna bir çözüm yolu arıyor, bulamıyordum. En sonra problemi çözdüm. Önceki gün İstanbul'da bunun tatbikatını yaptık. Boğazın en dar yerinden bir yakadan karşı yakaya bir halat gerdik. Sandallara, kayıklara binip karşıya geçecek olanlar halata asılıp çekecekler, bu suretle ilerleyerek karşı kıyıya erişecekler. Bir de dönüş halatı olacak. Bunun çok pratik bir çözüm yolu olduğunu tatbikatla gördük, bu problemi de bu suretle hal etmiş olduk.

Pasif korunma işi de yine bizim imkanlarımıza göre pratik bir biçimde hal olunmuş sayılır. Bu da Selim Sarper'in aklına gelen bir çözümdür. Bizde, özellikle Istanbul cihetinde evlerin çoğu ahşap olduğu için, bunların çoğunda bodrum yoktur. Onun için bu gibileri sığınak olarak kullanılamaz. Mahalle aralarındaki sokaklarda sığınak olabilecek çukurlar kazmak, trafiği büsbütün berbat bir duruma sokacak. Iyisi, İstanbul'un daracık sokakları, hava akınları alarmlarında halkın barınağı görevini yapabilecektir. Doğrudan doğruya bomba isabet etmediği taktirde, karşılıklı sıra evler bu sokakların yanlarına düşen bombalardan burada barınacak halkı korumuş olacaktır. Şimdiki halde elimizden başka bir şey gelmiyor. Büyük sığınaklar yapacak teknik imkanlarımız ne de çimento ve beton demiri var. Onun için böyle pratik çarelere başvuruyoruz.

Gazetelerde tedbirler alındı, alınıyor denerek halkın rahat bir nefes alması, ona güven sağlanması işte bu tedbirlere bağlanmış oluyordu.

Cumhuriyetin ellinci yılında "Boğaz Köprüsü"ne bakarak İkinci Dünya Savaşında alınan şehri boşaltma tedbirleri, halkın Anadolu yakasına geçişi, hele bu köprünün açılış töreninde halkın ne düzene, ne inzibata aldırış etmeyerek köprüye hücum etmesi, bu yığılma üzerine neye uğradığını şaşıran köprünün gazaba gelip tiril tiril titremeğe, elektrik lambalarının direkleri sallanmağa başladığını duyunca, barış zamanında bile nizam, intizam bilmek istemeyen, disiplinle bağdaşamamış olan bu halkın, savaş halinde, hele düşman tehdidi altında bulunan bir şehirde boğazdan halata asılarak, bir yakadan karşı yakaya geçiş faciasını gözümün önüne getirdim, tüylerim ürperdi.

Bütün bir dünya savaş süresince Berlin'de hemen hemen geceli gündüzlü bombardımanları yaşamış, insan canavarlığının korkunçluğunu görmüş, duymuş bir kimse olarak İstanbul'un, dolayısıyla memleketimizin savaş dışı kalmasıyla tarihin belki de en büyük trajedilerinden birini yaşamış olmaktan kurtulduğu kanısındayım. Geçmiş olsun memleketimize temennisi en çok hak edilmiş, yerinde bir temennimdir.    
 

DÖRTTE BİR AYDIN

Bu dünyada binlerce, onbinlerce yıldan beri söylenmedik laf, söylenmedik düşünce kalmadı. Bu söylenen şeyler, tadını yeni tadanlarca Çin mutfağında raslanmış yepyeni bir aş gibi halkın önüne sunulmakta, bunu kimi yeni bir buluş, bilgili insan geçinme yolunu tutmuş olanlar da toplumda seçkin kişi rolünü oynamaktadır. Bunların tutumu, rengi ve boyası değiştirilerek satışa "yeni" diye eski otomobilleri satan açıkgözlerden farksızdır.

Kullanıla kullanıla eskimiş, pörsümüş laflar, düşünüşlerle değeri kalmamış doktrinleri stil değişikliğiyle yeni diye piyasaya sürmeğe, laf ve olup bitenlerden haberi olmayan halk yığınlarını aldatmakla geçimlerini sağlamaktadırlar.

Bizim dörtte bir aydın, dörtte üç yarım yamalak bilgi karışı "Konglomerat (=yığışma) gençler" tipi şehirler kalabalığı ile çoğunluğuyla dünyamızı öküz boynuzu sivrisinde, ucunda duran bir tepsi sananların yığınları tez - antitez - sentez'den ne anlar, anlasa neye yorar, tarihle bugünümüze gelmiş olan "materializm"in bir mide işi, dialektiğin bir fikir hareketi olduğunu öğrenmiş, bilmiş olsa hangi sosyal probleme çözüm, "sosyal adalet"in gerçekleşmesine çare bulur?

Bu problemler bizde, rakı masasında bilgiçlik taslayarak yırtınan, çırpınan, kavga eden, sövüşüp tokatlaşan sonra öpüşen "allame" akşamcı tiplere çene idmanına, çene yarışmasına yarar. Ondan sonra ya bir dergide ya bir gazetecikte yazı malzemesi diye kullanılır. Bu malzemeden meydana çıkan bir karış boyunda ya da uzunca boylu "yazı"nın da ömrü yarım saatlik ya da en çok bir günlük olur.


KEFEN

Bizim Dışişleri görevlileri arasında "kefeni yırtmak" diye yalnız bu bakanlık mensuplarının söyledikleri ve yalnız kendilerinin bildiği, anladığı bir söz vardır. "Kefen" bu kariyerde minister payesini almak, elçi payesine erişmek ve memleket dışına elçi olarak çıkmak ve bu suretle elçiliğe henüz erişmemiş ve dört yılda bir memlekete dönmek ve en azından iki yıl bekledikten sonra tekrar yabancı memlekete çıkmak kaydının zorunluğundan kurtulmak, yaş haddi doluncaya kadar memleket dışında kalmak şansına kavuşmaktır.
Onun için bu kariyerde memleket dışına çıkan genç diplomatların hemen hepsi, özellikle bunların hanımlarının "ah şu kefeni bir yırtsak" dileği dillerinden düşmez. Bu kariyerin elçiler kadrosuna erişmek mutluluğuna kavuşmuş olanlar, memlekete çağrılmayı bir felaket telakki ederler. Çünkü elçilik ve hele şimdi hemen tekmil dış temsilcilikler, büyükelçiliğe yükseltildikten sonra, dışardaki temsilcilik saltanatı yanında hükümet merkezindeki en itibarlı koltuğu ve payeyi tiksinti ile karşılarlar.

Devletimiz dış temsilcilerine, görevlendirildikleri memleketlerin en üst seviyedeki refahını kendilerine sağlayacak dolgun bir aylık vermektedir. Bu dolgun aylığı onlara memleketimiz sırf devlet ve milletimizin şeref ve itibarıyla mütenasip bir şekilde davranmalarını sağlamak, kendi yabancı meslekdaşlarından aşağı kalmamak için vermektedir. Ama uzun yıllar içinde içim yanarak gördüm ki, temsilcilerimizin büyük çoğunluğu, para biriktirmek için hasisliği çingeneliğe kadar ileri götürmekte, meslekdaşlarını kabul ettikleri özel davetlerine, ancak devletimizin Cumhuriyet Bayramını kutlamak için verdiği ödenekle ve bu münasebetle tertiplenen kabul merasimlerinde ve bu vesile ile yaptıkları davetlerle cevap vermekte, görevlerinin gerektirdiği yabancı meslekdaşlararası karşılıklı davetlerde borçlarını devlet parasından ödemiş olmaktadırlar.

Bunların arasında hem insan hem de kariyer bakımından haysiyetsizliğe işi dökenler bir hayli çoktur. Bazıları bir anda servete kavuşmak hırsıyla memleketimizin şerefini lekelemekten çekinmemişlerdir. Tipik birkaç örnek vermekle yetineceğim: Ispanya iç harbinde elçiliğimize sığınmış olan asilzadelerin sayısı epey büyümüştü. Hükümetimiz elçiliğimize sığınan bu aileleri Madrit'ten başında Türk Bayrağı ile elçilik otomobili olan bir otomobil konvoyu ile Barcelona limanına getirip oradan vapura bindirmeyi ve bunları Italya'ya getirmeyi organize etmişti. Bu konvoy işiyle görevlendirilen elçilik katiplerinden biri, bu yolculuğa katılanların, her ihtimale karşı bir tedbir olmak üzere kendisine verdikleri mücevherleri, kiminin de paralarını, o ana baba günlerinde bu felaketzedelere geri vermeyi aklından çıkarmış. Vapura binen Ispanyollar kurtulmuş olmak sevinci içinde dünyalıklarını katibimizin getirip vermesini beklerken vapur limandan ayrılmış. Fakat katip, içinde mücevherlerin bulunduğu çanta ile rıhtımda kalmış.

Ispanyollar, Italya'da karaya çıkınca Madrit elçiliğimize mücevherlerini hatırlatmışlar. Elçi mücevherleri çantaya dolduran katibe, bize sığınmış olan Ispanyolların emanetlerini istediklerini söyleyince, böyle bir şeyden haberi olmadığını söylemiş. Emanet sahipleri Dışişleri Bakanlığımızın da kapısını çalmayı, olup bitenleri anlatmayı ihmal etmemişler. Katip inkarda sebat kıldı, merkeze alındı, sonra bakanlıktan uzaklaştırıldı. Ispanyol felaketzedelerinin mücevherleri gitti gider oldu, sonra toz oldu, arkasından apartman çift çubuk oldu. 

İkinci Dünya Harbi günlerinde Ankara'da büyükelçi olan Ispanyol diplomatı, harpten sonra Stockholm'da memleketini temsil ediyordu. Bu elçinin bir akşam yemeğinde, Madrit - Barcelona konvoyuna katılmış olan bir Ispanyol asilzadesiyle karşılaştım. Canlarını kurtarmış olduğunu söyleyerek memleketimizi minnet ve şükranla anan bu zat, mücevherler olayını şakaya boğarak "hokus - pokus" diye kahkaha ile gülüyordu.

BİZİM GANDİ

Parlamento çevrelerinde Tevfik Rüştü Aras'ın adı "Gandi" idi. Bizim Gandi geldi, bizim Gandi gitti, Gandi aşağı Gandi yukarı... Yakışıklı delikanlıdır vesselâm diye mebuslar özel toplantılarda kahkahayı basarlardı. Bu bakan da gençliğinde, delikanlılığında çehre çirkinliği, fukarası olması yüzünden kadınların en bayağısından iltifat görmemiş olmalı ki, cumhuriyet rejiminde önemli postlara kavuştuktan, hatta bakan olduktan sonra ele avuca sığmaz, saldırgan bir çapkın olmuştu.

Ankara'da 1926 - 27 yıllarında, Çankırı Caddesi'nin yan sokaklarında sözümona dansingli barlar açılmağa başlamıştı. Bunlardan biri bir ahırdan bozma bir yerdi. Ahırın tabanına tahta döşeme yapılmış, bu döşemenin bir yanı dans pisti, bir yanı da renkli patiska basmalardan yapılmış paravanalarla çevrili "separe"ler vardı. Konsomatrisler alelacele İstanbul'dan, Sirkeci semtinin akşam piyasasındaki trotöz dilberleriydi. Gençlerin "apaş barı" adını verdikleri bu sözde gece kulübünde bir akşam paravana separesinde şampanyaların pat pat açıldığı dikkatimi çekti. Merak ve tecessüs zorladı beni. Paravananın üstünden bakınca, bu hovardanın Dışişleri Bakanı Aras, şampanyayı açtıranın da, çiçek bozuğu Sirkeci dilberlerinden Yahudi kızı Ester olduğunu gördüm.

Bu bakanın Hacı Bayram Camii avlusu arkasında, basık tavanlı iki odalı eski bir Ankara evini, bakanlık hizmetçisi bir kadına tutmuş, orasını garsoniyer olarak kullanıyordu. Dışişleri ambarlarından (alınmış...) eski, uzun, kocaman Hereke işi pembe perdeler, tavandan yere sarkan kısmı ile yer halısı oluyordu. (devamında, eski yazıya geçilmeden önce şu not var: 1 Jül Fresko, 2. Leon Fresko, 3. Jak Basat, 5. Kemal Nasi, 6. İbrahim Beyzade Lütfi Bey, 4 Temmuz 1929'de Ankara'nın emrile İstanbul'da tevkif edildiler.)


SATILIK PASAPORT

Ikinci Dünya Harbinde nazilerin işgal ettikleri memleketlerin birinde, bu gibi yerlerin hepsinde olduğu gibi, Yahudiler başlarına gelecek olanı örneklerden bildikleri için tahmin edilemeyecek bir paniğe uğramışlardı. Bu memlekette o günlerde başkonsolos bulunan bir diplomatımız, konsoloslukta "mahalli katiplik" görevlisi bir yerli ile hemen tezgahı kurmuş, kollarını sıvayarak dolgun fiyatlarla Yahudilere Türk pasaportu hazırlamakla kalmamış bir de bunları otomobiline yükleyerek bulunduğu memleketin sınırından İsviçre'ye sokmuştur.

Haftada birkaç sefer olmak üzere bu iş epey uzun sürmüş, foya meydana çıkınca da konsolos cenapları Ankara'ya dönmüş, daha doğrusu bakanlıkça döndürülmüştür. Bakanlıkta bu skandala da gıpta edenler az değildi. Netekim satılan Türk pasaportlarının parasıyla bu bezirgan diplomat şimdi rantiye olarak ömrünü tüketmektedir.
Ikinci Dünya Harbinde Almanlar, Fransa'nın bir kısmını işgal ettikten sonra Marsilya'ya başkonsolos olarak gelen, önce aktörlüğe hevesli, sonra antik dram heveslisi bir diplomatımız da Fransa'nın güneyine kaçmış, aslında İstanbul'dan gelme olan paralı bir Yahudi ile dostluk kurmuş, onunla bazı işler çevirmiş. Fakat günün birinde Almanların, Fransa'nın güneyine sarkmaları ihtimali kuvvetlenince, yaşlı bir adam olan Yahudi, canı gibi sevdiği ve sakladığı kırk bin dolarını "dramaturg" diplomat başkonsolosa getirip makam kasasında saklanmak üzere vermiş. (Bir başka yerde "Ezineli Dramaturg" diye bir not da var)

Günün birinde Amerikan ve İngiliz orduları 1944 Haziranında Fransa'ya ayak basınca Almanlar çekilmek zorunda kalmış ve Yahudi için de Nazi tehlikesi kalmayınca, ortalıktan çekilmiş olan Yahudi, dolarlar için konsolosluğa başvurunca, dolarlar "verdimdi - aldımdı" trajedisine çevrilmiş, zavallı Yahudi borçlu çıkmamak için alacaktan vazgeçmiş. Durumu yakından bilen kançılara pay verilmek suretiyle olay örtbas edilmişti.
Harp bittikten bir süre sonra liyakati yüzünden elçiliğe yükseltilen bu zatı şerif İsveç'e atanmış, bu arada Amerikan elçiliğine resmen başvurarak savaş yüzünden Türk elçiliğinin kasasında kalmış, piyasadan çekilmiş bulunan bu eski kupür dolarların yenilerle değiştirilmesini rica etmişti. Amerikan elçiliği Türk elçisinin isteğini yerine getirmişti.

Bu diplomat da kızağa çekilince Yahudinin dolarlarını mülke çevirivermişti. Günün birinde bu cüretli diplomatımız eski Grek - Helen dünyasında ilhamlar almağa başlamış ve bir dramaturg edasına bürünüvermişti. Bu akılla üç bin yıl önceki Helen yaşantısı hayali içinde o âleme kendini vererek üç perde ve bir tabloluk bir trajedi taslağı üzerinde çalışmalara girişmiş ve bu tasarısını Stockholm Devlet Tiyatrosu'na sunmağa karar vermişti. Bu işle de Türk elçiliğinin mahalli katibi Prens Volkonski'yi görevlendirmiş, Stockholm Tiyatrosu'nun intendantına Türk elçisinin hazırlamakta olduğu "trajedi"den söz etmesini, bunun sahneye konulmasına imkan olup olmadığını sormasını tenbih etmişti.
Prens Volkonski, eski bir diplomat, tanınmış bir soydan kişi, hatırı sayılır bir kültüre sahip bir insandı. Elçiliğin tekmil Fransızca yazışmalarını o sağlardı. Hasılı formasyonu mükemmeldi.

Elçimizin tasarısını havsalası almayan Volkonski, "Söz aramızda, ekselansın akıl dengesi sakın bozulmuş olmasın?!" diyordu. Emir kulu idi. Stockholm Devlet Tiyatrosu'nun intendantlığına elçinin tasarısı telefonla bildirildi. İsveçliler "repertuarımız birkaç yıl için doludur!" diyerek kesip attılar. Türk elçisinin trajedisini fazlasıyla komik buldular. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder